Miftahulkulub

5. BAB

Konusu : İlâhî tecelliler ve onunla İlgili şeyler..


Burada anlatılacak tecelliler, iki fasılda açıklanacaktır.
I. FASIL: Yüce Allah'ın kullarına ihsan buyurduğu tecelliyi iki kısımda açıklar.
1. KISIM : Dünyada iken, âdemoğluna takdir edilen ilâhî tecelli­leri açıklar ki, bu da altı nevidir.
1. Nevi: Bunun için şu isim verilir :
—  Nur teceilisi, nur müşahedesi..
Bu tecelli, ehlüllahın ilk hallerinde ihsan olunur. Daha çok, levvame sıfatı makamında bulunanlara ihsan olunur. Bu tecellinin yok etmesine (fenasına) da :
—  Murakabe yok etmesi (fenası)..
Tabir edilir. Zira, bunlar, murakabeden başka vakitte yok olmazlar. Bu da terakki (yükseliş) hallerine mahsus olup tenezzül (iniş) hallerin­de zuhur etmez. İstedikleri vakitte, bu hali bulamazlar; ancak terakki hallerinde zuhur eder.
Bu tecellinin var etmesine de (bekasına da) şu isim verilir :
—  Allah'ın nuru ile var olmak, Allah'ın ruhunu müşahede etmek..
Bunun istiğrakına (dalgınliğına) da şu isim verilir :
—  Allah'ın nuruna dalanlar (müstağrakıyne fi nurillah), Allah'ın nu­runda müşahede edenler..
2.    Nevi: Nur tecellisi, sıfatların müşahedesidir.
Bu tecelli, mülhime sıfatında olan zatlara ihsan olunur. Bu tecellinin yok etmesine (fenasına) şu isim verilir :
—  Allah'ın nuru ile yok olmak (fena bulmak)..
Bunlar da, bu yok oluş halini, murakabe yok edişinden başka yerde bulamazlar. Zira, bunların ayık halleri ya isimlerin tecellisidir; yahut fiil-lerin tecellisidir. Bunun için, ancak murakabe hallerinde yok olurlar (Fe­na bulurlar)..
Anlatılan yok oluştan sonra, nur tecellisi ve sıfatların müşahedesi zuhur eder.
Bu tecellinin var edişine (bekasına) da şu isim verilir :
—  Allah'ın nuru ile var olmak (beka bulmak); Allah'ın sıfatlarını müşahede etmek..
Bu tecellinin dalgınlığına (istiğrakına) da, şu isim verilir :
—  Allah'ın zatına dalanlar, Allah'ın sıfatlarını müşahede edenler..
3.    Nevi : Sıfatların tecellisi, zatın müşahedesidir.
Bu tecelli dahi, mutmainne makamında olanlara ihsan olunur. Bu tecellinin yok etmesine (fenasına) şu isim verilir :
—  Allah'ın sıfatlarında yok olmak.. Bunun daha açık manası şudur :
—  Yok olmak içinde yok olmak..
Bu hal de, onlara murakabe hallerinde ihsan olunur. Ayık hallerinde ise; ya nur tecellisi, nur müşahedesi olur; ya da nur tecellisi, sıfatların müşahedesi olur. Böylece, murakabelerinde, anlatıldığı gibi yok olurlar. Bu türlü yok oluştan sonra da, sıfatların tecellisi, zatın müşahedesi zuhur eder. Allah'ın sıfatlarında var olmak, .Allah'ın zatım müşahede etmek da­hi zuhur eder. Allah'ın zatına dalanların, Allah'ın zatını müşahede eden­lerin durumu da zuhur edebilir.
Anlatılan yok oluştan sonra, bu tecellinin bir ihsanı olur ki : Onu eh­li olan bilir.
4. Nevi : Zat tecellisi, zat müşahedesidir.
Bu tecelli, marzıye makamında olan zatlara ihsan olunur. Razıyede olanlara da daha önce aulatıldığı gibi; sıfatların tecellisi, zatın müşahe­desi ihsan olunur. Ama, mutmainne makamında olduğu gibi değildir; ara­larında çok fark vardır; ilâhî iltifat daha çoktur. Zat tecellisi de değildir; bazı hallerinde zat tecellisi zuhur eder. O zaman da, bunların ayık hal­leri, sıfatların tecellisi olur.
Zat tecellisinin yok etmesine (fenasına) :
— Allah'ın zatında yok olmak..
İsmi verilir ki, şu hadis-i şerifin manasına uyar :



—  «Fena buldular, sonra yine fena buldular, sonra yine fena bul­dular..»
Bu fena (yok olma) hali dahi, murakabe halinde zuhur eder. Ayık halleri ise; sıfatların tecellisi, zatın müşahedesidir.
Eğer yükseliş halinde olurlarsa., murakabe halleri ile, ayık halleri eşit olur. Bu durumda, kendilerine her nefeste zat tecellisi, zat müşahe­desi ihsan olunur. Ancak, murakabe hallerinde feyizler çoktur.
Bu tecellinin var edışine de, şu isim verilir :
—  Allah'ın zatı ile var olmak, Allah'ın zatını müşahede etmek.. Bunun dalgınlık haline (istiğrakına) da şu isim verilir :
—  Allah'ın zatına dalanlar, Allah'ın zatında müşahede edenler.. Bundan ilerideki tecelliye şu isim verilir :
—  Tecelli-i berk (şimşek gibi çakan tecelli)..
Bu tecelli de, safiye sıfatı makamında olan zatlara hastır.
Bu tecellinin yok edişine (fenasına) da şu isim verilir :
—  Hayret yok edişi..
Bu da murakabe halidır. Ayık hallerinde ise; zat tecellisi, zat müşa­hedesi gelir.
Buradan anlatılacak beş kısım ilâhî tecellilerin cümlesine :
—  Cemaliyet tecellisi..
İsmi verilir. Bunların karşılığı olarak, her birinin celâliyet tecellisi dahi vardır. Buna göre, ilâhî tecelli on kısım olur.
Ancak, Cenab-ı Hakkın cemali celâline üstün geldiği için, celâli ile tecelli kılmaz; cemali ile tecelli kılar. Fakat, bazı kullarına celâliyet te­cellisini bildirmek için, bir kere veya iki kere celâli ile tecelli ihsan eder. Bu da her velîye ihsan olunmaz; ziyade ilâhî iltifata sahib olanlara ihsan olumu*. Bu ihsan da, cemali ile celâli arasında bulunan ilâhî sırları bil­dirmek içindır. Anlatılan celâl ve cemal tecellilerinin ne şekilde müşahede edildiği sorulacak olursa :



—  Hal, sözle bilinmez.
Cümlesi ile cevap veririz. Zira, Cenab-ı Hak, mekândan ve şekilden münezzehtir; beridir. Bunun için de, sözle tarife ruhsat yoktur. Bunu da, ehli olan bilir. Bu manayı, ciddî bir şekilde anlamaya çalış.

TECELLİ SEBEPLERİ
5. Nevi : Burada, tecelli sebepleri anlatılacaktır.
Değerli kardeşim, safiye sıfatı makamının hali; zat tecellisi ile zat müşahedesidir. Bu makama sahib olanların halleri, iniş hallerindeki ayık­lık halleri olup sebebi ise, daha önce anlatıldığı gibi; hayvani ruhun, sul­tanl ruh haline çevrilmesidır. Dünyayı yönetmeye yarayan akl-ı maaşın dahi, tamamen yanıp silinmesidir. Anlatılan sebepten ötürü, onlardaki hayvaniyet tamamen silinir; insaniyet sıfatına bürünürler. Dolayısı ile, her an ve her nefes, işaret edildiği gibi, zat tecellisi ve zat müşahedesi onlar için meleke olmuştur.
Marzıye makamı sahibinln hali dahi, sıfatların müşahedesi ile zat te­ceilisidir. Sebebine gelince; bunların dahi, hayvanî ruhları, sultanî ruhlarının hali ile hallenmesi ve kendi halinden tamamen geçmesidir. Marzıye makamına geçen zatlardaki hayvanl ruh, kendi isteği üe, sultanî ruhun her hali ile hallenmiştir; kesin olarak, kendisinde aykırı bir hareket bu­lunmaz. Marzıye ehlinin inişlerindeki ayık hallerinde, sıfatların tecellisi, zatın müşahedesi kendilerine meleke olmuştur.
Razıye makamında bulunanların dahi, inişlerinde ayık halleri, nur tecellisi sıfatların müşahedesidir. Bu şekilde bir tecelli de, razıye maka­mı sahibinin hali olur. Sebebine gelince; bu makamdakilerin hayvanî ruhları, sultanî ruhun her emrine kendı isteği ile ram olması ve Cenab-ı Hak tarafından kendisine her ne gelirse rıza ile kabul etmesidir. Bu tecelli de, bu makamdakilere meleke olmuştur.
Mutmainne makamında olan zatların hali dahi, nur tecellisi, nur müşahedesidır. Sebebine gelince; hayvanî ruhları, sultanî ruha alt olmuş­tur. İster istemez, tüm emirlerim benimsemiştir. Sultani ruhun kendı halleri arasında bulunan tam tevekkül, hayvanî ruha hal olmuştur. Bu yüzden de tüm işlerini Hakka ısmarlamıştır; kendisine kalb itmimanı ih­ san olunmuştur. Bunların inişlerinde, ayık halleri sayılan nur tecellisi, nur müşahedesi kendilerine meleke olmuştur.
Mulhime makamında bulunan kimselerin hali dahi, isimlerin tecellisi ile, fiillerin tecellisinin. Bunların da iniş hallerinde ayık haller, isimlerin tecellisi ile fiillerin tecellisinin. Sebebine gelince; hayvanî ruhları, sultanî ruhun hallerinden yalnız pişmanlığı kendisine hal edinip kötü işlerine na­suh tevbesi üe tevbe etmesi o kötü işi bir daha yapmamasıdır. Daima ah çekip inleyerek dost cemalini gözlediği için de; isimlerin tecellisi, fiillerin tecellisi, ayık hallerinde kendilerine meleke olmuştur.
Levvame makamında olanların durumu, anlatılanlarla ölçülemez. Bu sı­fatın ayık halinde .tecelli olmaz. Murakabede dahi, her zaman tecelli zu­hur etmez; bazan terakki halinde zuhur eder. Sebebine gelince; hayva­ni ruh, sultanî ruhun hallerinden yana hiç bir koku almamıştır. Henüz emmarelik hali üzerindedir. Bu yüzden daima, sultanî ruhla mücahede ve muharebe eder. Üstün geldiği zaman, emmareliğini yürütür; alt olduğa zaman, kendisini ayıplar, ettiğine pişman olur. Bu pişmanlıkta dahi, se­batlı olmadığı için, levvame sahiplerinin ayık halleri iç tıkanıklığıdır; ah çekip inlemekten ibarettir. Bu yüzden de, kendilerine iniş hallerindeki murakabe durumlarında tecelli olmaz. Zira, bunlara tecelli olması, ancak yükselme hallerine mahsustur.

MURAKABE
6. Nevi: Her bir makamın inişlerinde olan murakabe halleri ile ayık hallerini; yükselişte ise, murakabe hali üe ayıklık hallerini aşağıdan yukarı açıklar.
Şimdi..
Levvame ehli makamı sahipleri, tenezzül halinde murakabeye otur­dukları zaman, kendilerine terakki ihsan olunur. Bu durumda, mulhime sı­fatının hali zuhur eder; ya isimlerin, ya fiillerin tecellisi ihsan olunur.
Mülhime makamında bulunanlar, yükseliş hallerinde murakabeye oturdukları zaman, Cenab-ı Hakkın ihsanı ile mutmainne sıfatı hali zuhur eder. Böylelikle de hayvani ruha tam tevekkül ihsan olunur. Bu ihsanın al­tında bulunan, nur tecellisi, nur müşahedesi zuhur eder. Ancak, bu te­celli, kendisine meleke olmadığı için; murakabeden çıktıktan sonra bu hal kayıp gider; kendisinin terakki hali olan mülhime hali zuhur eder. Bu oluşa :
— Ayıklık hali (sahve)..
İsmi verilmiştir. Buna göre; levvamedekilerin iniş hallerindeki mu­rakabe halleri, yükseliş hallerindeki ayıklık hallerinin aynıdır.
Mülhime ehli dahi, iniş hallerinde murakabeye oturduğu zaman, Ce­nab-ı Hakkın ihsanı ile kendisine mutmainne hali ihsan olunur; nur te­cellisi, nur müşahedesi zuhur eder. Ayık hale geldiği zaman, yine mül­hime hali ile kalır. Bu makamdakiler, yükseliş hallerinde murakabeye otur­dukları zaman; Cenab-ı Hak, hayvani ruha bir tecelli eyler, razıye halini ihsan eder. Bundan sonra, bütün işlere, iradesiz razı olur. Bu murakabe halinde ise, nur tecellisi, sıfatların müşahedesi zuhur eder. Ayık hale geldıği zaman da, bu tecelli kendi hali olmadığı için kayıp gider. Bu manaya göre; mülhime sıfatını taşıyan zatların iniş hallerindeki mura­kabe halleri, yükseliş hallerindeki ayık hallerinin aynıdır.
Mutmainne ehli dahi, tenezzül hallerinde murakabeye oturduğu za­man, mülhimeniıı yükselişi gibi yükselir, kendisine razıye hali ihsan olunur. Nur tecellisi, sıfatların müşahedesi zuhur eder. Terakki hallerinde mura­kabeye oturduğu zaman, yine Cenab-ı' Hak, hayvani ruha bir tecelli kılıp o tecellide kendisini âciz çaresiz Allah'ın güvencesi altında bir şeye ya­ramaz görür. Ettiği ibadetleri silinmiş, kendisi de isyan deryasına dalmış gibidır. Elinde, eman dilemekten başka bir şeyi de kalmamıştır. Bu hal ile, rıza kapısında :
— Güvencemiz sensin, aman ya Rabbi..
Diye yakarır durur. Bu yakarışı sırasında, kendisine ilâhî ihsan ge­lir; sıfatların tecellisi, zat müşahedesi zuhur eder. Rıza kapısından içeri girdiği zaman da, içeride nice nice ilâhî ihsanlara sahib olur. Ama, ayık hale geldiği zaman, bu tecelli kendi hali olmadığı için kayıp gider. An­cak, ayık hali; nur tecellisi, sıfatların müşahedesi olur. Buna göre; mut-mainne ehlinin dahi, iniş hallerinde bulunan murakabe halleri, yükseliş hallerindeki ayık hallerinin aynıdır.
Razıye ehli dahi, iniş hallerinde murakabeye oturdukta, mutmainne-de olan zatların yükseliş hallerindeki murakabelerinde ihsan olunan du­rum gibi, marzıye hali ihsan olunur; sıfatların tecellisi, zat müşahedesi zuhur eder. Ayık hale geldikleri zaman da, razıye hali ile kalırlar. Yani : Nur tecellisi, sıfatların müşahedesi ile kalırlar. Yükseliş hallerinde mura­kabeye otursalar; Cenab-ı Hak, Yüce Zatından hayvanî ruha bir tecelli kılar. O tecellide de, hayvanî ruh, sultanî ruha çevrilir. Bundan sonra, kesin olarak, hayvaniyet eseri kalmaz, sultanî ruhun rengine boyanır. Kendisi de tamamen silinir; zerre kadar eseri kalmaz. O zaman da, safi ye sıfatının ehli zatların hali zuhur eder; Cenab-ı Hak, Yüce Zatı ile şe­kilsiz benzersiz ihsan buyurup zat tecellisi, zat müşahedesi zuhur eder. Rıza ile, geçmişte işlediği günahlarının affı müjdesi verilir; nice nice ilâ­hî iltifatlar ihsan olunur. Ayık hale geldiği zaman da, yine o hal kaybolur. Yani : Safiye hali kayar, marzıye hali zuhur eder. Razıye ehlinin tenez­zül hallerindeki murakabe halleri, terakki hallerinde bulunulan ayık hal­lerinin aynıdır. Bunun daha açık manası şu demeğe gelir :
— İniş hallerinde ihsan olunan tecelliler, yükseliş hallerinde ayık iken de zuhur eder..
Marzıye ehli, iniş hallerinde murakabeye otursalar; razıyede olan zatların yükseliş hallerindeki murakabelerinde ihsan olunduğu gibi, safi­ye sıfatı ehli için anlatılan ihsan olur; zat tecellisi, zat müşahedesi zuhur eder. Bundan başka, her gün rıza kapısından girerler; özel bir yerde te­celli ihsan olunur. O zaman da, nasıl olacağı anlatılamayan bir şekilde geçmiş ve gelecek günahları affolunur; masumiyet kisvesi giydirilir ve sonsuz rıza ile müjdelenirler. Böylece, sonsuz ihsanların gerçekleştiği yer olurlar. Ayık hale geldikleri zaman da, yine marzıye hali ile kalırlar. Terakki hallerinde murakabeye oturacak olsalar, Cenab-ı Hak, Yüce Zatı ile şekli anlatılamayan bir tecelli kılar. Bu tecellide de, hayvanî ruh, bütünüyle sultanî ruha döner; kimliğinden eser kalmaz. Her huyu, sultanî ruhun huyuna çevrildiği gibi, kendisi dahi, sultanî ruha döner; araların­da zerre kadar fark kalmaz. O zaman da, hayret yok olması zuhur eder. Hemen peşinden de; zat tecellisi, zat müşahedesi zuhur eder. Nice nice ilâhî iltifata, sonsuz ilâhî sırlara vâkıf olurlar; yine safiye hali zuhur eder. Marzıyede bulunan zatların iniş hallerindeki murakabelerinde ken­dilerine ihsan olunan halleri; yükseliş hailerinde olan murakabeden son­raki ayık hallerinin aynı olur. Böylece, inişin mürakabesindeki ihsan olu­nan tecelliler, terakkinin ayıklığında dahi zuhur eder. Son anlatılan iki nevi tecellinin ikisi de bir anlaşılmasın. Şöyleki :
BİRİNCİSİ : Safiye halidir ki, marzıye ehlinin murakabelerinde ihsan olunur, inişlerinde, safiye ehlinin ayık hâlidir .
İKİNCİSİ : Marzıye ehlinin terakki halindeki murakabelerinde ih­san olunan tecellidir ki; safiye ehlinin yükseliş hallerindeki ayık halle­ridir.
Anlatılan tecellilerin ikisi de her nekadar zat tecellisi ise de, araların­da çok fark vardır. İltifat yönü ile, sırlara vâkıf olma yönü ile, hal ciheti ile fark çoktur. Bu durum, ehline malumdur.
Safiye makamı sahipleri dahi, iniş hallerinde murakabeye oturduk­ları zaman; marzıye makamında bulunan zatların yükseliş hallerindeki murakabelerinde ihsan olunan hayret yok olması zuhur eder. Bunun altın­da da, anlatıldığı gibi, ilâhî tecelli zuhur eder. Ama, ilahî feyizlere bir karar olmaz. Her nekadar marzıye makamı sahiplerinin terakki hallerin­deki murakabelerinde olan tecelli ile ölçmüş olsak da, aralarında çok fark vardır. Tecelli yönü ile beraberler ama, feyizler bakımından aralarında sayıya hesaba gelmeyecek kadar fark vardır. Çünkü, safiye makamı sahip­lerinin ayık halleri de zat tecellisi, zat müşahedesidir.. Keza murakabe halleri de zat tecellisi, zat müşahedesidir. Ancak, murakabelerinde zuhur eden yokluğa :
—  Hayret yokluğu..
Tabir edilir. Bunun altında zuhur eden tecelliye ise :
—  Şimşek gibi çakan zatî tecelli..
Tabir edilir. Bu türlü tecelli de, safiye ehli makamı sahiplerinin mu­rakabesine hastır; bunu da ehli olanlar bilirler. Terakki halinde hayret makamı zuhur eder; bu makamdan beyana ruhsat yolu yoktur. Bu ma­nada, anlatılan mikdar yeterlidir.



—  Hal sözle bllinmez.
Cümlesi, burada geçerlidir.
Anlatılanların sözünü bilmek, bu yolda kârın en azıdır. Fırsat elde iken, bu yolda çalışıp gayret sarf etmek gerek. Anlatılan durumları, ken­dine meleke etmeye bak. Sonra pişmanlık fayda vermez.
Bu dünya, imtihan dünyasıdır. Dünya adamlarına kanıp onların ren­gine boyanma. Gaflet uykusuna dalıp da, kendini cehennem ateşine at­ına. Zira, insan burada ne ederse, yarın öbür âlemde o ettiğim bulur. Ayarı­nı halis et; zira potaya koyup eritirler, çürüğünü atarlar. Para gümüşü ol-ma, sırma gümüşü olmaya çalış. Gümüşlükte de kalmamaya çalış. Dünyada iken, altın olmaya gayret et. Mısır altını olma; İstanbul altını olmaya ça­lış. İstanbul altınlığında dahi kalma; yaldız altını olmaya gayret et. Fır­satı ganimet bilme; gün olur, seni de miheke vururlar; ayarına göre kıymet takdir ederler :
—  İşte ayarın budur.
Derler. O vakit de, pişmanlık fayda vermez. Ah edip inlemek de seni kurtarmaz. Zira, yapılacak iş, dünyada yapılmalıdır.
Gaflet uykusunda uyuduğun yeter. Gafil, uyan, sonra pişman olur­sun.
CENNETTEKİ TECELLİ
2, KISIM : Cennette olacak ilâhi tecellileri açıklar.
Değerli kardeşim, bilesin ki..
Çenab-ı Hakkın, cennette kullarına ihsanı olan ilâhî tecellilere :
—  Tecelli-i zamir. (İçten, gönülden tecelli.)
Tabir edılir. Bu tecelliye nail olacak kullar; dünyada iken, içlerinde Cenab-ı Hakka her biri bir şekilde mana verip o manayı söze getiremez, içlerinde gizli bir vehim olarak durur. Herkesin zannı bir başkadır; biri diğerine benzemez.
Cennet ehli cennete girdıği zaman, içlerinde gizli duran şekil her ne ise, o vehmine göre tecelli zuhur eder. Onlar da bu tecelliye :
—  Evet, tamam..
Deyip tasdik ederler. Bu tecelliler de, belli vakitlerde zuhur eder. Ba­zılarına yılda bir kere, bazılarına da ayda bir kere zuhur eder. Bazılarına da haftada bir kere zuhur eder. Tarikat ehlinin, dünyada iken, vuslat nasib olmayanları, cennet ehlinin tecelli zuhuruna nail olanları gibidir. İs-ra suresinin 72. âyeti bu manayadır :



—  «Bu dünyada âmâ olanlar, âhirette dahi âmâ olurlar.»
Bu âyet-i kerimenin manası gereğince, onlara da içlerinden tecelli ihsan olunur. Ama, bunun farkı odur ki : Belli vakti yoktur. Her an ve her nefes, ihsan olunan tecelli ile müşahede ederler. Ama, vasıta ile.. Dün­yada iken, vasıtasız konuşmak, kendisine ilâhi tecelli ihsan olunan zatlara hastır. Cennet ehlinin durumunu da bununla ölçebilirsin.
Ehlüllaha, Allah'ın veli kullarına olan tecelli, dört nevidir.
1.    Nevi : Nur tecellisi, sıfatların müşahedesi..
Bu tecelli, dünyada iken kendisine nur tecellisi, nur müşahedesi ih­san olunan ve o hal ile âhirete göçen zatlara ihsan olunur.
2.    Nevi: Sıfatların tecellisi, zatın müşahedesi..
Bu tecelli dahi, dünyada iken nur tecellisi, sıfatların müşahedesi ih-ihsan olunan ve o hal ile ahirete göçen zatlara ihsan olunur
3.    Nevi: Zat tecellisi, zat müşahedesi..
Bu tecelli dahi, dünyada iken sıfatların tecellisi, zatın müşahedesi ihsan olunan ve hal ile âhirete göçen zatlara ihsan olunur.
4.    Nevi : Zat tecellisi, hakikatin künhünü müşahede..
Bu tecelli dahi, dünyada iken kendisine zat tecellisi, zat müşahedesi ihsan olunan zatlara hastır. Bunlar, Cenab-ı Hakkın zat tecellisine dalar ve hakikati müşahede ederler.

Anlatılan dört nevi tecelliye sahib olan zatlara ihsan olunan tecelliler ber an ve her nefestedir ki, onlar için ayıklık hali yoktur. Hemen her biri, kendi mertebelerine göre; anlatılan şeklide kendilerine has olan tecelli­lere dalar. Arada vasıta olmadan da konuşurlar. Vasıta ile konuşmak, cen­net ehli lie dünyada iken kendisine tecelli nasib olmayan tarikat ehline mahsustur. Bunlar, konuşmayı, mektupla veya melek vasıtası ile yaparlar. Bunun hikmeti ise., dünyada iken kendilerine vuslat nasib olmaması, ilâhî sırların kokusunu duymadıklarıdır.

***

EMMARE NEFİS
II. FASIL: Nefsin alâmetlerini, onları düzeltme çarelerini, her düşük sıfat sahibi, yüksek rütbe sahibinin aksi olduğunu yedi nevide açık­lar.
1. Nevi: Emmare nefsi açıklar.
Değerli kardeşim, bilmiş olasın ki.
Hayvani ruhun kendi yaratılış sıfatı; Yusuf suresinin 53. âyetinde buyurulan :



—  «Ben nefsimi temize çıkaramam; çünkü nefis, bütün şiddeti ile kötülüğü emreder.»
Mana uyarınca, emmaredir. Bu emmare sıfatına sahib olanlar, üç sı­nıftır. Bunların cümlesi:
—  Müslümanız..
Derler, ama taklitçidirler.
1. Sınıf: Bu sınıftan olanların halleri, iyilik cinsinden olan hiç bir şeyi, asla yerine getirmezler; yasak edilen şeylerin de cümlesini ya­parlar.
—  Biz gerçeği bulduk.
Diye, türlü türlü söz söyleyip tarikat-ı aliyyeye yalan isnadı atarlar.
Hal böyle iken, kendileri, nefsin elinde esirdir. Kendi kendilerini cehen­neme atmışlardır. Bundan daha fenası odur ki : Kendilerinden çıkan çir­kin işleri, gayet güzel görürler; onlarla övünürler ve onlarla ferahlarlar. Bunlara ve benzerlerine kesin olarak nasihat kâr etmez. Bir tavsiyenln de faydası yoktur. İşin sonunda da son nefeslerini lmansız verirler. Böyle kimselerin tarikatlarına girmek caiz değildir. Bunların, tarikattan ha­berleri olmadıktan başka; şeriatta dahi sapıklığa düşmüşlerdir. Bu gibi şeylerden Yüce Allah'a sığınırız.
Bunlar, öyle bir dereceye varmışlardır ki; dünya ehli bir taraf olup :
— Yahu, bu ettiğiniz nedir?.
Deyip kötü işlerini âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerle tekzib ederek vaaz ve nasihat etseler, asla kulaklarına girip nasihat almazlar. Bunun sebebini ve hikmetini şöyle açıklayabiliriz :
Safiye makamında bulunan zatların hayvanı ruhları, sultani ruhları­na dönüşmüştür. Bu yüzden hayvaniyet durumları, tamamen kendilerin­den gitmiştir. Sultanî ruhun rengine boyanıp sultanî ruhla, hayvanî ruh arasında kesinlikte ayrılık gayrılık yoktur. Bundan sonra, safiye sıfatı sahipleri, insaniyet sıfatına bürünürler.
Üstte anlatılan durum nasıl böyle ise., emmare sahipleri de öyle bir dereceye varmıştır ki : Sultanî ruh, tamamen hayvanl ruha dönüşmüştür. İnsanlık eseri, tamamen bunlardan silinmiştir. Safiye makamı sahibi hal­lerinin tam tersi bunlarda zuhur etmiştir. Bu yüzden de, hayvanî ruhla, sultanî ters manada, birbiri ile tek vücud olmuştur. Kesin olaraktan da, aralarmda ayrılık gayrılık kalmamıştır. Safiye makamı sahiplerine ihsan olunan insaniyet sıfatı, bunlardan tamamen gitmiştir; yalnız hayvaniyet sıfatına bürünmüşlerdir. Bu yüzden de, kendilerinden ortaya çıkan kö­tü işlerini aralarında farz ayarında görürler; bununla da övünürler. Yeni yeni kötülükler etmeye gayret edip çakşırlar. Bu topluluğun şerrinden Yüce Allah'a sığınırız.
Anlatılan sıfatla yetmiş iki fırka ve cümle küffar müttasıftır. Ba­kara suresinin 7. âyetinde buyurulan :



- «Allah, onların kalblerine ve kulaklarına mühür basmıştır. Gözle­rinle perde vardır. Onlara büyük bir azab olacaktır.»
Mananın gerçekleştiği yer onlar olmuşlardır. Bunlardan insafa gelip imanı kabul eden yoktur. Meğerki, ilâhî hidayet yetişe..
2. Sınıf: Emmare sınıfının ikincisi de dünya ehlidir.
Bunlar da 1. sınıftakiler gibi, ne iyi emri tutarlar, ne de yasaktan kaçınırlar; cümle haramı da işlerler. Ama bunlar, haramı helâl say­mazlar.
—  Haramdır.. Deyip işlerler. Derler iki :
—  Kırk gün günah işleriz, bir günde tevbe ederiz; Allah-ü Taâlâ ba­ğışlayıcı merhametlidir. Kulunun kusurunu affeder. Su bulanmayınca du­rulmaz. Gün olur, bunların cümlesine tevbe ederiz. Kalan ömrümüzü de ilâhî emirlerde tüketiniz. Şimdi gençliğimiz var; bu dünya neye dayanır ki.. Şimdi biraz ciinbüş edip eğlenelim. Sonra ihtiyar olduğumuz zaman; tevbeye gelir, istiğfar ederiz. Haramı haram bilerek işlemek de küfür olmaz. Tevbesiz bile ölsek, bize azab etmek, Allah'ın şanına yakışmaz. Sen ne diyorsun; gün bugün, saat bu saattir. Sonunu düşünen bu âlemde bir şey yapamaz. Allah'ın bu kadar güzel vaadleri varken, bizi cennetten yoksun eder mi?. Haşa!.
Böyle söyleyip birbirinin gönlünü alırlar. Türlü türlü bozuk delil ileri sürerler. Müjdeye dair âyet-i kerimelerle, kendilerini avuturlar. Bu şekil­de cümle haram olan şeyleri işlerler; asla Allah korkusu içlerine girmez. Ettikleri habasete zerre kadar pişman olmazlar. İşledikleri haramlar, keşiş dağı kadar olsa, gözlerine zerre kadar görünmez. Bir fakire bir par­ça sadaka verecek olsalar; buna benzer küçük bir iyi iş etseler, o zaman, Cenab-ı Hak, kendilerine cennetin anahtarını teslim etmiş gibi övünür­ler. Sözün özü : İçlerinde zerre kadar ilâhî korku yoktur; Cenab-ı Hakkın azabından da emin olmuşlardır.
Bunun sebebini, hikmetini de şöyle açıklayabiliriz :
Birinci sınıf nasıl safiye makamı sahiplerinin tersi ise., bunlar da razıye ve marzıye makamı sahiplerinin tersidir. Onların hallerinin aksi ve karşılığı olmuşlardır. Razıye ve marzıye makamı sahibi olan zatların hay­vani ruhları, sultanî ruhun huyunu benimsemiş ve onun huyuna girmiştir.
Her emrine razıdır. Tam manası ile, sultanî ruha kendisini teslim etmiştir. Aralarından sakınmak ve düşmanlık kalkmıştır. Aralarında sevgi ile kay­naşma olmuştur. Kendi isteği ile hayvani ruh, sultanî ruhun hali ile değiş­miştir. Kendisinde, hayvaniyetten eser kalmamıştır.
Anlatılan sebepten dolayı da, razıye ve marzıye makamı sahipleri­nin geçmiş ve gelecek günahları affolunmuş, ebedî rıza ile müjdelenmişler­dir. Bu arada, masumiyet forması da, kendilerine giydirilmiştir. Hal böyle iken, ellerinde elmadan, kendilerine ilâhî korku ihsan olunmuştur. Bunlar, nasıl böyle ise., konu edilen ikinci sınıf zümre de tam bunların tersidir. Şöyleki :
Sultanî ruhları, hayvanî ruha tam manası ile teslim olmuştur. Her bir emrine de, özel veya genel olarak razıdır. Aralarında düşmanlık kal­mamıştır. Birbirlerine güven duyarlar. Ülfet ve mahabbetle, sultanî ruh, kendi. huylarını hayvanî ruhun huyları ile değiştirmiştir. Sultanî ruh, hayvanı ruhun rengine boyanmıştır. Vücud ülkesinin yönetimini, tama­men, hayvanî ruhun görüşüne bırakmıştır.
İşte anlatılan sebepten dolayı; Cenab-ı Hakkın rahmeti, bu ikinci sı­nıftan uzaktır. Kalblerine öyle bir güven duygusu, düşürülmüştür ki : Ra­zıye ve marzıye makamı sahiplerindeki ilâhî korku kadardır..
Razıye ve marzıye makamında bulunanlar, Cenab-ı Hakkın emrini tam manası ile yerine getirirler; razı olduğu işleri yaparlar. Bundan sonra da, ellerinde olmadan, sonsuz korkuya sahiptirler. Bunlar nasıl böyle ise, ikin­ci sınıfta anlatılanlar ise., rıza yoluna ters düşen işleri, anlatıldığı gibi yaparlar. Bu yüzden de, Allah tarafından kalblerine bir güven duygusu yerleştirilmiştir. Dolâyısı ile, kendilerinden çıkan haram işlere zerre kadar pişmanlık duymazlar. Bununla da kalmazlar; kendilerini, Cenab-ı Hakkın rahmet deryasına dalmış sanırlar.
İşte anlatılan sebepten ötürü, bu sınıftan; insafa gelip tevbe istiğfar eden pek nadirdir. Sanki bunlar, A'raf suresinin 79. ayetindeki mananın gerçekleştiği yerdir :



—  «Yemin olsun; cinlerden ve insanlardan çoğunu, cehennem için yarattık. Bunların kableri vardır; ama, onlarla bir şeyi kavrâyamazlar. Bunların gözleri vardır; ama, onlarla bir şeyi göremezler. Bunların ku­lakları vardır; ama onlarla bir şeyi duyamazlar. Bunlar hayvanlar gibidir­ler; belki bunlar daha da sapıktır. Bunlar, gafillerin taa, kendileridir.»
Bu âyet-i kerlmenln manası gereğince, bu ikinci sınıfa, vaaz ve nasi­hat edenlerin nasihatları kulaklarına girmez. Hatta, o vaaz ve nasihat eden­lere düşman bile olurlar. Bundan dolayı, bu sınıfın da pek çoğu, son ne­feslerini imansız kaparlar. Allah-ü Taâlâ'ya sığınırız; bu gibi hallerden bizi korusun.
3. Sınıf: Tarikat ehli olanların emmare nefis sahipleridır.
Bunlar da, öncekiler gibi, iyiliğe sarılmaz, kötülükten kaçınmazlar. Ama, kendilerinden meydana gelen kötü işler için ah edip inlerler. Kendi hallerini güzel görmeyip şöyle derler :
—  Biz, ne külhanî (haylaz) adamlarız. Allah'ın emrini yerine getirip yasaklarından da kaçınmayız. Bizlm halimiz nereye varacaktır? Cümle iş­lerimiz, Allah'ın emrine ters düşmektedir. Bizden alçak, bu cihanda bir mahluk yoktur. Aman ya Resulellah, yardım sendendir..
İşte böyle münacaat ederler; kendilerinin külhanî ve alçak olduk­larını ikrar ederler.
Ne var ki, bu münacaatları ve temennileri sadece dildedir. Kalb­lerinde asla pişmanlık ve ilâhî korku yoktur. Sadece kusurlarını bilir­ler; yine o kötü işlerini yaparlar. Bunlar da bu sıfatta iken, pişmanlık­la tevbe edip huylarını ve halierini değiştirmezler.
Sebep ve hikmet olarak, bunların durumunu ters manası ile, mutma-inne sıfatı makaımındakilerle karşılaştırabiliriz. Şöyleki:
Mutmainnede olan zatların hayvani ruhları, sultani ruha teslim ol­muştur. Vücud ikliminin yönetimini, bütür bütün sultanl ruhun görüşüne ve tedbirine bırakmıştır. Kendisi, bir köle gibi kalmıştır; hiç bir şe­ye karışmaz. Çünkü, sultani ruha teslim olmuştur.
Bu 3. sınıfta anlatılanlara gelince., mütmainne sahiplerinin tersine hayvani ruhları, sultani ruha üstün gelmiştir. Sultani ruh, ister istemez, hayvani ruha teslim olmuştur. Vücud ikliminin tasarrufunu tamamen hayvani ruha bırakmıştır. Kendisi de, nefsin eünde esirdir. Her nekadar kendilerinin alçak ve edna olduklarını bilseler de, yine hiç bir şekilde ken­dilerine pişmanlık gelmez; tevbe ile istiğfar etmezler.
Bunlar, bu sıfatlarını değiştirmeden âhirete giderlerse., emmarelik hali üzerlerinde olduğundan, pek çoğu, imansız olarak son nefesini verir. Bu gibi şeylerden Allah'a sığınırız.
Bu emmare sıfatından kurtulmanın çaresine geünce.. şöyle açıklaya-biliriz :



— «Hesaba çekilmeden önce, kendinizi hesaba çekiniz.»
Manasında buyurulan kudsî hadis-i şerifin emrine tutunup hemen kendisini hesaba çekmelisin. Bu manayı, biraz daha açalım.
Kim olursa olsun; kendisinden kötü fuller çıktığı zaman; hemen pe­şinden, Cenab-ı Hakkın azametini düşünmelidir. Onun alim (bilen) sıfatı dahi düşünülmelidir.                                         
Bundan sonra, kıyamet günü meydana gelecek hesap, suâl, mizan, ce­hennem azaplarının şiddeti dahi düşünülmelidir. Cenab-ı Hakkın, kulları­na adil sıfatı ile hüküm buyuracağı, insanın kendisinde bulunan kötü fi­iller dahi iyi düşünülmelidır.
Nekadar ağır olursa olsun, işlenen kötülüklere pişman olunmalıdır. İnsan, kendisinden kötü işleri bir daha işlememeye kesin olarak nlyetli ol­malı, tevbeye gelmelidir. İyi işleri yapmaya da, hemen başlamalıdır.
Sonra, yine tefekküre dahp düşünmelidir. Nekadar ağır gelirse gel­sin; âhiret korkusunu içinden çıkarmadan, ilâhî emirleri yerine getirmek­te ısrarlı olmalı ve çalışıp gayret temelidir.
Bu arada, yine nefis bir yolunu bulabüir; insanı, yine çeşitli ümitlere kaptırabilir. iyiliği bıraktırır; kötülüğü işletir. Böyle bir şey ortaya çık­tığı zaman, hemen kıbleye dönüp oturmalıdır. Anlatıldığı gibi tefekküre dalıp pişmanlıkla tevbeye gelmelidir. Bu tevbesinde de, her kesin ihlâslı ol­ması gerek. Tevbe ederken :
—  Elime fırsat geçerse, yine işlerim.
Kaydı bulunursa, edilen tevbe makbul olmaz. Çünkü, bu gibi tevbe, münafık tevbesi olup makbul değildir.
Bir kimse, ettiğine kesin olarak pişman olup bir daha işlememek kasdı ile tevbe ettikten sonra; nefis tarafının ağır basması ile o fiil tek­rar işlenirse., anlatıldığı gibi, yine tevbe etmelidir. Zira, tevbede :
— Elime fırsat geçerse yine işlerim..
Kaydı bulunmadıkça, tekrar tekrar tevbe etmenin zararı yoktur. Pişmanlıkla tevbe etmek, bir kimseye hal oluncaya kadar, anlatılan şekil­de her günahın ardından pişmanlıkla tevbe etmelidir. Bu şekilde tevbe eden kimseye, kısa zamanda pişmanlıkla tevbe hal olur. Bu halin mey­dana gelmesinin alâmeti odur ki: Bir kimseden günah meydana gelir gelmez; hemen iradesiz pişman olur, işlediği masiyete de ciğeri yanarak gözlerinden yaş döküp pişman olur. Bu arada, nefsini de ayıplayıp tev­be istiğfar eder. Her günah zuhurunda, dikkat edip bakmalıdır : An­latılan şekilde elinde olmadan tevbe etmek, kendisinden zuhur ediyor mu?. Eğer zuhur ediyorsa, o vakit bilmiş olsun ki, levvame sıfatı ken­disine hal olmuştur. .

LEVVAME SIFATI
2. Nevi: Levvame sıfatını ve onun alâmetlerini, bu sıfat sahip­lerinin tevbelerinde sebatlı olmadıklarının sebebini, hikmetini açıklar.
Bu, II. faslın yedi nevinin ikinci nevidir.
Değerli kardeşim, şu da bilinmiş olsun ki., levvame sıfatı sahipleri iki sınıftır.
1. Sınıf: Bunlar için, şu tabir kullanılır :
—  Ehl-i ukba (âhiret adamları)..
Bunların alâmetini de şöyle açıklayabiliriz :
Bunlar, mümkün olduğu kadar, iyilik işlerini yerine getirirler; ya­saklardan kaçınmaya da gayret edip çalışırlar. Bazan suyu üfleyip içer­ler; sofuluğu kimseye vermezler. Bazı kere de türlü türlü hezeyan eder­ler; ama peşinden anlatılan pişmanlık zuhur eder, tevbeye gelip istiğfar ederler. Sonra yeri gelir, kendilerini tutamazlar; türlü türlü hezeyan eder­ler. Bunun sonunda da, anlatıldığı gibi pişman olup nefislerini ayıplarlar ve tevbe istiğfar ederler.
Bunlardan zuhur eden kötülüklerin cümlesi, emmaredeki gibi tama­men haram çeşidinden şeyler değildir. Emmare sahibi gibi, yasak işlerin tamamını işlemezler. Bazısından tevbe ile, istiğfarla kurtulmuşlardır; ba­zısını da, tevbeden sonra, dayanamaz, işlerler. Bu sıfatta, üç bölük kimse vardır. Şöyleki:
a)    İlmi ile, amel etmeyen ilim sahipleridir .
b)    Zamanımızda :
—  Sofî..
Tabir edilen kimselerdir. Bunlar, sofuluğu kimseye vermezler. Ama el­lerine fırsat geçtikçe de, dayanamaz, bazı yasaklara dalarlar. Sonra, yi­ne pişman olurlar; nefislerini ayıplarlar.
c)    Bunlar da, kendilerine :
—  Dünya ehli..
Tabir edilen kimselerdir. Bunlar, vaaz ve nasihat meclislerinde ağ­lar, tevbeye gelir, istiğfar ederler. Sonra da, türlü türlü kötülükler işlerler. Fakat emmare sıfatındakiler gibi, Cenab-ı Hakkın affı ile kendilerini avut­mazlar; pişmanlıkla nefislerini ayıplarlar.
Bu levvame ehlinin, tevbelerinde sebatlı olmadıklarının sebebine, hikmetine gelince., şöyle anlatabiliriz :
Bunlar, emmare nefis makamında iken, sultanî ruhları, nefse esir ol­muştu; her halini de, hayvani ruhun haline uydurmuştu. Tam olaraktan da ona teslim olmuştu. Şimdi de, levvame sıfatına geldiler; sultanî ruh, esirlikten kurtuldu. Kendi yaratılış durumu, hayvani ruhun yaratılış duru­mundan ayrıldı. Masiyetin peşinden pişmanlık çıkması da, bunun içindir. Ne var ki, henüz sultanî ruh, hayvani ruha alt durumdadır; vücud ülkesinde hükmü pek geçerli değildir. Bunun için de, bu makamın sahipleri, tevbe­lerinde sebatlı olamazlar; tevbeden'sonra, yine masiyet işlerler.
2. Sınıf: Tarikat ehlinin levvame durumlarıdır.
Bunlar da, anlatıldığı gibi, tevbelerinde sebat edemezler. Ama, bun­ların masiyetleri, öbürleri gibi fiilî değildir; hale dayalıdır, öbürleri; şa­rap içmek, livata, zina. kulların hakkına tecavüz, rüşvet almak, bir şey elde etmek için yalan söylemek ve benzeri şeylerden hangi günah olursa olsun; bir sebebine göre işlerler.
Diyelim ki, bir içki meclisinde bulundular; oradakilerin hatırını kır­mamak için içerler.
—  Geçinecek durumda değilim.. Deyip rüşvet alırlar.
—  Yalan, söylemezsek, alış. veriş edemeyiz..
Deyip yalan söylerler. Yahut, meclisteki cemaatı güldürmek için ya­lan söylerler.
İşte bunun gibi, bir masiyeti işlerken, onun için dıştan bir sebep bu­lup işlerler. Bunlar için :                                                               
—  Fiilî..
Denmesi de anlatılan sebebe dayanır.
Tarikat ehlinin asıl olan durumuna gelince, onu da anlatalım.
Tarikat ehli bir kimse, bir mürşidin elini tuttuğu zaman; cümle ha­ram işlerden kaçınmak, cümle farz emirleri yerine getirmek için sözleşme yapmış olur. Bundan sonra mürşidi ona, fazladan bir mikdar zikir ve te­fekkür görevi verir.
Anlatılan durumda bulunan kimse, eğer levvame sıfatında ise; mür­şidin himmeti ile, üstte anlatılan dünya ehli gibi, ukba ehli gibi zahirî sebeplere göre o masiyetleri işleyemez. Kâmil mürşidi ile de sözleştiği için, işleyecek olursa, bir sebebe dayanmadan işler. Meselâ, bir meseleyi :
— Ayrıntıları ile anlatayım..
Derken, araya yalan karıştırır. Söz arasında, bir kimsenin gıybetini de edebilir. Bunlar gibi, duygularla ilgili olarak, sebepsiz yere kötü işler­de de bulunabilir. Açıkçası, elde olmadan masiyette bulunurlar.
Anlatılanlardan başka, kalble ilgili bazı masiyetler de işleyebilirler. Meselâ : Kin, kibir, haset ve benzeri şeyler gibi..
Aslında, bu türlü kötü huyların cümlesi, onlarda vardır. Bunları at­mak için de ettiklerine pişman olur, nefislerini ayıplar, ah ederek, inle­yerek tevbe ederler. Ama, anlatılan dünya ve âhiret ehli gibi tevbelerin-de durmaz, yine işlerler.
Ancak aralarında bir fark vardır; bunlar, kötü fiilleri işlemekten kurtulmuşlardır. Dünya ve ukba ehli gibi; kötü huylarının gereğini ye­rine getirdikten sonra, ellerine fırsat geçtikçe de, yapmazlar. Açıkçası : Dünya ve ukba ehli, hem kötü huylarının tevbesinde durmazlar; hem de kötü fiillerinin tevbesinde durmazlar. Ama, tarikat ehli olanlar, kötü fiilleri işlemekten kurtulmuşlardır; sadece kötü huyları kalmıştır. Hasi­yetlerinin hale dayalı olması da bu yüzdendir.
Bunların tevbelerinde sebat etmeyişlerinin sebep ve hikmetine ge­lince., onu da açıklayalım.
Mürşidin elini tutup Resulüllah'ın, Allah'ın cümle velî kullarının sayesi ile sayeban olmuşlardır. Mürşidinin güzel teveccuhü, kendisinin çalışıp gayret etmesi, Cenab-ı Hakkın ihsanı ile sultanî ruh kuvvet bul­muştur. Türlü türlü mücadele ile, hayvani ruh, bir mikdar kötü huyla­rını bırakmış, kendisine bağlanmıştır. Böylelikle de, kötü huylardan kur­tulmuşlardır. Ancak, kötü huylarda, hayvani ruhun yaratılıştan bir ala­cağı vardır. Bu bakımdan, sultanî ruhla, levvame sıfatı makamında hay­vani ruh hüküm işinde eşittir. Bu yüzden, zaman zaman hayvani ruh üs­tün gelebilir. O zaman da, kötü huylar, sahibinden çıkar. Sultanî ruh üstün geldiği zaman da, ortaya bir pişmanlık çıkar. O zaman da, salik nefsini ayıplar.
Levvame sıfatından kurtulup mülhlme sıfatına geçmenin çaresine gelince., onu da anlatacağız..
Bunun için, levvame sıfatında bulunan klmseler için, rabıtaya devam etmek şarttır. Meselâ : Gezip oturduğu yerlerde daima şeyhine tevec-cuh etmelidir. Şeyhinin huzurunda durur gibi, şeyhinin elinden tutmuş, şeyhinin hırkasını üzerine giymiş gibi olmalıdır. Bu düşüncelerin han­gisi kendisine kolay gelirse., ona devam etmelidir. Gezip oturduğu yer­lerde, şeyhini hiç bir şekilde kalbinden çıkarmamalı; rabıtasını devam ettirmeye çalışıp gayret etmelidir. Daha sonra :



— «Hesaba çekilmeden önce, kendinizi hesaba çekiniz.»
Emrine göre, kendi kendini hesaba çekmelidir.
Bunun için de, gizli bir yere oturmalı; cümle huylarım ortaya dö­küp güzelce, insafla düşünmelidir. Kendisinde kaç tane kötü huy bu­lursa., cümlesinl ayrı ayrı yazmahdır. Sonra da, içlerinden birini bırakmak için kesin karar verip tevbeye gelmelidir. Sonra o kötü huy üze­rinde ısrarla durup daima onun zıddı ile hareket etmelidir. Meselâ : Ki­birli ise, tevazua devam etmeli; gıybet etmiş ise, övüp sena etmeye bak­malı.. Diğerlerini buna kıyas edebilirsin.
Tüm kötü huyların bir zıddı iyi huy vardır. Tevbe ettiği huy han­gisi ise, onun zıddını bulup ona göre hareket etmelidir.
Bir kimsede bir kusur gördüğü zaman, o kusuru kendinde görüp şöyle demeli :
—  Ey nefis, insan insanın aynasıdır. Eğer bu kusur bende olma­saydı, bu kimsede görmezdim. Kendi halimi, bu değerli zatın aynasında gördüm. Bu hal, benim halimdir. Ey nefis, haksız yere ona isnad edi­yorsun.
Böyle deyip nefsine çıkışmalı; bağışlanmasını dilemelidir. Bağışlan­ma dileğinde de şöyle demelidir :
—  Ya Rabbi, kalbimden geçen bu küstahliğı sen bilirsin. Gizli sak­lıları, bilen sensin. Cümlemizi affet, bağışla. Güzel huylara hüründür.
Böyle niyaz edip Yüce Hak'tan korku üzere olmalıdır.
Gıybetini ettiği kimsenin gıybetinden de çıkmalıdır. Böyle böyle kötü huylar kendisinden gidip onların yerine güzel huylar gelinceye kadar zıddı ile amel etmelidir.
Nefisin, kötü huylarından geçip iyi huylara büründüğü şundan belli olur; meselâ : Bir yerde bir kimseyi kötülerler; oradakiler bu kötüle­meyi nekadar sürdürürlerse sürdürsünler; o kimse, elinde olmadan onu övmeye devam eder. Onu övmeye gücü yetmese de, onu kötüleyenlere elinde olmadan Allah için kızar; sessiz durur.
İşbu anlatılan durum, kötü bir huy olan gıybetin; güzel huy olan övmeye döndüğünü gösterir. Birine beslenen kötü zannın, iyi zanna dön­mesi de aynı şekilde, iyi huya delâlet eder.
Bundan sonra, yazılan diğer kötü huya geçer. Ona bakıp anlatılan gibi, ona da tevbe eder; zıddı ile amel etmeye geçer. O da güzel huya dönüşünceye kadar zıddı ile amel etmeyi sürdürür.
Kötü huyların cümlesi, açıklandığı gibi, birer birer güzel huya dö­ner, bir daha anlatılan kötü huylar, kendisinden zuhur etmez ise., bi­linir ki: Mülhime sıfatı, o kimsede hal olmuştur.                 .

MÜLHİME SIFATI
3. Nevi: Müihime sıfatım açıklar.
Bu, II. faslın yedi nevinin üçüncü nevidir.
Değerli kardeşim, bilinmiş ola ki: Bu sıfata sahib olanlar dahi, iki sınıf üzeredir.
1. Sınıf: İlmi ile amel eden âlimler, âbidler, zahidlerin bulun-dukları makamdır.
Anlatılan sıfatta olan kimselere cümlenin iyi zannı vardır. Zira bun­lar, dıştaki kötü fiillerini, güzel fiillere çevirmişlerdir. İyiliği yapıp ya­saktan uzak dururlar. Resulüllah'ın sünnetini de yerine getirmeye çalı­şıp gayret ederler. Farzları, vacipleri, sünnetleri, müstahapları tamamen yerine getirirler; dışta fiile çıkarırlar. Yasaklardan da tamamen ka-çınırlar.                                                                                                       
İşte, anlatılan sebeplerden ötürü herkesin anlatılan zatlara iyi zan­ları vardır. Dıştan onların hareketlerine bakın kendilerini zamanın kut­bu olarak görürler. Ama, in hallerini bilmezler ki: Kötü huylarla do-ludur.
Bunların kötü huylarının içte kalması, dışa çıkmaması için sebep ve illet şöyledir :
Cümle kötü huylar, hayvanı ruhun emri ile vücud ikliminden fiile çıkıp yerine getirilir. Bu âbid ve zahidlere gelince, kendi kendilerini ağır riyazete koymuşlardır. Bir gün yiyip bir gün tutmak sureti ile Davud orucu tutmuşlardır. Nefsin istediğini yememiş, istemediğini yemişlerdir. Bunların birini veya hepsini yapmış olabilirler. Diğer riyazet işlerini de bununla ölçebilirsin. Böylelikle, nefsin hoşlandığı nekadar şey varsa onların cümlesini bırakmışlardır; hoşlanmadığı şeyleri de yapmışlardır. Bu yolda, türlü türlü mücahedeler edip nefislerini alt etmişlerdir.
Anlatılan sebepten dolayı, sultanı ruh, hayvani ruhu alt etmiştir. Böylelikle vücud ülkesini kendi tasarrufu altına almıştır. Bu yüzden de vücuddan gelip ortaya çıkan işlerin cümlesiı Allah'ın rızasına uygun düşer.
Zira, vücud ikliminde kötü fiillerin cümlesi: havvanî ruhun emri ile açığa çıkar. Güzel fililerin cümlesi de. sultani ruhun hükmü ile, tasar­rufu ile vücud ikliminde açığa çıkar.
Cümle âbidlerin, zahidlerin kötü fiillerden kurtulup güzel fililere bü-rünmeleri anlatılan sebebe dayanır.
Kötü fiillerin cümlesi, hayvani ruhun tabiatıdır ki, sen ona :
—  Huy..
ismini verebilirsin. Huy ise, canın altındadır :
—  Can çıkmayınca, huy çıkmaz..
Dersin. Ama sen bu sözü söyleme; söyleyeni de dinleme.. Zira, in­sana pek gerekli olan; dünyada iken, o kötü huyları çıkarıp yerine sul­tanî ruhun tabiatı olan güzel huyları koymaktır. Aksi halde gün gelir, mahcub olursun, özre de bahane bulamazsın. Allah'ın bir günü vardır, onun adına şöyle derler :
—  Nedamet (pişmanlık)..
Güzelce düşün. Fırsat elde iken, bu kötü huyları çıkar at. Güzel huylara bürün. Sonra pişmanlık fayda vermez. Aklını başına topla.
Sonra bu kötü huylar, yalnız ibadetle, nefse muhalefet etmekle, sade riyazetle iyi huya çevrilmez. Zira, kötü huylar hal kabilindendir; hay­vani ruhun kendi tabiatıdır. Onu bu huylardan vazgeçirmek, sultanî ru­hun tabiatı olan güzel huylara büründürmekten. aksine hareket edip mü-cahedelere girmekten başka zikir kılıcına da ihtiyac vardır. Bu da. ken­di kendine olmaz; kâmil mürşide muhtaçtır. Bunun için, bir kâmil mür-şid bulup kendini ona tam mânâsı ile teslim et. Telkin ettiği zikir kılı-_ cını da. nefsin helakini dileyerek hayvani ruha her gün salla.. Böyle edersen, anlatılan kötü huylar, güzel huylara dönüşür. Sen de. ehlüllah sıfatına girersin. ..
Hemen herkes, ilk iş olarak; sonucunu düşünmelidir. İnsan sonunu düşünmez ise, cahil hayvan olur.
2. Sınıf : Tarikat ehli olanların mulhime sıfatına bürünmele-rini; mutmainne sıfatı ile muttasıf olmanın çarelerini açıklar.
Bu sıfata bürünen tarikat ehli, az önce anlatılan kötü fiillerden ta­mamen kurtulmuş, kötü huylardan da mümkün mertebe çıkmışlardır. Ama varlık berzahından (tünelinden) renkten renge girmekten, tered-düd ve eğri büğrü gitmekten kurtulamamışlardır. Bunun sebebine ge-lince; Cenab-ı Hakka işleri bırakıp tam manası ile teslim olmamalarıdır. Bunun için, gelecek işin olmayacak ümitler besler; geçmiş için de gam çekip :
— Halimiz neye varır?.
_ Diyerek, on sene sonra olacak lüzumsuz şeyin derdini taşırlar. Bu­gün rızıklarını yerler :
— Acaba sabaha halimiz nasıl olacak?.
Diyerek derin derin düşünürler. Böyle olunca da. hal itibarı ile, Ce-nab-ı Hakkın Rezzak (rızık veren) sıfatını inkâr ederler. Kendilerinde su yolda bir itimat yoktur ; Cenab-ı Hak, kendilerini şimdiye kadar ne aç bıraktı, ne de çıplak.. Bundan sonra da aç açık bırakmak onun sa­nına yakışmaz. Bu durumu kendi kendilerine söyleyin hiç bir şekilde te­selli bulamazlar.
İster zengini, ister fakiri olsun, heri aynı haldedir. Daima, geçmiş için gam çeker, gelecek için de olmayacak ümitlar beslerler. Bu sebep­tendir ki: Daima, içlerinde bir eğrilik, bir sıkıntıdan kurtulamazlar. Daima, renkten renge girer, tereddüd içinde olurlar.
Anlatılanlardan başka; dünya sevgisi, mâsiva sevgisi ve tabii şey­lere bağlılıktan kurtulamamışlardır. Dünya metaına meyilli oldukların­dan; zikirlerinde safa ve lezzet bulamazlar. Teveccüh ve mürakabele-rinde gayet sıkıdırlar.
Hallerinde de bir sebat yoktur. Bazan iç açıklığı gelir; ruhanî sa-fadan bir parça tadarlar Bazan, da, anlatıldığı gibi iç tıkanıklığı gelir; renkten renge, girer ve tereddüde bürünürler.
Anlatılaa işlerin sebebine ve hikmetine gelince., onu da şöyle açık­layabiliriz :           
Bu durumda olanlara sultanî ruh, hayvani ruha üstün gelmiştir. Mürşidin himmeti ve zikrin şiddeti ve ateşi ile teveccüh ve murakabede ihsan olunan ilâhî feyizler gelmiştir. Bu arada, Hak yola giren salikin çalışıp gayret etmesi ile de, hayvani ruh, ister istemez sıkılmıştır; artık çaresiz kalmıştır. Bu yüzden de, tabiatı olan kötü huyları, sultanî ruhun tabiatı ile değişmiştir. Vücud yönetimini, sultanî ruhun görüşüne bı­rakmıştır; artık hiç bir şeye de karışmaz. Hal böyle iken, yine de uslu durmaz; bir yandan sultanî ruhun önüne çıkar, önün yolunu kesmek için veziri olan akl-ı maaşı, başvurduğu yer olan şeytan ile danışma meclisi kurar. Dünya hilesi ile, sultanî ruhu düşürmek için dünya iş­lerinin her türlüsü ile önüne çıkıp vesvese verirler.
Anlatılan sebepten ötürüdür ki : Bu mülhlme sıfatında olan salik-ler. tam tevekkül ile Hakka tevekkül edip işleri Hakka bırakamazlar. Dolayısı ile, halleri daima anlatıldığı gibidir.
Bazan kendilerine sultani ruh üstün gelir; o zamanı kendilerinde mümkün olduğu kadar tevekkül zuhur eder. O zaman da, teveccüh ve murakabelerinde bir nebze ruhanî safa duyarlar. Bu durum, onların te­rakki (yükseliş) halleridir. Bazan da, bir taraftan, hayvani ruh, hile ile sultani ruhu uğraştırır; terakki halinden düşürüp iniş. halini zuhur et­tirir.
Gelelim, mülhime sıfatından geçip mutmainne sıfatına bürünmenin Çaresine.
Bunun çaresi odur ki : Bu sıfat ile müttasıf olan kimseler, daima Allah'ın huzurunda olalar. Dalma gezip oturdukları yerde şöyle düşü-neler :
—  Cenab-ı Hak, bana benden yakındır. Dedikten sonra :



—  «İhsan odur ki, Allah'ı görür gibi ibadet edesin; sen onu görme-sen de o seni görür.»
Hadis-i şerifindeki mana uyarınca, kendi kendine şöyle demelidir :
—  Her nereye varsam, basiret sahibidir; beni görür. Her ne konuş-sam, semi sıfatının sahihidir; beni işitir. Onun için uzak yakın birdir. Sesli konuşmakla, kalbe gelen hatıra onun katında eşittir.
Böyle deyip dalma huzur ve hüşû içinde bulunmalıdır :
—  Şu anda Allah'ın huzurundayım. Her nekadar ben Cenab-ı Al­lah'ı görmesem de, şu anda o beni görüyor; halime vâkıftır. Benim gör-meyişim, kendi benliğimdendır.
Böyle dedikten sonra, huzurla huşu ile kalbine bakmalı; Allah'ın huzurunda durmalıdır. Eğer bir yandan kendisine gaflet gelirse., he­men akimi başına toplayıp pişmauhkia tevbeye gelmeli; istiğfar etme­lidir. Sonra da, anlatıldığı gibi, Allah'ın huzurunda durmalıdır. Eğer kalbine dünyalıktan yana bir şey gelirse ve ona sevgi duyarsa., yine ak­lını başına toplamalı ve kendı kendine şöyle demelidir :
—  Bu, Allah'ın bir mahlûkudur. Biz ise, yüce Hakkın yüzünü görmeye talibiz. Gece gündüz : .



—  «Allahım, tüm gayem sensin; isteğim rızandır.»
Deriz. Bize yakışır mı ki, yaratan dururken, yaratılmışa sevgi bes­leyelim. Bu sözümüzde yalancı olmak bize yakışır mı?.
Cümle varlıklar, Cenab-ı Hakkın yaratması ile meydana gelmiştir. Onları sevmekten; Cenab-ı Hakka :
—  Ben seni sevmiyorum.
Demek manası çıkar. Çünkü, sevmek, ortaklık kabul etmez; iki kar­puz bir koltuğa sığmaz. Onun için,, o şeyin sevgisini derhal kalbinden . çıkarmalı; zikri ile, tefekkürü ile meşgul olmalıdır. Sonra yine kalbine :
— Senin halin neye varır. Bu dünyanın ucu uzundur. Hastalık saf­lık bizim İçindir. Biraz sonunu düşünmek gerek. Bu gençlik gider, ihti­yar olursun O zaman da sana kimse itibar etmez. Köse basında dilen-cilik de sana yakışmaz. O vakit. pişmanlığın da sana faydası yoktur,
Dünya oldukça, her şey insana lâzımdır.
Şeklinde, kalbine yine bir taraftan hatıra gelirse., hemen cevabında şöyle demelidir :
—  Cenab-ı Hak, benlm rızkımı ezelden takdir etmiştir. Yemenin, içmenin, giymenin üçü de ecel gibidir: hîç bir şekildi değişmez. Her gün için, insanın nasibi ne ise onu bulur. Sırf istemek, yorgunluktur. Düşün-mekle, çalışmakla fazla ve noksan olmaz. İş bir zihin yorgunluğundan ve kalbin kararmasından ibaret kalır.

Takdir-i Huda kuvvet-i bazu ile dönmez;
Bir şem'ayı ki, Mevlâ yaka, bir vechile sönmez..(1)

(1) Bu şiirin daha açık Türkçesi şöyledir :
Allah'ın takdir çarkı kol kuvveti ile dönmez; Hakkın yaktığı mum, üflemekle sönmez.

Buna göre, ezelde ne takdır edilmiş ise, belli vakitleri geldiği zaman zuhur eder. Dünya için gam çekmek, ahmaklığın taa kendisidir. Her ış, olacağı gibi olur. Senin fikirlenmen, kederlenmen yorgunluktan ibarettir.
Böyle dedikten sonra; yine zikri ile, tefekkürü ile meşgul olmalıdır. Eğer yine bir hatıra zuhur ederse., ki edecek ve şöyle gelecektir :
—  Durum öyle olduğuna göre, Cenab-ı Hak,, her şeyi ezelde takdir eyledi. Senin davranışın ve duruşun faydasızdır. Eğer bir şeyin gelmesi
takdır olunduysa, senden de o yönde bir hareket zuhur eder. Öyle olun­ca, cümle işini Hakka bırak. Hiç bir şeye karışma: tam manası ile tes­lim ol. Allah katında senin merteben ne ise, o senin işlerinden zuhur eder. Neden boşuna zahmet çekiyorsun?. Eğer kaderindeki sır şaki ise, said olmak muhaldir. said ise, şaki olmak muhaldir. Bunun için zah­metin boşunadır. Her işinde, tam manası ile teslim ol. Bu alem berzah­tır: bir seye karışma, istirahat et.
Böyle bir hatıra zuhur edince de, ona şu cevap verilir:
—  Kul, kulluğunu yapmalı; zira bu dünya imtihan âlemidir. Ce­nab-ı Hak, kullarının halini ve mertebelerıni kendilerine bildirmek için dünyada cümle emirlerini ve yasaklarını kesin delillerle haber vermiş­tir. Razı olduğu şeyleri ve razı olmadığı şeyleri açıkladı. Bu dünyanın da, berzah âlemi ve imtihan âlemi olduğunu açıklayıp şöyle buyurdu :
—  Ey kullarım, siz rızamı elde etme yoluna girin. Rızıklarınızı ben veririm? Bu hususta bana tevekkül edin. Sizin rızıklarınıza kefilim.
Bu manada, nice nice âyet-i kerimeler gelmiş ve vaad buyurmuştur. Böyle olunca, kul kulluğunu yapmalı. Kula düşen, efendisinin emrini ye­rine getirmektir. Bunun için, dalma onun rızasını gözetip emrini yerine getirmeye çalışıp gayret etmeli.. Onun efendisi dilerse azad eder, dilerse çırak der. Dilerse, kendisinin özel ve umumî işlerini ona teslim eder, bir şeye karışmaz. Dilerse, tedip ve azab eder. Kul, efendisinin kudret elin­dedir. Kulun, anlatılan işleri düşünmesi ahmaklıktır. Kula lâzım olan Mevlâsmın rızasıdır. Bu rıza, acaba ne ile elde edilir; onu düşünmelidir. Elbetteki Mevlâsının emrini yerine getirmek, yasaklarından da kaçınmak sureti ile olur. Yoksa emrine tutunmayıp yasaklarından da kaçın­mayın :
—  Ben, tam manası ile teslim oldum..
Deyip fiillerinden, ahlâkından türlü habis işler zuhur edince de :
—  Ne yapalım takdirde varmış; çaresi nedir?.
Diye türlü türlü büyük haltlar edip sonra da takdire bühtan at­makla bitmez. Cenab-ı Hakkın bir giinü vardır; o gün gelince, bu türlü bahaneler para etmez.
Dedikten sonra, yine zikri ile fikri ile meşgul olmalıdır.
İster dünyaya, ait olsun, ister âhirete ait olsun; bu türlü hatıralar zuhur ettiği zaman, o hatıraları bir kere şeriat terazisine vurup tartma­lıdır. Eğer şeriata uygun gelirse, pek güzel.. Eğer şeriata uygun düş­mez ise, anlatılanın zıddı ile cevap vermelidir. Yine kendi zikri ile fikri ile meşgul olmalıdır.
Zira, bu mulnime sıfatının durumu acaiptir. Zira, bu durumda, hay­vani ruhun hilesi pek çoktur. Daha önce de anlatıldığı gibi; hayvani ruh. akl-ı maaş, şeytan üçlüsü yek vücud olup suret-i haktan görünürler. Tür­lü türlü hilelerle sultanî ruhun yolunu keserler; onu düşürmek için çok gayret edip çalışırlar. Ama, burada gereken, daima ayık olmaktır. Her ne türlü bir hatıra zuhur ederse., anlatıldığı gibi onu şeriat terazisine vurmalı; cevabını da ona göre vermelidir.
Hak yolcusu salik, anlatılan düzen içinde ve daima ayık olmalı. Bu Şekilde nefsi ile mücahede ederse., kısa zamanda Cenab-ı Hakkın yar­dımı gelir; mutmainne sıfatı ihsan olunur. Mutmainne sıfatı da, ken­disine hal olur.
Mutmainne sıfatının bir kimseye hal olmasının alâmetine gelince., onu da anlatalım. Bunun alâmeti olarak, başka kötü huylar, iyi huy­lara dönüşür. Bundan başka, kendisine tam bir tevekkül ihsan olunur. Bundan sonra, dünya cihetinden gelen işlerini, tamamen Cenab-ı Hak­kın kudret eline bırakır; tam manası ile teslim olur. Daha sonra, ken­disine bir zenginlik forması ihsan olunur ki : Kesin olarak gelecek için olumsuz bir ümide kapılmaz, geçmişin derdine de düşmez. Artık sabah olacak işi, akşamdan düşünmez :
— Gün, bugündür; saat, bu saattir.
Deyip Hakkın verdiği ilâhî ihsana teşekkür etmeli ve kanaatkar ol­malıdır. Bundan sonra, cümle cihan halkı biraraya gelip :
— Yahu, bu senin ettiğin nasıl iştir?. Sonra pişman olursun.
Deyip türlü türlü nasihat etseler; zerre kadar onun itikadına bo­zukluk gelmez.
İşte, bir kimsede, anlatılan bu haller zuhur ederse., o kimsenin nef­si, mutmainne sıfatına büründüğüne delâlet eder.
Ey Cenab-ı Hakkın yüzünü görmeye talib olan, burada biraz nasihat edeceğim. Aklını başına toplayıp güzelce dinle ve düşün.
Levvame sıfatında, mulhime sıfatında bulunan kimselere; mürşid himmeti, kendilerinin çalışıp gayret etmeleri, Cenab-ı Hakkın ihsan ve inayeti ile nur tecellisi, nur müşahedesi gibi zuhurat olabilir. Nur te­cellisi, sıfatların müşahedesi gibi zuhurat da olabilir. Bazan da; sıfat­ların tecellisi, zatın müşahedesi zuhur eder. Teveccühünde, Resulüllah efendimizle görüşüp konuşabilir; Allah ona salât ve selâm eylesin. Mu­rakabede dahi, tecelli halinde durumu tesbit edilip anlatılmayan ilâhî hitab da zuhur edebilir.
İste, anlatıldığı gibi şeyler zuhur ettiği zaman, sakın ha sakın: on­lara bel bağlamayasın. Her ne çeşit ilâhî tecelli zuhur ederse etsin: ne kadar ilâhî iltifat gelirse gelsin, onlara bakıp kendi kendine :
—  İyice adam oldum..
Deyip kendini öyle sanmayasın. Zira, bu makam, cümle ehlüllahın :
—  Aman ya Rabbi, sana sığınırız..
Dedikleri makamdır. Allah bizleri de sizleri de korusun. Zira, bu­radan düşen, emmare makamına kadar gider. Tarikattan tard edilip son nefesini imansız vermesinden çok korkulur. Sebebine gelince: Lev­vame sıfatında, mulhime sıfatında hayvani ruh; fiillerinden ve huyların­dan tamamen geçip sultanî ruha bütün bütün tam manası ile teslim ol­mamıştır. Ancak, sultanî ruh ağır bastığı için, cümle fillerini, huylarını sultanî ruhun görüşüne bırakmıştır. Kendisi de, zikir kılıcının şiddetli ateşinden ötürü, vücud ikliminin bir yerine gizlenip kalmış olup orada bir şeye karışmaz. Bundan dolayı da, sultanî ruh, vücud iklimini tasar­rufu altına, almıştır. Anlatılan tecellilerin zuhur etmesi, ilâhî ihsanlara zuhur yeri olmaları bu yüzdendir; o haller, salike meleke olmamıştır.
Eğer bu ihsanlara aldanıp anlatılan çareleri boşlar da istirahata çe-kilirse.. o vakit, hayvanî ruh fırsat bulup aki-ı maaş ve şeytan ile da­nışma meclisi kurup bir taraftan sultanî ruhun önüne çıkar, türlü türlü hilelerle ayağını kaydırır. Hükümet tahtından da düşürür. Onun yerine de hayvanî ruh oturur. O zaman da durum, Hak yolcusu salikin kade­rine ve tecellisine bağlı bir keyfiyet alır. Eğer sultanî ruh, bu hali görüp şiddetli korkuya kapılır ve hayvanî ruha teslim olursa, emmare hali zuhur eder; Allah korusun. Bu durumda, sultanî ruh, nefsin esiri olur; insanlık sıfatı da tamamen kendisinden gider. Ve.. hayvanlık sıfatına girer. Böyle bir duruma düşmekten Allah'a sığınırız. Böyle bir duruma geldiği zaman da tarikat-ı aliyyeyi tamamen inkâr eder, tarikattan ko-
vulur.
Eğer bu hali görüp kendinde bir şecaat zuhur ederse, hayvanî ruha
teslim olmaz. Yine mücahedeye ve muharebeye başlar.
Bundan sonra, levvame bahsinde anlatıldığı gibi tevbekâr olup is­tiğfar ederek nefsini ayıplamaya başlarsa., o zaman levvame halleri zu­hur eder. Anlatılan çarelere muhtaç olur; yeni baştan anlatılan kötü huylarını değiştirmek gerekir. Bundan sonra, yine hayvanî ruha üstün gelir; bir el vurması ile, hükümet tahtım onun elinden alır. Yine vücud ikliminde hüküm sürmeye başlar. Anlatılan ihsanlara da yeniden zuhur yeri olur.
Mademki durum anlatıldığı gibidir; bu işler başa gelmeden çaresi­ne bakmak gerekir. Zira, daha önce de anlatıldığı gibi, bu yer, çok kor­kulu yerdir; hayvanî ruhun burada hilesi çoktur. Bunun sebep ve hik­metine gelince havvanî ruh, sultanî ruha bütün bütün teslim olup tüm, fiillerinden ve huylarından geçip sultanî ruha fiillerinde ve huylarında kendi isteği ile razı ve teslim olmamıştır. Ancak, sultani ruhun ağır bas­masında , zikrin şiddetinden, teveccüh ve murakabenin feyiz nurundan çok sıkılmış çaresiz kalmıştır. Bu yüzden de, ister istemez cümle işlerini ve huylarım sultanî ruhun görüşüne bırakmış, vücud ikliminde bir yere gizlenmiştir; hiç bir şeye de karışmaz. Bununla beraber, anlatılan kötü fiilleri ve huyları zerre kadar değişmemiştir. Bundan dolayı da, vücud ülkesinde güzel huyların yürürlükte olmasına hiç bir şekilde razı de­ğildir. Ama çaresiz ve kimsesiz kaldığı için, anlatıldığı gibi bir yere giz­lenmiştir; daima sultanî ruhun bir açığını yakalamaya bakar. Bu se­beptendir ki ; Bu sıfata bürünenler, kendilerine kalb itminanı gelip bir türlü işlerini Hakka bırakamazlar. Daima tereddüd içindedirler; renk ten renge girerler.
Şimdi, bu sıfatlara, bürünenlere, yani : Levvamede ve mülhimede bulunan kimselere düşen odur ki : Gerek Fahr-i Alem Resulüllah efen­dimiz tarafından, gerekse bizzat nasıl olacağı anlatılamayan Cenab-ı Hak tarafından anlatılan manada nekadar tecelli-i ilâhî ve zuhurat olursa . olsun; çok çok dikkat etmeli ve zerre kadar kendisine varlık vermemelidir.
Bu gibi kimseler, kendilerini şöyle bilmelidirler : Kurumuş bir ağaç­tır, o ağacın meyvesi yoktur ki,-insanlar yesin; yaprakları yoktur ki, bir adam onun gölgesinde gölgelensin.
Bu yoldaki hemen herkes, kendisini anlatıldığı gibi bilmeli ve kendi kendine şöyle demelidir:.
—  İşte ben öyle bir ağacım. Ne ilmim var, ne de amelim. Bir ame­lim yoktur ki : O amelimin altında ihsan olunan ilâhî feyizlerden bir kimse feyiz ve menfaat bula. Dışta ağaçların meyvelerini bir insan ye­diği zaman, nefisleri safa bulur; cismanî tat bulur. Bunun gibi, ibadet ve taat altında ihsan olunan ilâhî feyizler de bir kimseye aksedince O kimsenin ruhu safa bulur; tadını alınca da, gönül açıklığı zuhur eder. -Bu gibi şeyler de sende yoktur ki, onunla övünesin.
Hemen böyle deyip kendisini âciz çaresiz bir şeye yaramaz bulmalı. İsyan deryasında boğulmuş bilmeli. İki eli boş, Allah'ın güvencesinde bir müflis kabul etmeli. Her an, her nefes; rıza kapısının açılması için, aman diyarının kapısında :
—  Güvencemiz sensin, el-aman ya Rabbi..
Deyip durmalıdır. Kendisinde zuhur eden ilâhî ihsanlara bakıp gü­zelce, insaf ederek, halini görmelidir.
Anlatılan durumda, eğer kendine varlık kokusu görünmüş ise, nefe­sine şöyle hitab etmelisin :
— Tüy nefis, sen kendini adam oldun, sayıyorsun?. Henüz senin sı­fatın emmare sıfatıdır; o, zerre kadar değişmedi. En alt mertebe, Ce­nab-ı Hakka işleri ısmarlamaktır; bunu dahi, kendine hal edemedin ki: kalb imtinanı gele de tereddütten ve iç eğriliğinden, renkten renge girmekten kurtulasın. Bir kul, nasıl ihsan-ı ilâhiyeyi görüp temcid da­vulu gibi :
—  Ben ben.

Diyorsa, sen de öyle demeye kalkıyorsun. Beni de, benlik perdesine düşürmek istiyorsun.

Yeter oldu bu hicaba
büründün; Enaniyet libası
ile göründün..
Soyun imdi, bu libastan beri
ol;
Nice menzil kat eyleyüp
insan ol..(1)

(1) Bu şiirlerin daha açık Türkçesi şöyledir :
Bu perdeye büründüğün, benlik giysisi ile göründüğün yeter. Bu giysiden soyun uzak ol; çokça yol alıp insan olmaya bak.

Böyle deyip geceli gündüzlü her nefsete müflisliğe sahib ol. Anla­tılan yolları dene; derdine çare ara. Rıza kapısının açılması için, her ne­feste, aman diyarında pişmanlikla dur. Ciğerini kebab ederek, göz yaşını sel gibi akıt. Âciz çaresiz Allah'ın güvencesi altına giren bir müflis gibi ol. Her taraftan eli boşanmış, minareden aşağı düşen adamın temen­nisi nasıl olursa., bu sıfatlarla muttasıf olan kimselerin Cenab-ı Hakka temennisi ve münacaatları da öyle olmalıdır; hatta beş kat daha ziyade olmalıdır. Minareden düşen adamda, sadece ölüm korkusu vardır; iman­sız gitmek korkusu yoktur. Hatta şehid olma ümidi dahi vardır. Ama, bu sıfatlara düşen kimselere hem reddolma korkusu vardır; hem de son nefesi imansız verme korkusu.. Durum böyle olunca, bunların korkuları, öbürlerine bakarak beş kat değil; belki de on kat olmalıdır.
Sözün özü odur ki : İnsan, kendisinin hekimi olmalı.. Çünkü, sonra hekime muhtaç olur. Görmez misin ki : Zahirde bir kimse kendinin he­kimi olursa., o kimse, hekime muhtaç olmaz. Basuru olan kimseler, ken­dilerine dikkat edip yemek yerken, basurunu azdıran yemekten içmekten sakınacak olsalar, hekime muhtaç olmazlar. Ayrıca, basur hastalığından da kurtulurlar. Diğerlerini de buna kıyas edebilirsin. Hemen her hasta-lik bunun gibidir. Başından sebeplerine yapışılırsa.. sonunda hekime ih­tiyaç duyulmaz. Amma, başında gafil davranılip dış sebeplerine yapışıl­maz ise, sonra hastalıklar, vücudun her tarafına yayılır. Şiddetli sıkıntı vermeye başlar. O zaman da, hekime ihtiyaç duyulur. Türlü türlü acı ilâçlar tatbik edilir; hayli de zahmetler çekilir.
Kâmil mürşidler de gerçek hekimlerdir. Anlatılan çarelere baş vu­rup huylarındaki ve işlerindeki illetleri; çalışıp gayret ederek, açıklan­dığı gibi ilâçları kullanır, o illetleri vücud ülkesine yerleşmeden atabi-lirsen yolun kolaylaşır. Gün gün, mertebeler alırsın. Sonsuz ilâhî ihsan­lara sahib olursun.
Ama gafil davranıp da, anlatılan hastalıkların atılmasını mürşidine bırakır :
—  Benim elimden bir şey gelmez. Beni benden daha iyi bilir. Nasıl isterse yapsın razıyım. Boşuna çabalamak para etmez.
Deyip kilimin dört ucunu bırakırsan :
—  Hepsi şeyhin elindedir; nasıl bilirse öyle etsin..
Deyip anlatılan çarelere baş vurulmaz ise., o vakit, mürşid de onun haline bakar ve şöyle görür :
Kendisini nefse kaptırmış. Nefsin hilesine ve azdırmasına kanmış. Kilimin dört ucunu da bırakmış. Vücud ülkesi, nefsin yönetimine geç­miş. Anlatılan hastalıklar da birleşmiş..
Bu hali görünce bilir ki : Basur hastasının hastalığı nasıl vücudu­na yerleşip hekime muhtaç duruma gelmiş ise., bu kimse dahi, mür­şidin ilaçlamasına muhtaç duruma gelmiş.. Böyle olunca da, hastalığı­na göre ilâç verir.
Ancak, onların ilâçları Allah tarafından geldiği için, geri çevirmek mümkün değildir; zahirdeki hekimin ilâcını geri çevirmek mümkündür. Bu zatların verdikleri ilâçları, hiç bir şekilde geri çevirmek mümkün de­ğildir; zira Ailah katından gelmektedir. Zehir olsa dahi, kullanılır; geri çevrilmez.
İlâç verme usulüdür ki : En düşük dozda olan ilâçları, en az has­talıklı olana verirler. Hastalık ağırlaştıkça, ilâcın dozu da yükselir.,Du­rumu, buna göre kıyas edebilirsin.
Hâsılı: Herkesin hastalığına bir başka türlü ilâçları vardır. O ilâcı verirler ki, o hastalık ondan gide. Hasta sağlığını buluncaya kadar, nice zorluklar çekilir. Bundan sonra, yavaş yavaş o ilâcı ondan alır, gönlünü hoş tutmaya bakarlar.
Şimdi, anlatılan durum güzelce düşünülmelidir. Anlatılan çareleri, insaflıca haline bakıp herkes kendine tatbik etmelidir. Ta ki, mürşidin ilaçlamasına ihtiyaç kalmaya..
Anlatılan çareleri dene; onlarla kötü huylarını iyi huylara dönüş­tür. Bunu, kendi kendine yap; yoksa, mürşidin ilaçlamasına dayanılmaz. Onlar, dayanılacak gibi değildir.
Anlatılanları, ciddî bir şekilde anlamaya çalış.
4. Nevi: Bu, II. faslın yedi nevinden dördüncü nevi olup şu konuları işlemektedir :

MUTMAİNNE SIFATI
a)    Mutmainne sıfatı ve onun şartları..
b)    Rıza kapısı ile tevekkül kapısının farkı..
c)    Velayet mertebesi, velayet müjdesi, velayet melekesi..
Ayrıca, anlatılanların sebebi ve hikmeti .ile razıye sıfatını almanın çaresi ve alâmeti açıklanacak..
Değerli kardeşim, şu da bilinsin ki..
Bu mutmainne sıfatı, velilere hastır. Bu sıfata bürünen zatlar, ve­layet ile, veraset ile müjdelenirler.
Velayet de, nübüvvet de daha önce anlatıldı; burada tekrar edilme­sine gerek yoktur.
Bu sıfat, sadece tarikat ehline mahsustur; zahidlerin. takva sahip­lerinin nefisleri, bu sıfata bürünemez, muhaldir. Onların en büyük ma­kamları, mülhime sıfatıdır; bir adım bile ondan öteye geçemezler. Se-bebine gelince : Zühd ile takva ile nefis, mulhime yolunda anlatılan mikdar kemal bulabilir. Ondan öteye bir parmak dahi gidemez. Zira, mücahede ile nefis, ancak o kadar kemal bulabilir.
Anlatilandan ilerisi, mürşidin terbiyesine, muhtaçtır. Görmez misin ki, dağlarda kendi kendine biten ağaçların meyveleri yenmez. Yense de lezzeti olmaz. Ham ahlat gibi, yiyenin boğazında kalır. Yahut hiç meyve vermez. Ama onları bir bahçevan yerinden çıkarıp kendi bahçesine eke­cek olsa, o hali ile bakıp yetiştirse, yahut başka meyvelerle aşılasa mey­ve ağacı olmaya başlar.
Haliyle bakımlı ağacın meyveleri, ilk hallerine nisbetle çok farklıdır. Hem de, sema ile semek (balık) arasındaki fark kadar..
Bahçevanın elinde yetiştiği için, yaban ağaçlarının meyveleri deği­şir. Ondan yiyenler, cismanî bir lezzet duyarlar.
Eğer yabandan getirilen ağaç, aslında meyveli değilse, ona meyveli ağaçtan aşı yapar; aradan birkaç sene geçtikten sonra, o da öbürleri gibi güzel meyve verir.
Üstteki açıklamadan anlaşıldı ki: Zühd ve takva sahipleri, yabanda yetişen meyveli ağaçlar gibidir :
— Ben, zühd ile, takva ile Hakkı bulurum; kâmil mürşide muhtaç olmam.
piyen kimselerin işlerine bakıldığı zaman, görülür ki : Yaban ar­mudu, elması, vişnesi, kirazı gibidir. Bu türlü meyveler nasıl görünürse., zahidlerden amel sahipleri de öyle görünür.
Yabanî meyvelerin içi acı olur. Ondan yiyen kimseler acılıktan baş­ka bir tad alamazlar. Bunun gibi, zahidlerin, müttakilerin amelleri de zahirde güzeldir. Onların güzel amellerini görüp meclislerine gidenler ve onlardan yardım isteyen kimselere verdikleri nasihatler kendi halleri olmadığı için tesir etmez. Yabanî meyvelerin acılığı dışında bir lezzet de bulamazlar. Bunların meclislerinde nasihatlarını dinleyen adamlar, ayık hale gelmezler. Bundan başka iç halleri huzurda bulunan kimselere de geçer, iç sıkıntısı ile o meclisten kalkarlar. İşte, zühd ile takvanın en ileri makamı budur. Bunun için, onların, mutmainne sıfatından yana na­sipleri yoktur. Mutmainne sıfatı, yalnız tarikat ehline hastır.
Bu sıfatı hal edinmenin alâmetine gelince., daha önce de anlatıldığı gibi şöyle açıklayabiliriz :
Cümle işleri, güzel işlere dönüşür; uygunsuz huyları güzel huylarla değişir. Bundan sonra, kendinden bir istek olmadan bu sıfatın sahibi, Cenab-ı Hakka tam manası ile tevekkül eder.
Cenab-ı Hak tarafından kendisine bir hal ihsan olunur ki : O kimse, cümle zahirî işlerini Cenab-ı Hakka teslim eder; dünya yönünden gelen işleri düşünüp endişeye kapılmaz. Dünya yönünden olacak işler için gam çekmez. Cennet arzusu ve cehennem korkusu, iradeleri dışında kendile­rinden alınmıştır; bunlar için de, gam yemezler. Ancak ibadet ve taatı, Allah rızası için yaparlar. Bunlar, iyiliği emretmek, yasaklardan almak görevini de hakkı olduğu biçimde yerine getirirler.
Bu zatların, teveccüh ve murakabelerinden sonra, Allah ile huzurlu olmak, kendilerine hal oimuştur. Bir nefes dahi, gaflet üzere durmaz­lar; daima ayıktırlar.
Bu mutmainne sıfatına bürünen zatlara tevekkül kapısı açılır; mü­rakabelerinde şekli anlatılamayan bir biçimde, kendilerine velayet müjdesi verilir. Mürşidleri kâmil olursa, bazılarına rıza kapısı dahi açılır. Yunus sûresinin 62. âyetinde Duyurulan :



— «Haberiniz olsun; Allah'ın velî kulları için hiç bir korku yoktur. Onlar, mahzun da olacak değiller.»           
Manası ile müjdelenirler. Ancak, bu sıfatta iken, rıza kapısının açıl­ması, bu âyet-i kerimenin müjdesini almaları henüz onların halleri de­ğildir. Sırf mürşidlerinin güzel teveccühü, Allah'ın inayeti iledir.
Rıza kapısı ile, tevekkül kapısı arasında fark vardır. Şöyleki :
Bir kimse, murakabe halinde iken, anlatılan kapı açılır; kendisi de içeri girince, belli bir yerde tecelli ihsan olunur. Bu âyet-i kerimenin müjdesi de zuhur ettikten sonra, o kapı bir daha zuhur etmez ise., o rıza kapısıdır. Ama, bu durum, kendisinin hali olmadığından, ilâhi ilti­fata nail olmak için; marzıye makamına ayak basıncaya kadar ya bir kere, yahut iki kere, yahut üç kere açılır; kendisine tecelli ihsan olunur.
Eğer anlatılan kapı, tevekkül kapısı olursa., hemen her gece, mu­rakabesinde açılır; içeride kendisine tecelli ihsan olunur. İşleri Cenab-ı Hakka bırakmak, kendisine hal olduğu için, hemen her gece tevekkül kapısından içeri girer, belli bir yerde kendisine ilâhî tecelli ihsan olunur.
Ancak, rıza kapısının hal olması, marzıye sıfatına mahsustur; mar­zıye sıfatı kendisine hal olmadıkça, her gece zuhur etmez; bunun için her gece, kapının açılması, şekli anlatılamayan bir biçimde müjdelen­mek, muhaldir. Belki, mürşidin himmeti ile bir kaç kere zuhur edebi­lir; başka türlü olmaz.
Değerli kardeşim, bu durumu açıklamaktan gaye odur ki : Tevek­kül kapısı görüldüğü zaman, rıza kapısı sanılmasın. Zira, rıza kapısı, Cenab-ı Hakkın ebedî rıza ile razı olduğu kullarına hastır. Ebedî rıza ise., marzıye sıfatına hastır.
İşte anlatılan sebepten ötürü, yalnız işleri Cenab-ı Hakka bırakmayı meleke eden zatlara rıza kapısının açılması zor iştir. Meğerki, anlatıldığı şekilde, ilâhî bir iltifat ola.. Mülhime ehli için tevekkül kapısının durumu da böyledir.
MUlhimede olan zatlara terakki, hallerinde tevekkül kapısı açılır; sıfatların tecellisi zuhur eder. Bir kimseye böyle bir hal zuhur ettiği zaman, insafla kendi haline bakmalıdır : Acaba, işleri Cenab-ı Hakka bırakmak, kendisine meleke olmuş mudur?. Yoksa, hayvani ruhun alt olmasından ileri gelen bir yükselme hali midir?. Bu durum, insafla ba­kıldığı zaman tayin edilir. Zira, mülhime sıfatında her nekadar terakki hali zuhur ederse etsin; yine işleri Cenab-ı Hakka bırakmakta tam bir sebat olmaz; tereddütten ve renkten renge girmekten yana boş değildir, insafla bakıldığı zaman, bütün bunlar, olduğu gibi görülür; bilinir.

VELAYET MERTEBESİ
Kaldı ki, velayet mertebesinin bir müjdesi var; bir mertebesi var, bir de hal olması var.
Velayet mertebesinin müjdelenmesi, anlatıldığı gibidir. Mülhime sı­fatında iken, işleri Cenab-ı Hakka bırakmak hal olmaya yakınken, te­vekkül kapısı açılır. Bu sırada bir, iki, üç kere velayetle müjdelenmek zuhur eder.
Velayet mertebesine gelince; onu da anlatalım. Tevekkül kapısı he­men her gece zuhur eder. İlk zuhurunda, velayet rütbesi giydirilir. Bu mertebedekiler de, üstteki âyet-i kerime ile müjdelenirler. Velayet merte­besi, (kademi) budur.
Ancak, bu anlatılan, velayet hali değildir. Zira, velayet hali, daha önce, ayrıntıları ile anlatıldı.

VERASET HALİ
Veraset hali, masumiyet halidir. Masumiyet hali dahi, marzıye ha­lidir. Bu sebepten ötürü, velayete ayak basan zatlara marzıye sıfatı me­leke olmadıkça, velayet dahi meleke olmaz..
Marzıye sıfatı, masumiyet halidir. Bu yüzden dört keyfiyet kendine meleke olmadıkça, bir kimse, marzıye sıfatına bürünemez.
Velayete ayak basan zatlar için dört şart vardır; bu şartlar ken­disine meleke olmayan kimseye velayet de meleke olmaz. O kimse, an­cak, velayet mertebesinde kalır. Hem de velayetin ilk basamağında.. Bu­nun manası şudur : Kendisine velayet ihsan olunur; o yolda forma giy­dirilir, ama bu kimse masum değildir. Bu yüzden o kimseye düşer ki : Velâyet halini meleke edinmeye çalışıp gayret sarf ede.. Bu durum, lü­zumludan daha lüzumludur.
Anlatılan işlerin sebeb ve hikmetine gelince., onu da anlatalım.. Şöyleki :
Mutmainne sıfatı, işleri, Cenab-ı Hakka bırakmaktan ibarettir. Bu işleri Cenab-ı Hakka bırakmanın sebebini ve hikmetini anlatalım. Şöy­leki :
Hayvani ruh, sultani ruhu düşürmek için her taraftan türlü türlü hile ile önüne çıkar. O zaman, Cenab-ı Hakkın yardımı ile, sultanî ruh, durumu anlar, o hileleri geri çevirir. İşin sonunda, hayvani ruhun cüm­le tedbirleri boşa gider; hemen her yandan, sultanî ruh, üstün gelir. Bu yüzden de, hayvani ruh, âciz kalır, sultanî ruha bütünüyle teslim olur; hatta onun esiri olur. Vücud ülkesi dahi, hayvani ruhun veziri olan akl-ı maaşın görüşünden ve tasarrufundan kurtulur. Bundan sonra geçerli olan, sultanî ruhun veziri olan akl-ı maadın görüşü ve tasarrufudur.
Anlatılan işler olup bittikten sonra, bu hallerin sahibinden bütün bütün tereddüd ve renkten renge girmek halleri gider; kendisine kalb itmimanı hâsıl olur. İşleri Cenab-ı Hakka bırakmak da bir meleke olur. (Yani : Vazgeçilmez bir alışkanlık.)
Ne var ki, benlik berzahı, sevinci ile kederi bir bilmeme berzahı. dünya sevgisi berzahı atlatılmamış, atlatılma da hal olmamış bulundu­ğundan, bu makama sahib olanlar, namazlarını murakabe hali ile eda edemezler.
İşte velilere şart olan bu dört keyfiyettir ki : Bunlar bir kimsede meleke olup vazgeçilmez bir alışkanlık halini almayınca.. Kendisine mülk olmaz ve masumiyet forması da giydirilmez. Açıkçası: Velayet forması giydırilir, ama masumiyet giydirilmez.
Anlatılanlardan başka, bir kötü huy daha kalmıştır. O. her nekadar vücud ülkesinde geçerli değilse de, gizli bir yerde gizlenmiştir O huy da şu görüşü taşımaktır :
— Kötü huylarım, iyi huylara, dönüştü.
Ama, bir geçit başında dikkat edilip bakıldığı zaman, o huyun içe­riden harekete başladığı görülür. Gizlice, bir yerden bas gösterir. On­lara velayet hal olmaması da bu yüzdendir; zira, kemalde noksanları vardır.
Üstteki durumun da sebebini ve hikmetini anlatalım; şöyleki :
Hayvani ruh, sultanî ruha her ne kadar tam teslim olup sultam ruhun esiri olsa dahi, bunu kendi iradesi, isteği ile yapmamıştın. Sulta­nî ruhun ağır basması ile yapmıştır. İradesiz teslim ve esir olmuştur.
Anlatılan sebepten ötürü de, kendi tabiatının gereği olan huyları de­ğişmemiştir. Ancak, tam teslim olup esir olduğu için, vücud ülkesinde hükmü geçmemektedir. Bu yüzden de, tabiatının gereği olan huyları yü-rütememektedir. Böylece, kötü huyları kapalı kalmıştır.
İşbu sebepten ötürü, bir kimse ile mücadele ettikleri zaman bunlara dikkatle bakmalıdır: Hemen o huylar, bir bir baş göstermeğe başlar­lar. Ama, hayvani ruhun hükmü geçerli olmadığı için bir şey yapamaz. İlk hallerindeki gibi, o huyların hükmünü yürütemez, öfkesini yutar. O mücadele ettiği kimse ile ülfet edip sevişmeye başlar. Bundan ötürü­dür ki; levvamede ve mülhimede olan kimselerin düşmesinden korkulur, ama, velâyete ayak basanların düşmesinden korkulmaz. Ama, gerçekte, faziletli, seçilmiş bir kimse olmadığından; kendisine giydirilen velayet formasını koruyamaz, dünya çirkefi ile lekeleridirebilir. Böyle bir şey ederse, kıyamet günü, mahcub olur; rüsvay olup utanır. Aldığı lekeler­den ötürü de sorguya çekilir, hesabı sorulur. Buna göre, velayete ayak basanlar :
— Velayete ayak bastım..
Deyip böbürlenmemeli. Zira, bu durumda, ancak cehennem ateşinde azap görmekten kurtulmuşlardır; hesaba çekilmemek yoktur. Bunun se­bebi de; velayet halini, vazgeçilmez bir alışkanlık haline getirip meleke edemeyişi, ilk mertebeye ayak basıp kalışıdır. Durum böyle olunca, ve­layet haline adım attıktan sonra, onu kendine meleke edinmeye çalışıp gayret etmek, lüzumlunun da lüzumlusudur.
Gelelim mutmainne sıfatından geçip razıye sıfatına bürünmenin ça­relerine.. Şöyleki :
öncelikle, yakin ilmi sırrını, kendisine, bu makama ulaşmak isteyen kimse meleke edinmelidir. Zira, bu sırra erip her nefeste Allah ile huzur­lu ve beraberlik sırrına ermiş olmak, bu sıfattaki zatlara vazgeçilmez bir alışkanlık olmuştur; yani : Meleke.. Bundan sonra, Allah'ta huzur­lu olmaya çalışıp gayret etmeleri gerekir. Bunun için de, eşyanın tümü­ne bakıldığı zaman, birlik nazarı ile bakılmalıdır. Murakabe hali ile te-tefekküre de dalınmalıdır. Zira, bu sıfata bürünen zatlara; murakabelerin­de sıfatların tecellisi, zat müşahedesi hal olmuştur. İşte, murakabeden çıkıp ayık hale geldikleri zaman da, her nefeste o murakabedeki hali düşünüp cümle fiilleri düşünmeli, cümle işleri Cenab-ı Hak'tan görüp mti-rakabedelerinde ihsan olunan ilâhî tecelliyi ayık halinde de kendilerine hal edinmeye çalışıp gayret etmelidirler.
Bundan sonra, kendilerine bir taraftan ilâhî bir ihsan zuhur ettiği zaman, onunla sevinmemeli, kader sırrına yormalıdırlar :
—  Bu durum, ezelde bizlm için ilâhî bir takdır olmuştu. Şimdi tayin edilen zamanı geldi. Zahirî sebebi ile bize yöneldi. Sebebi veren de Hak, bu ihsanı veren de Hak..
Böyle dedikten sonra, dış sebebe olan kalbin itminanını kesmeli. Sonra da kendi haline bakmalı.. Bu arada, bir sevinç ortaya çıkarsa an­latılacak durumu düşünmelidir. Önce :



—  «Her şey aslına döner..»
Dedikten sonra, şöyle demelidir :
—  Bu işin dışına nasıl sevinebilirim?. Zira, cümle eşya toprak, su, hava ve ateşten ibarettir. Bunlarla sevinip avunmak ise, ahmaklığın taa, kendisidir. Sevinmek, sevgiden çıkar. Eğer bu olana sevgim olmasaydı, sevinç zuhur etmezdi,. Halbuki, anlatılan unsurlardan meydana gelen şeyleri sevmek ahmaklığın kendisidir; düşüklüktür.
Böyle dedikten sonra, o maddî şeyden sevgiyi kesip almalıdır. Se­vincin de önünü almak gerekir.
Beri taraftan kendisine keder verecek bir şey zuhur ettiği zaman; bunu da kader sırrına bağlamalıdır :
—  Bu iş, Cenab-ı Hak tarafından bize gelen bir ilâhî ihsandır. Bu­nun altında çok büyük nimetler vardır. Bu gelen, ilâhî bir armağandır. Sabır gerekir, zira ben Yüce Hakkın zatına aşıkım..
Dedikten sonra, kendi kendine şöyle çıkışmalıdır :
—  Sen üstteki sözleri söylüyorsun; hiç aşık maşukundan gelen bır şeyi geri çevirir mi?. Haşa, zehir olsa dahi, şekerli helva gibi yer. Hal böyle iken, bu bir ilâhî imtihandır; altında nice nice büyük nimetler var­dır. Hem de akıllara gelmeyecek kadar..
İşte, anlatılan durumdakiler, anlatıldığı gibi söyleyip gönüllerini te­selli ile alıp sevinç ile kederi birleştirmeğe çalışıp gayret etmelidirler.
Sevinç ile kederin eşit kabul edilmemesi, Âl-i imran suresinin 14. âye­tinde Duyurulan :



— «insanlara; kadınlardan, oğullardan, yığın yığın biriktirilmiş al­tın gümüşten, salma güzel atlardan, sürülerden, ekinlerden yana şehvet­ler dizisi sevgisi süslü gösterildi. Ama bunlar, dünya metaıdır.»
Manada açık açık anlatılan, dünyanın altı çeşit metaına sevgiden doğar. O altı şeyi daha açık olarak, şöyle anlatabiliriz :
a)     Kadınlar..
b)     Çocuklar..
c)     Basılmış altın gümüş, her türlü para..
d)     Donanmış atlar..
e) Sığır cinsi de dahil, her çeşitten sürü..
f) Kokulu şeyler, bağlar, bahçeler, ekilen biçilen ziraat işleri.. İşte bütün bu şeylerden yana, kalben sevgi bağını koparmak gerekir. Bunun ilâcı da anlatıldığı gibidir. Yani : Bu yolda olanlar, eşyaya vah­det (birlik) gözü ile bakıp onlara sevgi vermemelidirler. Bu altı şeyden hangisine sevgi zuhur eder ise., hemen ardından anlatılan reçeteyi uygu­lamalı, o sevgiyi gönülden söküp atmaya bakmalıdır; bunun için de çok çalışıp gayret etmek gerekir.
Bu makamdaki zatlara, sadece dünya sevgisi değil; âhiret sevgisi dahi feyiz gelmesine engel olur. Bunun sebebi ve hikmeti ise, iki seygi-nin bir kalbde olmasının zor oluşudur.
—  K a 1 b ..                         
Adı ile anlatılan yer, Yüce Hakkın nazargâhıdır. Orada, ilâhî tecelli görülür. Böyle olduğuna göre; oraya ilâhî sevgiden başkasını koymamak gerekir. Oraya, ilâhî sevgiden başkası girerse, seni uğraştırır, ilâhî te­celliden yoksun eder.
Anlatılan sebeptendir ki; velîlere velayet makamına ayak basmak ihsan olunduğu zaman, anlatılan altı şeyin sevgisi, anlatılan reçetelerle gönülden sökülüp çıkarılmalıdır. Hatta, o manada kılcal damarları dahi sökmek gerekir. Ta ki : Gün gelip de onlardan filiz çıkmaya.. Dünya ve âhiret sevgisi, anlatıldığı gibi tamamen kesilip atılınca, sevinç ile ke­derin bir görülmesi gayet kolay olur.
Bir kimseye, bir yerden bir sevinç gelecek olsa, ya dünya işlerinden­dir; ya da âhiret işlerinden.. Sevinç işleri, bu ikisinin dışında değildir. Bir taraftan gelen şeylere karşı bir kimsede sevgi belirtisi olmaz ise, ken­disinde zerre kadar sevinç eseri zuhur etmez. Olmuş, ya da olmamış, ikisi de eşittir.
Keder dahi, anlatılan şeylerin elden gitmesindendir; yani : Dünyaya ve âhirete dair işlerin.. Keder ve sıkıntı, üstte âyet-i kerime ile tesbit edilen altı şeyden birinin gitmesinden zuhur ki, yine sevgiye bağlıdır. O elden giden şeye karşı sevgi olmasaydı; onların gitmesinden ötürü, hiç kimseye zerre kadar keder zuhur etmezdi. Bunu bir hikmete yorup :
—  Allah verdi; yine Allah aldı.. Derdi. Zikri ile, fikri ile uğraşır dururdu.
Yukarıdan beri izah edilen durum anlatıyor ki : Sevinç ile kederin birleşmesi, dünya sevgisinin kesilip atılmasına bağlıdır.
Bundandır ki, velayet ayak basan zatlara; dünya ve âhiret sevinci­nin kesilmesi için, Allah sevgisi lâzım, hatta elzemdir. Bundan sonra, sevinç ile .kederi birleştirmek gayet kolay olur.
Razıye sıfatında bulunmanın alâmeti odur ki: İradesiz, anlatılan altı şeye karşı sevgi bağları, kesile.. Onların artmasından ve eksilmesinden ötürü, kalbe zerre kadar sevinç ve keder gelmeye.. Her anda, bir baş­ka mana işinde oluna.. Rahman suresinin 29. âyetinde Duyurulan :



—  «Her an bir bir başka iştedir.»
Mana uyarınca, onlara bir hal gelir. Bu âyetteki mana ile hallenir-ler. Bundan sonra, onlardan birine :
—  Doğu ile batı arasını sana verdik. Seni padişah tayin ettik. Cüm­le âlem, senin hükmündedir..
Deyip cümle ülkelerin anahtarlarını ona tesllm etmiş olsalar; kalbi­ne zerre kadar sevinç gelmez. Belki kederlenip :
—  Beni meşgul eder; huzura engel olur.
Der.. Dünyanın anlatılan işlerinden başka, mürakabe halinde onların biline tarifi imkânsız ilâhî lütuflar gelip çeşit çeşit âhiret nimetleri ile müjdelense dahi, yine zerre kadar kendisine sevinç vermez :
—  Allahım, tüm gayem sensin; isteğim rızandır.
Der ve bu cümlenin gerçekleştiği yer olur.
Anlatılanların aksi dahi zuhur edebilir. Yani: Gelmez, gider, öyle bir şey olduğu zaman da :
—  Allah verdi, Allah aldı; mülk Allah'ındır. Bizim zerre kadar bir şeyimiz yoktur.
Der; iradesini kullanmadan, kendisine zerre kadar keder gelmez.
Anlatılanlardan başka, kendi bedenlerine bir keder isabet edecek olsa, ona da razı olurlar; tesllm olurlar. Her nekadar zahirde mihnet ve meşekkat çekip o hastalığın giderilmesine teşebbüs etseler dahi, gönül­lerinden razı olurlar; bir hikmete yorarlar.
Gerek hal ile, gerek söz ile, gerek vicdani olarak o hastalığın zorlu­ğundan ve zahmetinden şikâyet etmek, hatırlarına gelmez. İradesiz razı olurlar. Her nekadar arkadaşlarının ve kendi gibilerin yanlarında hallerini anlatıp dursalar dahi, yine de gönüllerinden razı olurlar; .anlattık­larına hikâye yollu anlatırlar.
Sözün özü odur ki : Bunlara öyle bir hal ihsan olunur ki; Cenab-ı Hak'tan isabet eden her şeye iradesiz teslim ve razı olurlar.
İşte anlatılan rıza ile, Cenab-ı Hak'tan gelen işlere razı olan zatların nefisleri, raziye sıfatı ile muttasıf olduğuna delâlet eder.

RAZİYE SIFATI
5. Nevi: Raziye sıfatını açıklar.
II. sınıfın yedi nevinden beşinci nevidir.
Burada anlatılacak sıfatın ehli tek sınıftır.
Değerli kardeşim, şu da bilinmiş olsun ki..
Bu sıfat, yine velîlere hastır. Açıkçası, velayete ayak basar bas­maz bu sıfata bürünmek muhaldir. Onun için, bu da tek sınıf olarak an­latılacaktır; iki olmaz.
Bunun alâmetini de şöyle anlatabiliriz :
Bu sıfatta olan kimseye her ne gelirse gelsin; hemen hepsini de Ce­nab-ı Hak'tan görür. Acı ile tatlı ona göre eşit olur. Oyle bir rıza ile razı olur ki : Başına gelecek bir kazayı on sene önce Cenab-ı Hak kendisi; ne haber verecek olsa, onun giderilmesi için bir kere dahi :
— Aman ya Rabbi sana sığınırım.
Deyip onun geri çevrilmesini rica eylemez. Hemen, o kazaya razı olur bekler durur.
Bu işin oluşundaki sebebi ve hikmeti de anlatalım. Şöyleki: Hayvani ruh, sultanî ruhun eseri olmuştur. Sultanî ruh da onun elini ayağını zikir kemendi ile bağlamıştır. Teveccüh ve feyizleri ile onu göz hapsinde terbiye etmiştir. Böylelikle, hayvani ruhun tabiatı olan öfke, kendisinden tamamen silinip atılmış ve sultanî ruhun tabiatı olan rızayı kendisine hal etmiştir. Teveccüh ve murakabenin feyiz nuru ile gözleri nurlanmıştır. Şekli anlatılamayan bir manada ihsan olunan ilâhî hitapla da kulakları sağır olmuştur. Böylelikle kendi tabiatı olan masivadan lez­zet almak, dünya sevgisi kendisinden alınmıştır. Artık gözü, dünya me-taını kesin olarak görmez. Kulakları dahi, kesin olarak rızaya ters düşen sesleri işitmez.
Anlatılan sebepten ötürüdür ki; razıye sıfatı ile muttasıf olan zat­lardan dünyalık sevgisi tamamen alınır. Bu yüzden cismanî lezzetten koku duymazlar. Rızaya ters düşen işler de, kesin olarak kulaklarına ulaşmaz.
Meselâ bunlar, sazende ve nalende meclisinde bulunsalar; oradaki sazdan ve sözden zerre kadar, kendilerine cismanî lezzet zuhur etmez.
Ancak, sultanî ruhun gözü görüp kulağı işittiği için, o mecliste mu­rakabe halleri zuhur eder; ruhanî bir safaya dalar giderler.
Hülasa..
Bu sıfata bürünen zatlar, her bir şeye bakarken, gönül birliği içinde bakıp cümle işleri Cenab-ı Hak'tan görürler. Ama bu durum, hale da­yalı bir şeydir; sözle yapılacak bir şey değildir. Eğer bir hale sahib ol­mayan kimse :
—Onlarıı taklid ederim..
Deyip işe başlayacak olursa., aşağıların da aşağısına kadar gider. Zira, hal, taklid edilecek bir şey değildir. Bu manavı anla.
Zira, bu zatların ayık halleri, sıfat tecellisi ve zat müşahedesi olmuş­tur. Bunun için, onlarda dünya sevgisinden yana bir belirti kalmamıştır; sevinçle keder, onlara göre eşit duruma gelmiştir.
Cümle işleri Cenab-ı Hak'tan gördükleri için, bütünlük ifade eden rıza, kendilerine vazgeçilmez bir alışkanlık olmuştur. İşin asıl sebebi de budur.
Ne var ki bunlar, henüz varlıktan kurtulup bütünlük ifade eden ma­nada mahviyeti kendilerine hal edinememişlerdir. Dolayısı ile, kendile­rinde kötü huyların kokusu bulunur. Daha açık tabiri ile şöyle diyelim :
— Varlık tamamen silinip kötü huyların tamamı, güzel huylara dö­nüşüp güzel huyların da tamamı hal olmamıştır.
Anlatılan sebepten ötürü de, sıfat-ı mutmainnede bulunan zatlar gibi; fiillerinden ve işlerinden dolayı sorguya çekilirler.
Böyle oluşun sebebini ve hikmetini de diyelim; şöyleki :
Hayvani ruh, sultanî ruhun terbiyesi ile bütünlük ifade eden rızayı kendisine hal edinmiştir.
Kötü huylara gelince., bunların başı varlıktır. Cümle kötü huylar ondan zuhur eder. Varlık ise, hayvani ruhun kendi tabiatıdır: cümle kö­tü huylar, bu sıfatın içinde saklıdır. Dolayısı ile, varlık tamamen silinip yokluk hal olmadıkça; anlatılan kötü huyların tamamının yok olup gü­zel huylara dönüşmesi muhal iştir. Varlığın da yokluğa dönüşmesi ise.. hayvani ruhun marzıye sıfatına geçmesine bağlıdır.
Durum anlatıldığı gibi olunca, bu razıye sıfatı dahi, durulacak yer değildir. Zira bu sıfatta iken, âhiret yurduna göç edilecek olsa, mutmain-ne benzeri hesapsız kurtulmak olmaz. Ancak, cehennem ateşinden kurtul­mak vardır.
Gelelim razıye sıfatından geçip marzıye sıfatını hal edinmenin reçe-teli ilâcına.. Şöyleki :
Razıye makamında olan zatlara; aynel-yakin sırrı, vazgeçilmez bir alışkanlık olan meleke olduğundan, her nefeste Allah'ın zatında huzurda Cenab-ı Hakkı, açıklanması zor bir şekilde yakin gözü ile müşahede ey­lemek, kendilerine meleke olmuştur. Bundan sonra da, Hakkal-yakin sır rını kendilerine hal edip her nefeste Allah huzurunda olmaya çalışıp gay­ret etmeleri gerekir.
Razıye sıfatına bürünen zatlara; çoğunlukla terakki hallerindeki murakabelerinde zat tecellisi, zat müşahedesi ihsan olunur.
Üstteki tecelliyi, ayık hallerinde, manevî iniş hallerinde, hatta alıp verdikleri her nefeste tefekkür ederler.
Anlatılan manâya göre, bu makamda bulunan herkes; kendisine ve cümle mevcudata baktığı zaman, zat teceilisi ve zat müşahedesi tefekkür edilir. Bu durumda o kimse, kendisini cümle yaratılmışlardan ve cümle mevcudattan alçak ve onlardan daha küçük görmeye çok çalışıp gayret eder. Böyle etmesi de, lâzımdır; hem de lâzımın lâzımı.;
Anlatılan şekilde her nefeste, Allah huzurunda bulunmalı. Hemen her­kes, kendi haline de dikkat etmeli. Eğer kendisine, bir taraftan varlık ko­kusu zuhur ederse; bir kimsede, kötü huy, düşük işler gibi şeyler görür­se, hemen kendi haline dikkat etmelidir. Bu durumda, kabahatli bulduğu kimseye karşı kendisini üstün görürse; hemen murakabedeki tecelliyi düşünmelidir. Bundan sonra da, gördüğü kötülüğü, bir hikmete yorma­lıdır. Kendisinin iyi halini de ilâhî bir ihsan bilmeli :
— Eğer Cenab-ı Hakkın ilâhî ihsanı olmasaydı, benim halim bundan daha kötü olurdu. Benimle bu kimse arasında zerre kadar fark yoktur. O neyse, ben de oyum. Hemen her şey, bir şeyden ibarettir. Ancak, bende olan ilâhî ihsan olup o da sırf lütuftur. Benim, zerre kadar bunda dahlim yoktur. Eğer bu ilâhî ihsan bende olmasaydı, benim halim bundan daha düşük olurdu. Aman ya Rabbi, sana sığınırım.
Dedikten sonra da, kendisinde zuhur eden varlığı, ihsan deryasına atıp yok etmelidır. Bu yolda yapılacak diğer işleri de bununla ölçebilir­sin.
Bu makamdaki herkes, insafla kendi haline bakıp durumu kavrama-lıdır :
—  Varlık..
«
Dedikleri keyfiyet tek şeydir; bilinir. O da kendisini üstün görmektir. Nekadar kötü huy varsa, hepsi varlıktan zuhur eder. Varlık, tamamen silinip mahviyet hali vazgeçilmez bir alışkanlık olmadıkça, iyi huyların kötü huylara dönüşmesi muhal iştir. Sebebi, hikmeti ise, anlatıldığı gi­bidir.
Varlık, hayvani ruhun kendı sıfatıdır. Cümle kötü huylar da, o sı­fatın tabiatında yatar. Mahviyet dahi, sultani ruhun kendi sıfatıdır; cümle güzel huylar da o sıfatın tabiatıdır.
İşte anlatılan sebepten ötürü, varlık tamamen gidıp mahviyet hali vazgeçilmez bir alışkanlık olmadıkça, anlatılan kötü huyların iyiye dö­nüşmesi muhal iştir. Bunun için, varlık kadar vücud ikliminde büyük bir hastalık yoktur. Nitekim, Fahr-Alem Resulüllah efendimiz, bu manayı bir hadis-i şerifinde şöyle açıklamıştır :



—  «Varlığın öyle bir günahtır ki, hiç bir günah onunla boy ölçüşe-mez.»
Resulüllah, gerçeği dile getirmiştir; Allah ona salât ve selâm eylesin
Bütün kötü işlerin anası şarap (alkollü içki) içmek olduğu gibi, cümle kötü huyların anası da, varlık olmuştur. Bunun için, anlatıldığı gibi, bu makamda bulunan kimse, haline dikkatle bakmalıdır. Allah huzu­rundan bir an dahi ayrılmadan, hakkal-yakin sırrını vazgeçilmez bir alışkanlık haline getirmek için çok çalışıp gayret etmelidir. Bu, çok gereklidir.
Varlık, ayrılıktan zuhur eder. Birlikle bakıldığı zaman, ayrılık kal­maz ki, varlık olsun. İşte, hastalığın reçeteli ilâcı.. Ciddî bir şekilde anla­maya çalış..
Anlatıldığı gibi, reçeteli ilâçlar kullanılırsa, kısa zamanda kullanan kimseye öyle bir hal ihsan olunur ki : Her neye bakacak olsa, bir iste­ğe bağlı olmadan, hakkal-yakin sırrı kendisine vazgeçilmez bir alışkan­lık olur. Ayık halleri dahi zat tecellisi, zat müşahedesi olur. Bu durumda, hangi şeye bakarsa baksın; elinde olmadan hiç bir şeyi kendisinden al­çak göremez; hatta kendisini cümle şeyden daha alçak, daha düşük, Al­lah'ın güvencesine sığınan bir müflis görür. Bundan sonra, kendi görüşü­ne göre, kendisi şöyledir : Mahvolup gitmiş, elinde aman dilemekten baş­ka bir şeyi kalmamış, her nefeste Allah'ın huzurundadır ve çok kor karak :
—  Aman ya Rabbi, sana sığınırım..
Der durur.. O kadar ki, tarifi mümkün değildir.
Bilinmesi için şunu da anlatalım :
Bu makamda bulunan zatların kendileri, hemen her gün için, sonsuz rıza ile müjdelenip bitip tükenmeyen ilâhî iltifatın uygulandığı yer ol­muşlardır. Durum anlatıldığı gibi iken, ellerinde olmadan kendilerine bir korku giydirilmiştir.
Bunca ilâhî ihsanlar, anlatılan korkunun altında silinmiştir. Ama, ılâhî imtihan sayılan mekirden emin olmamışlar, bunun için de daima :
—  Aman ya Rabbı, sana sığınırız. Der dururlar.
Üstteki anlatılan korkuya şu isim verilir :
—  V e r a s e t..
Bir garaza, bir karşılığa göre gelmemiştir; hal çeşidinden bir şeydir. Hali anlatıldığı gibi olan birine :
—  Cenab-ı Hak'tan bu kadar çok korkuyorsun. Halbuki, her gün ebedî rıza müjdesi sana gelmektedir. Geçmiş ve gelecek günahların da ba­ğışlandıktan sonra sonsuz ilâhî ihsanların da yeri olmuşsun. Öyle ise, sen­deki bu korku ne haldir?.
Diye sorulacak olsa, bir türlü başlangıç sebebini bulup açıklaya-­maz. Bu korkuya :
—  Veraset..
İsminin verilmesi de, anlatılan sebebe dayanır.
Velayet, kendilerine meleke olan kullara, bu korku ihsan olunur ki : Cenab-ı Haktan bu zatlara büyük bir nimettir. Mahviyet, bu korkunun altındadır; kemal dahi bu mahviyetin altındadır. Ebedî rıza dahi, bu ke­malin altındadır. Anlatılan veraset korkusu, umumî mahviyet, insaniyet kemali, ebedî rıza dörtlüsü, birbirine zarf ve zarfın içindeki olmuşlardır; ama hepsini korku içine almıştır.
Velî olan zatlara ihsan olunan korku eşit değildir; her birinin tecel­lisine göredir. Bazısındaki korku ağır, bazısındaki korku hafif olur. Bu da, kader sırrına göre bir keyfiyettir. Nekadar olursa olsun, bu kulla­rına mahsus bir armağandır. Mahviyetleri korkularına göredir; korkusu çok olanın, mahviyeti de çok olur. Korkusu az olanın, mahviyeti de az olur. Mahviyet altındaki kemal durumu da böyledir. Ebedî rızanın durumu da aynıdır.
Bundan anlaşılmış oldu ki; bu dört keyfiyetin başı korkudur. Kor­ku nekadar ihsan olunmuş ise., kalan üçü'de o kadar ihsan olunmuştur.
Anlatılan manadan ötürüdür ki, bütün velîlerin halleri bir değildir. Kimi çok yüksek, kimi orta, kimi daha alttadır.
Her velîye has olmak üzere, Cenab-ı Hakkın bir rızası vardır; o rı­za da, o velînin kemaline göredir. O kemal dahi, onun mahviyetine göre­dir. O mahviyet dahi, onun korkusuna göre zuhur eder.
Anlatılan dört şey, bir birini izler; ulanır. Birinin diğerinden fazla veya eksik olması muhaldir.
Anlatılan korku için :
—  Veraset..                 
İsminin verilmesinin hikmeti, onun garazsız ivazsız hiç bir sebebe dayanmadan gelmesidir. Kayıtlardan bir kayda da bağlı değildir. Allah için, Allah uğrunda olduğu içindir. Kalan üç şeyi de özünde toplamıştır. Bu sebepten ötürü, bu korku hangi velîye vazgeçilmez alışkanlık olan me­leke olursa., onun altında üç keyfiyet de ihsan olunur; masumiyet for­ması da giydirilir.
Her makamda, bir başka korku vardır. Ama, her birinin altında bir başka gaye olduğundan, Cenab-ı Hak, onlardan razı değildir.
Yokluk cihetinden emmare makamı, marzıye makamı gibidir. Emma-re makamında hiç korku yoktur; marzıye sıfatında ise, hiç güven yoktur.
Varlık cihetinden dahi, ters manada emmara sıfatı marzıye sıfatı gibidir. Emmare sıfatında nasıl tam olarak benlik varsa., marzıye sıfatın­da dahi, tam olarak mahviyet vardır.
Levvame sıfatında bulunan korku takliddir; zira kalıcılığı yoktur. Bazan işlediği masiyetlere o sıfatın sahibi pişman olur; tevbeye gelir is­tiğfar eder. Bazan da Allah'ın rahmet sıfatına güvenir. Böyle bir korku, asla sahibine fayda vermez; çünkü mukallid korkusudur. Bunun sebebi de anlatıldı.
Mülhimedeki korku ise., unsurların korkusudur; cennet arzusundan ve cehennem azabı sebebi ile zuhur eder. Bu unsurların korkusuna :
—  Nefsanî korku..
Adı verilir. Böyle bir korkudan Allah razı değildir. Ancak, sahibini cehennem ateşi azabından kurtarmaya sebeb olur.
Mutmainne korkusu da, velayet korkusudur. Bu türlü korku, bun­dan öncekine göre beğenilir. Zira bunda, cehennem korkusu, cennet arzu­su yoktur; sırf hesaba çekilme korkusu vardır. Yani :
—  Anlatılan dört şartı kendime meleke edinemezsem, halim nice olur?.
Diyerek, bu makamın sahibi korkar. Bundan ötürü, bu korkuya :
— Velayet korkusu, mahcubiyet korkusu..
İsmi verilir. Bu türlü korku, her nekadar beğenilir ise de, Cenab-ı Hakkın rızasına uygun değildir. Mahcubiyetten zuhur ettiği için, unsur­larla kayıtlıdır. Bu korku, nefsanîdir; sırf Allah rızası için değildir. An­cak, bu korku, sahibini mahcubiyetten kurtarmaya sebeb olur.
Razıye sıfatında meydana gelen korku dahi, mutmainne gibi, beğenilir. Yine de mahcubiyetten gelir, unsurlar kaydında zuhur eder. Allah için, Allah uğruna olmadığı için, bu dahi rızaya uygun değildir. Ancak, marzıye sıfatını hal edinmeye sebeb olur.
Her makamda olan korku için bir sebeb vardır; o sebepten ötürü zuhur ettiği için de, hiç biri rızaya uygun değildir. Ancak, rızaya uygun olan korku, marzıye sıfatındaki korkudur. Bu da, o sıfatı, kendilerine vazgeçilmez bir alışkanlık sayılan meleke edinen zatlara mahsustur. Zi­ra bunlarda, unsurların kayıt korkusu, mahcubiyet korkusu yoktur. Hiç bir sebebe dayanmayan; Allah için ve Allah uğrunda bir korkudur. Bu­nun sebebini ve hikmetini de şöyle açıklayabiliriz :
Hayvani ruh, sultanî ruhun elinin altındadır. Anlatıldığı gibi, daima göz hapsinde terbiye görür. Kendi tabiatı olan öfkesi, sultanî ruhun hoş­nutluğuna dönüşmüştür. Bundan sonra sultanî ruh ona çok önem verip iyi­leşmesine gayret etmiştir. Her nefeste, kendi hali olan mahviyetle, hay­vani ruhun benliğini yalana çıkarmıştır. Murakabesinde ve teveccühünde ihsan olunan ilâhî sevginin aşk ateşine, hayvani ruhun sıfatı olan var­lığı atıp yakmış, külünü dahi göğe savurmustur. Kendi sıfatı olan mah­viyeti de, hayvani ruha giydirmiştir.
Bundan sonra, hayvani ruh, öyle bir hale ulaşır ki; kendisine Allah ta­rafından bir korku ihsan olunur. Bu korkunun sebebini de bulamaz. Ken­di sıfatı olan varlıktan arta kalan benliği korku ateşinde yakıp yok eder. Sultam ruhun sıfatı olan mahabbeti de kendisine hal edinir. Bundan son­ra, sultanî ruhla aralarında düşmanlık kalmaz. Sultanî ruhun sıfatına büründüğü için kendi tabiatı olan kötü huylar tamamen silinir; sultanî ruhun tabiatı olan güzel huyların cümlesine bürünür.
Bundan sonra, kendi sıfatı olan benliği değişince hakkal-yakin sırrı kendisine meleke olur; vahdet deryasına dalar. Kendi tabiatı olan kötü huylardan arta kalan hallerin cümlesi de güzel huya dönüşür. Benlik kal­maz ki, o kötü huylar da kala.
Anlatılan sebepten ötürü, bu sıfatla muttasıf olan zâtlardan, Cenab-ı Hak, anlatıldığı gibi razıdır. Bunlar, her gün, ebedî rıza ile müjdelenirler. Zira, onlardan rızaya ters düşen şeyin zuhur etmesi muhaldir. Sebebi de, anlatılan manaya dayanır.
Emmare sıfatı, marzıye sıfatının zıddıdır. Emmare sıfatında olan­larda asla korkaklık yoktur. Onlarda, Allah korkusundan eser dahi bu­lunmaz. Bunun için, Cenab-ı Hak'tan tam manası ile emin olmuşlardır.
Dolayısı ile benlikle muttasıf olmuşlar; Cenab-ı Hakkın manevî katında cümle yaratılmışlar arasında zelil ve hakir duruma gelmişlerdir, özel­likle, Cenab-ı Hakkın rızasından uzak oldukları için, ilâhî gazabın gerçek­leştiği yer olmuşlardır. Bu yüzden, hemen her gün, cehennem azabı ile türlü türlü elim azapla müjdelenirler. Bunlarda, özellikle şu dört sıfat bu-lunur : Güven, benlik, hakaret, öfke.. Bunlar, zıd manası ile, marzıye sıfatında bulunan zatların halleri gibidir. Bu yüzden, güven duygusu, bun­larda nekadar olursa., benlik de ona göre zuhur eder. Hakaretle, ilâhî gazab da ona göre gelir. Bu sıfattakilerin de, cehennemdeki azapları eşit değildir; her birinin azabı, kendi haline göredir.
Emmare ile marzıye arasında dört sıfat vardır. Her sıfatta olan kor­ku nekadar olursa., o sıfatla muttasıf olanların korkusu da ona göre olur.
Anlatılan sebepten ötürü, levvamede kemalin eseri yoktur; çünkü mahviyetin eseri yoktur. Bunun sebebi de, korkularında sebatlı olmayış­larıdır. Dolayısı ile Allah'tan uzak olup son nefeslerini imansız vermele-rinden korkulur.
Mülhimede dahi, korku sabit olmadığından, bir dereceye kadar ben­lik gider; bir nebze mahviyet duyulur. Ama, bu korkunun altında cennet cehennem olduğundan tam manası ile olacak rıza halinden nasip yoktur.
Mutmalnnede olan korku, velayet korkusu olduğundan benlik bir de­rece daha gider; yerine o derecede mahviyet hal olur. Bu yüzden de bun­ların murakabeleri sıfatların tecellisi, zat müşahedesidir. Ayık halleri ise, nur tecellisi ve sıfat müşahedesi olur. Ama, bu korkunun içi, mahviyete ve kemale dönük olduğundan, bunlar dahi, tam rızadan yana nasipsiz olurlar.
Razıye korkusu da anlatıldığı gibidir. Ancak, bir kere daha benlik gitmiş, onun yerine mahviyet zuhur etmiştir. Bu yüzden, bazı muraka­belerinde zat tecellisi olur. Ayık hallerinde ise, sıfatların tecellisi, zat müşahedesi olur. Ama bu korkunun da özü kemale dönük olduğundan; bu makamdakiler de tam rızadan yana nasipsizdirler..
Anlatılan dört dereceyi, hayvanı ruh kendisine hal edince, kendi sı­fatı olan benlik, her birinde bir parça silinir. Bu yüzden o benliğin altın­da bulunan kötü huylardan da mümkün olduğu kadar kurtulur; onlar, iyi huylara dönüşürler; Bu sebepten de, ihsan olunan ilâhî feyizler zuhur eder. Ama, hayvani ruhun arta kalan benlik sıfatı tamamen mahviyete dönüşüp altında bulunan kötü huylar tamamen güzel huylara dönüşmez.
Bunun için de, bu makamdakiler, yine tam manası ile olacak rızadan ya­na nasipsizdirler. Zira, tam manası ile olacak rıza, marzıye makamında bulunan zatlara hastır. Bunun sebebi, daha önce anlatıldı, ama yine de an­latalım. Şöylekl :
Hayvani ruh, sultani ruhun sıfatını kendisine hal edinmiştir. Tabia­tım dahi, onun tabiatına dönüştürmüştür. Bundan dolayı da, hayvani sı­fat, insanî sıfatla değişmiştir. Tam olan rıza da, o zaman vazgeçilmez bir alışkanlık olan meleke halini almıştır. Cümle kötü huylar, hayvani ru­hun sıfatı olan benlikle Allah tarafından denemeye tabi tutulmuş, her birine sadakat mührü vurulmuştur. Bundan sonra da, ona masumiyet forması giydirilir.
İşte Âdem aleyhisselâmın yaratılması, bizim de bu berzah âlemine gönderilmemizden ilâhî arzu, anlatılan güzel sıfata bürünmektir. Yoksa, her birimiz, kendi nefsinin arzusu yolunda gezip tozması için değildir. An­cak, Allah'ın tayin ettiği bir gün vardır; her şey, o günde bilinir.
Her adamda, iki ruh vardın. Onların birine :
—  Havvanî ruh..,
İsmi verilir. Bu ismin verilmesinin sebebini de açıklayalım şöyleki : Cümle canlılar, hayvani ruhla canlanmışlardır. Diğerine de şu isim verilmiştir :
—  Sultanî ruh..
Sebebine gelince, cümle melekler, bununla canlanmıslardır.
Eğer bu canlılar, hayvani ruha tabi olup emmâre sıfatında kalırlar­sa., insanken hayvandan alçak olup türlü azaba müstahak olurlar. Bunun sebebi ise, melekler sıfatını hayvanlar sıfatına değiştirmiş olmalarıdır.
Eğer sultani ruha tabi olup mertebeleri tamam ederlerse., yani : Marzıye sıfatı ile muttasıf olurlarsa., sonsuz sayıda melekler ona köle olurlar. Anlatıldığı gibi de, bitip tükenmeyen ilâhî tecellinin gerçekleştiği yer olurlar.
Anlatılan işlerin oluşmasının sebebini, hikmetini de şöyle açıkla­yabiliriz :
Hayvani ruh, derece derece terbiye edilerek, sultanî ruhun sıfatı ile muttasıf edilir. Bundan sonra, hayvani ruhun, hayvanî sıfatı tamamen gider, sultani ruhun insanlık sıfatı hayvani ruha meleke olur. İşte bu ma-kamdakiler böyle ettikleri için, melekler onlara köle olurlar, sonsuz ih­sanların da gerçekleştiği yer olurlar.
Anlatılan sebepten ötürü, hemen herkese, insani sıfatla muttasıf ol­mak, aynen ve tek tek farzdır. Cümle âdemoğullarının bu sıfata bürün­meye kabiliyeti ve istidadı vardır. Onu elde edemeyişleri,, ancak ahmak­lıklarından ileri gelir. Böyle olunca da, özür beyan etmek, bahane bul­mak faydasızdır. Fırsat elde iken anlatılan düzen içinde reçeteli ilâçları. kullanmaya çalışıp gayret etmek lüzumlunun da lüzumlusudur. Ancak,. bu ilâçlar kullanılırken, gayret edip bu yolda önemli adımlar atılırken, içte işe yabancı bir emel beslenmemeli.. Zira, yabancı bir emel ihsan olu: nacak ilahı feyizlerin yolunu keser; bir adım dahi ileri gidememeye sebeb, olur. Zira zikirler, tefekkürler, Allah rızası için olmamış; mertebe almak, kemale ulaşmak için olmuştur. Böyle bir durum, tarikatta haramdır; ha-kikatta küfürdür. Çünkü, ibadete müstahak olan yalnız Cenab-ı Hak'tır İçle anlatıldığı gibi emeller olunca, onlar put olur: öyle bir emelin var­sa, onlara tapmış olursun. Sonra da ;



—  Allahım, tüm gayem sensin; isteğim rızandır.
Sözünde yalancı olursun. Çekilen emekler de hep boşuna olur. Bu­nun için, hangi makamda olursa olsun; o makamın reçeteli ilâçlarını ku­l lanırken, garazsız, bir karşılık beklemeden Allah için, Allah uğruna kul­lanılması gereklr.
Bu reçeteli ilâcı kullanan kimse de, kendisine ayrıca dikkat etmeli­dir ki : Yaptığı ibadetlerin altında rızadan başka bir şey bulunmaya..
Bu tertibe göre gayret edilirse, kısa zamanda mertebeler alınır; mar-zıye sıfatına da bürünülür.
—  Nicedir böyle çalıştım, tad alamadım.
Diyerek, kader sırrına bağlanıp terk etmemek gerek. —Yine de kusur bendedir..
Diyerek, gayretle sebatla çalışmalıdır. Eğer bir taraftan hatırına gelirse kı :
—  Bunca zamandır çalışıyorum, bir fayda görmedim. Eğer kader sırrında olaydı, sen de arkadaşların gibi ilâhî ihsanlara ver olurdun. Şim-di boş yere çabalama. Bir parça dinlenmeye bak; iş olacağına varır.
O zaman verilecek cevap şudur :
—Biz dünyaya istirahat edip dinlenmeye gelmedik. Ancak, Allah rızasını elde etmek için geldik. Allah rızasını elde etmek ise, çalışmakla olur. Bugün vermez işe, yarın verir, kul, kulluğunda olmalıdır. Bana ka-der sırrı gerekmez. Kader, sırrı Allah'ın ilmidir. Onu düşünmek de bize, lâzım, değil.. Aşık olana lâzım olan maşukun kendisidir; ahmak olan, evi-nin delisidir.
İşte verilen bu cevaba göre; ilâhî yüze aşık olanlar, aşıkı oldukları zatın rızasını elde etmeye çalışır gayret ederler; bir an ve bir nefes bile dinlenmek istemezler. Ettikleri taat ve ibadetten Yüce Zat'ın rızasından ve kendisinden başka bir şey ummazlar. Geceli gündüzlü ah edip ciğer­lerini kebab ederler. Kader sırrını da düşünmezler. Dünya ve âhiret sal­tanatını da istemezler. Geceli gündüzlü şevk yüzünü gözleyip ah çekip inlerler. Bunlar, dost yoluna vücudlarını verip canlarını feda etmişlerdir.
Ey yalancı aşık, bir mikdar çalışıp biraz lezzet duymayınca da. ka-der sırrına bağlanıp istirahata çekilirsin. Söze sıra gelince de :
—  Ben Yüce Zat'ın yüzüne asıkım
.Dersin. Aşık olan hiç rahat mı ister?. Ettiği ibadetten kemal mi bek-ler?.
İnsafa gel insafa gel insafa; Yazık, verdin ömrünü israfa..
Şiirindeki mana uyarınca, anlatılanlar güzelce düşünülmeli; insafla da hareket edilmeli. Zira, sonradan pişmanlık fayda etmez. .Fırsatı gani­met bilenin sonu iyi gelmez. Kula lâzım olan, efendisinin rızası yolunda' bulunmaktır. Yoksa, efendisinin ihsanına göz dikip :
—  Ha bugün verecek, ha yarın verecek..-
Diyerek gözleyip durmak, erkişinin kârı değildir.
Hâsılı..
Bu üstün tarikata teslim olup bir kâmil mürşidin elini tutan kimse­lere lâzım olan odur ki : Başta, tam manası ile teslim olalar. Şeyhe bu Şekilde teslim olduktan sonra, onun her emrini yerine getireler. Sülûkün başlangıcından, taa, sülûkün nihayetine kadar ve sülükte mertebeleri ta­mamlayıncaya kadar çeşitli boş, ümitlere kapılıp yorulmaktan çok sakını-la.. Zira, yersiz ümit ve emelin sonu nerelere vardığı anlatıldı. Bu.yolda yorgunluk da emelden, boş ümitten çıkar. Zira, Allah için ve Allah uğ­runa yapılan ibadetten yorgunliuk gelmez. Yorgunluk bulunan ibadetin içinde ya mertebeleri kat etmek vardır; ya da keşif keramet arzuları.. Buna kıyasla diğer istekleri de sayabiliriz. Bunların hepsi birer boş emel olup o emele sahib olan kimse, kendi kendinin yolunu keser. Çektiği emek de bir fayda vermediği gibi, kendisine bir tenbellik gelir; zikrini de bırak­masına sebeb olur.
Bunun için, sülûkün başından taa, sonuna kadar hiç bir şekilde boş ümitlere kapılmak olmamalı; zira, noksan kalmaya sebeb olur. Her ma­kamın da bir emeli vardır. Hangi makamda olursa olsun ; zikirden fikir­den bir şey bekleyip oranın boş ümidine bağlanmamalıdır.



— Allahım, tüm gayem sensin; isteğim rızandır.
Deyip bulunduğu makamın ehli olmak için çarelerini uygulamalı ve ona göre çalışmalıdır. O zaman da, yapılan zikirler, murakabeler, tevec­cühler, yalnız Allah rızası için olur. Bunun için de, kısa zamanda, merte.-beler alınır, daha önce de anlatıldığı gibi, marzıye sıfatına bürünülür. Böy­lelikle, marzıye sıfatına bürünmenin alâmetleri, hal olarak sahibinde zu­hur eder. Ama bu kere, bu sıfata bürünmenin mutmeinnede olduğu gibi,
bir müjdesi yardır; bir de hali..
Müjdesini şöyle açıklayabiliriz :
Bu makamdaki razıye sıfatında iken; mürşidin himmeti, kendisinin de çalışıp gayret sarfetmesi ile halinde yükselme olur. Bu halinde biraz ilâhî iltifat gelir. Bu arada geçmiş günahları affedilir; kendisine makamı­na yakışan bir forma giydirilir ve marzıye sıfatına geçmekle de müj­delenir.
Ancak, anlatılan duruma bir varlık verip :
—  Artık marzıyeye ayak bastını.
Diyerek oraya tam ayak basıldığı sanılmaya.. Zira, bu durum, yüksel­me halidir. Mürşidin himmeti ile gelen bir ilâhî ihsandır. İniş hali ortaya çıktığı zaman, o hal gider; yine razıye hali ortaya çıkar,
Marzıye hali öyle bir şeydir ki: önce de anlatıldığı gibi, benlik ta­mamen alınır; varlıktan eser kalmaz. Hatta, tüm kötü huylardan yana da bir belirti kalmaz. Böyle olunca, hemen her gün, rıza kapısından içeri gi­rilir. Oraya girene, belli bir yerde bizzat şekli anlatılamayan bir manada zat tecellisi ve zat müşahedesi ihsan olunur. Yine şekli anlatılamayan bir manada yüce hitaba, sonsuz ihsanlara zuhur yeri olur. Bu arada, ma­sumiyet forması da giydirilir; geçmiş ve gelecek günahları affa uğrar. Ebedî rıza müjdesini de alır.
Bu kimselere, murakabe hallerinde her gün anlatılan şekilde bizzat, şekli anlatılamayacak şekilde bu ihsanlar zuhur ederse :
— Aşk olsun..
Deriz. Biz de o zaman şehadet ederiz ki : O zata, marzıye sıfatı vaz­geçilmez bir alışkanlık olan meleke olmuştur. Aksi halde hiç bir şey olmaz.
Üç beş gün, anlatılan şekilde zuhurat olur; sonra da kesilirse., ya­hut üç beş günde bir kere olursa., yine ilâhî iltifattır; mürşid himmeti ile ihsan olunmuştur. Marzıye melekesi,değildir. Zira, vazgeçilmez bir alış­kanlık olan melekede ara verilmek olmaz :
— Meleke..
Dedikleri, işin başından beri aynı düzende durur. Onda artma olur, ama eksilme olmaz.
6. Nevi: II. faslın altıncı nevi olan burada, şunlar anlatılacak­tır :                                                                                             

MARZiYE SIFATI
a)     Marzıye sıfatı, şartları, hallerinin sebebi, hikmeti..
b)     Bu sıfatta bulunanlara ihsan olunan kemalât..
c)     Tarikat-ı aliyyenin on iki olması..
Değerli kardeşim, burada anlatılacak olanlar da bilinmelidir.
Her sıfatın bir miheki vardır; hem dışı için, hem de içi için..
Dışın miheki, o sıfatta bulunan kimsenin haline dayalı huylarıdır.
Onun huyları anlatılan şekilde kötüden iyiye dönüşmedikçe, o sıfatın, sa­hibine hal olması olur şey değildir.                                   
İç mihenkine gelince., yine anlatıldığı gibi, her sıfatta murakabe ha­linde ve ayık halinde ilâhî tecellinin gelmesidir. Bu tecelliler, yerlerinde anlatıldı; hangi sıfatta neler olacağı bildirildi.
Bir kimse, anlatılan tecellinin gerçekleştiği yer olsa dahi, her gece kendisine o yolda ihsanlar gelse dahi, yine kendisini boş bırakmamalıdır. Her nefeste varlık durumunu gözden geçirip kendi kendisini imtihana ta­bi tutmalıdır.
Zira, zahirde bir fidanı bahçeye diktikten sonra bakımı yapılmazsa, akşam sabah suyu verilmezse., kökü toprakta yerleşip her tarafa kök salamaz. Bir sene kadar, onun suyuna ve toprağına bakılmaz ise, o fidan kurur; çekilen emekler de boşa gider. Ama o fidana bir sene kadar ba­kılırsa., toprağın içindeki kök kuvvet bulur, etrafa damarlar salar; top­rağı kaplar. O zaman da, çeşit çeşit meyveler verir. Bundan sonra bakı­mı yapılmasa da, toprağa yerleştiği için kurumaz, meyve vermeye devam eder.
Üstteki misal, marzıye sıfatı içindir. Bir kimseye, marzıye sıfatı hal olduktan sonra ve içten, dıştın anlatılan durumlar ihsan olunduktan son­ra :
— Allah'a hamd olsun, marzıye bize hal oldu..
Deyip gelişmesi için verilecek ilâç kesilmemelidir. Kendisinin çalışıp gayret etmesi, mürşidinin himmeti ile Cenab-ı Hak, onda bulunan ben­liği silmiş, mahviyet fidanını onun kalbine dikmiştir. Bu fidan, üstteki misalde anlatıldığı gibi; yerleşip vücud iklimine kök salması, damarları­nın da vücud iklimini sarması tamam olmadıkça anlatılan fidanın kuru­ması gibi, mahviyet fidanının kurumasından, yerine benliğin gelmesinden korkulur. Ancak, anlatılan fidanın bir sene kadar toprağına, suyuna ba­kıldığı gibi; mahviyet fidanına da bakılmalıdır. Gelişmesi için, anlatılan ilâçları, bu makama çıkan kullanmalı ve daima kendi kendini imtihana tabi tutmalıdır. Bir sene kadar onun bakımı yapılırsa, o zaman mahvi­yet fidanı vücud iklimine kök salar; damarları da etrafa yayılır. O vakit, meyveler de vermeye başlar.. Açıkçası : Kötü huylar tamamen silinir; vücud ülkesinden bir inadeye tabi olmadan güzel huylar zuhur etmeye başlar.
Ancak, üstteki ifadeden şöyle bir mana anlaşılmasın :
— Bir senenin tamamında güzel huylar meleke olur..
Marzıye sıfatı hal olduğu anda, buna sahih olan kimsenin kalbine mahviyet fidanı dikilir. Yani : Varlığın, benliğin silinmesi fidanı.. O za­man da, cümle kötü huylar değişir. O kimse, güzel huylara bürünür. Ama, anlatıldığı gibi bu fidana bakım yapılmazsa, kuruması ve meyvele­rinin çekilmesi gerektiği gibi; iyi huyların da tekrar kötü huylara dönüş­mesinden korkulur.
Anlatılan sebepten ötürü; ınarzıye sıfatı kendilerine hal olan zatla­ra düşen odur ki : Bir sene kadar kendilerini varlık imtihanına tabi tu-talar. Eğer bir yandan bir varlık duyarlarsa, anlatılan çareleri uygulayıp onu söküp çıkaralar.
Meselâ, bir yere gittikleri zaman kendilerine dikkat etmelidirler :. Kendilerine tavazu gösterilince nasıl oluyor; gösterilmeyince nasıl olu­yor? Bu durumlarda içlerinden neler geçtiğine, neler zuhur ettiğine bir bakalar.
Eğer tavazudan hoşlanmak, tavazu edilmemekten de kederlenmek çıkıyorsa., o zaman bu sıfatın sahibi bilsin ki : Henüz varlık kokusu git­memiştir.
Diğer işleri de bununla ölçmeli, varlık eseri gidinceye kadar, kendi­sini imtihana tabi tutup çarelerini araştırmalıdır. Ta ki, ihsan olunan mahviyet meleke ola.. Vücud iklimini de sara; meyvesi de bir iradeye tabi olmadan ortaya çıka.. Böyle olunca, fidanın kurumasından korkul­madığı gibi, mahviyet fidanın kurumasından dahi korkulmaz. Bu manayı cidden anlamaya çalış.         
Hemen her sıfatın zahirî imtihanı böyle olur.
Mutmeinne sıfatında, işleri Cenab-ı Hakkı bırakmakla imtihan olun­malıdır. Sevinç ile kederi imtihana tabi tutmalı.. Her ikisi der sahibine eşit gelip hal oluncaya kadar her nefeste dikkat etmelidir. Allah tarafın­dan kalbe dikilen fidan anlatılan ilâçlarla tedavi edilmelidir. Böyle edil­meli ki: Sonradan meyveleri görüle..

***

KÂMİL MÜRŞİD ARAMAK
Ey bu yola talib olan, sana nasihatlerim var; dinle.. Burada anlatılan güzel şeylerin sözünde kalma; halini kendine hal etmeye bak,
    
—  Söz ( kal) ..
Dedikleri, lakırdıdan ibarettir; mahcubiyet durumudur. Dünyada iken, bakır gibi tangır tangır söylersin; sözüne bakan da:
—  Bu, bir kulağı delik zata benzer.
Diyerek sana iltifat eder. Sana itibar edip tavazuda bulunur. Ne var ki, bu durum, âhirette kesinlikle fayda vermez. Kul aldanır, ama Al­lah aldanmaz.
Söz, dıştan geçerlidir. Söz sahibi, dünyada ve insanlar arasında an­latıldığı gibi itibar görüp şöhret bulur. Ahirete gidince de çetin azaba müstahak olur. Sözü söylemeyi bilip haline geçmeye yeltenmeyen kimse, yainız sözde kalır; âhirette ise, iki eli boş olur. Böyleieri, öbür âlemde türlü türlü azaba hak kazanırlar.
Mana anlatıldığı gibi olunca; sözünü hal, halini de meleke edinmeye çalışıp gayret eyle; ta ki, iki cihanda da değer kazanasın.
Şöyle bir şey diyebilirsin :
—  Bu zamanda kâmil mürşid nerede?. Ben onu nerede bulayım?.
İşte bu söz de. nefsin ve seytanın azdırmasıdır. Zira, kâmil mürşid, her asırda en az bes on tane bulunur. Sen niyetini temiz tutmaya bak Onlar temizdir; temiz niyetle onları aramak gerekir.
Hemen her uygunsuz işine tevbe ile istiğfar et; gece gündüz Cenab-ı Hakka şu niyazda bulun :
— Ya Rabbi, bu çaresiz kulunu kâmil mürşide kavuştur.
Böyle edersen, mutlaka duan makbul olur. Ya manada sana gösterir, kâmil mürşidinin yerini bildirirler. Yahut bir vesile ile seni kâmil mür­şidin huzuruna gönderirler.
Oraya gidildiği zaman, sana mürşid olduğu bildirilen zatın davranış­larına ve duruşlarına dikkat etmelisin. Kâmil mürşidin hali, bundan ön­ceki MİFTAH'ÜL-KULUB adlı kitabımızda anlatıldı. O kitab okunmalı; kâmil mürşidin alâmetleri bilinmelidir.
Bundan sonra, o zatın meclisinde bulunmalı ve haline bakmalıdır. Eğer onun hali, yazdıklarımıza uygunsa, hemen ondan kabul edilmeyi is­temek gerekir. Eğer kabul ederse, kabul edilen kimse, kendisini ona tam manası ile teslim etmeli; onun emirlerine göre dikkatle, çalışmalıdır.
Unutmamalı ki : Salikin feyzi, mürşidin sözüne bağlıdır. Mürşidin emri yerine getirilirse, en kısa, zamanda süyr ü sülûke girip bu yolu ta-
mamlamak kolay olur.
Bundan sonra, bu kitaba dikkatle bakılıp okunmalıdır. Hemen her­kes, insafla bakıp kendisinin hangi sıfata bürünmüş olduğunu bilmelidir. Sonra da, yine mürşidin sözüne uygun hareket ederek, hizmetinde sebat­lı olmalıdır. Bulunduğu sıfatın iyiye dönüşmesi için, anlatılan çarelere başvurmalıdır. Böyle yapan kimseye, bulunduğu sıfatın daha ilerisin­deki sıfatın halleri zuhur eder. Bir sıfata geçtikten sonra da, o sıfatın imtihanı ile de, kendisini o sıfata geçen kimse denemeye tabi tutmalıdır. Taa, o sıfatın halleri, kendisinde hal oluncaya kadar. Böyle olursa, o sı­fatın fidanı, vücud ikliminde kök salıp yerleşir. Tam yerleşinceye kadar da o çareleri bırakmamalıdır.

SAFİYE SIFATI
Böyle böyle, anlatıldığı gibi, marzıye sıfatına bürünüp bu sıfatın dahi halleri o sıfattakine hal oluncaya kadar çalışıp çabalamak, lüzum­lunun da lüzumlusudur.
Bir sıfat, bir kimsede hal olup mahviyet fidanı vücud iklimini sardık­tan sonra; anlatılan koruma çareleri de hal olur, kendiliğinden zuhur eder. O zaman, artık çalışıp gayret etmeye de gerek kalmaz. Bundan ötürü, bu makama ulaşan zatlar, masumiyet forması giyerler. Hemen her gün de, ebedî rıza müjdesini alırlar. Bunun sebebi ve hikmeti de, da­ha önce anlatıldı; burada tekrara hacet yoktur
Marzıye safatından ilerisir safiye sıfatıdır, bu sıfat da Allah vergisi-dir; çalışmakla meydana gelmez. Zira, sırf Allah'ın ihsanıdır. Kader sır-rına bağlı bir durumdur.
Daha önce şöyle anlatılmıştı:
—Safiye sıfatında bulunanlar. her asırda üç beş zattır; daha fazla olması muhal iştir;

Bunun için de, bu sıfat çalışmakla elde edilemez. Zina, resullerin ayak bastığı makamdır; onların mertebesidir. Çünkü, her asırda bin resul gel­miştir. Şimdiki halde ise; Resullülah efendimiz —Allah ona salât ve se­lam eylesin— hürmetine, geçen asırlardan her birinde nekadar resul ol­duysa, şimdiki asırlarda dahi, her birinin varisi olarak bir velî zuhur eder
— Kutuplar kutbu..
Adı ile anılır. Allah tarafından ona ruhsat verilir; doğuyu batıya hükmeder. Dışta ne zuhur edip yürütülürse.. onun dilemesi ve uygun bul­ması ile zuhur eder; yürütülür. Böyle bir kimse, Allah'ın halifesidir, re­sullerin varisidir, Resullah efendimizin de vekilidir.

DÖRT HALİFE VE VEKİLLERİ
Bir tanesi üstte anlatıldığı gibidir; diğerine ise :
—  En Büvük Gavs (Gavs-ü Azam)..
İsmi verilir. Bu daf Hazret-i Ebu Bekir'in vekilidir: Allah ondan razı olsun.
Diğer birine de şu isim verilir :
—  Hilafet Sırrı (Sırrı-ı Hilâfet).. Bu dahi, Hazret-i Ali'nin vekilidir.
Anlatılanlardan başka; tasarrufsuz, irşad vazifesi olmadan, bazı asır­da iki? bazı asırda dahi dört zat bulunur. Bunlara :
—  Ehlüllahın Kâmilleri (Kümmeliyn-i Ehlüllah)..
Tabir edilir. Bunlar da safiye sıfatı ile muttasıf zatlardır. Bunlar, Hazret-i Ömer'in ve Hazret-i Osman'ın vekilleridir; Allah ikisinden de razı olsun.
Allah, kendisine salât ve selâm eylesin; Fahr-i Kâinat efendimizin mutlu asrında kendisi Makam-ı Mahmud'da idi. Dört halifesi de. safiye sıfatı ile muttasıf bulunuyorlardı. O vakit. Cenab-ı Hak ilâhî bir vaad buyurup şöyle hitab eyledi :
—  Habibim, senin ümmetin arasında, senden sonra her aşırda, senin hürmetine resullerin mertebesinde bir kimse zuhur eder. Bu, sana da vekâlet edecektir.
Bu ihsan üzerine, Resulüllah efendimiz şu temennide bulundu :
—  Ya Rabbi, bana dört arkadaş ihsan eyledin; vekilime de aynı şe­klide ihsan eyle..
Cenab-ı Hak, bu temenniyi kabul buyurdu. Bunun için de, her asır­da anlatıldığı gibi, o kadar değerli zat, safiye sıfatı ile muttasıf olurlar.
Hazreti Ömer ile, Hazreti Osman'ın her asırdaki vekillerinin irşada ve tasarrufa karışmamalarının sebebi ve hikmetini de anlatalım. Şöyle-ki :
Anlatılan dört halife efendilerimizin kabiliyetleri ve istidadları baş­ka başka idi. Birinin durumu diğeri ile eşit değildi. Birinin gittiği yoldan öbürü tad alamazdı; ilâhî feyiz bulamazdı. Bunun için de, Fahr-i Alem efendimiz, her birine bir başka sülük yolu göstermişti. Şimdi on iki tari­kat olduğu gibi; o vakit de Cenab-ı Hakkın emri ile Fahr-i Alem efen­dimiz dördüne dört ayrı tarikat göstermişti. dördünü de o yollardan Al­lah'a ulaştırmıştı.
Sonra, Fâhr-i Alem efendimiz âhirete taşındı; Allah ona salât ve selâm eylesin. Onun yerine de Hazret-i Ebu Bekir halife oldu. Kendi yo­luna göre, ashaptan kabiliyeti ve iktidadı olanları irşad eyledi.

HAZRET-İ ÖMER'İN VE HAZRET-İ OSMAN'IN TARİKATI
Hazret-i Ebu Bekir'den sonra, yerine Hazreti Ömer halife oldu. Ken­di tarikatı güç olduğundan, Hazret-i Ebu Bekir'in yoluna girmeyi gös­terdi.
Ondan sonra da, Hazret-i Osman hilâfet makamına geçti. O da Hazret-i Ömer gibi, kendi tarikatını göstermedi; Hazret-i Ebu Bekir'in yoluna girmeyi gösterdi.
Ondan sonra da, Hazret-i Ali efendimiz halife oldu. Hazret-i Ebu Be-kir'in yolunda gidenleri, yine o yoldan geçirip teselli gtmeye çalıştı. Yeni-3en kendisine bağlananları da, kendi tarikatına alıp irşad eyledi;.
Anlatılan sebepten ötürü, Hazret-i Ömer ile, Hazret-i Osman'ın ta­rikatı kayboldu. O tarikatlardan kimse irşad olmadığı için, şimdi de on­ların vekilleri tasarrufsuz ve rişadsız olarak kendi tekliklerinde olurlar.

TARİKATLAR
Allah, kendisine salât ve selâm eylesin; Resulüllah efendimizin za­manından Ebu Müslim'in zamanına gelinceye kadar tarikat-ı aliyye iki idi: Biri gizli, biri açık.. Bunun sebebi ve hikmeti ise, anlatıldığı gibi idi.
Resulüllah efendimiz, gizli zikri, önce Hazret-i Ebu Bekir'e telkin buyurdu; onu irşad eyledi. Sonra da, Hazret-i Ali efendimize dahi telkin buyurup bir süre çalıştırdı. Ama, Hazret-i Ali bir lezzet bulup tarikattan feyz alamadı. O vakit, Resulüllah efendimiz Cenab-ı Hakka niyaz eyledi. Bu niyazın peşinden Hazret-i Ali, Hazretti Ömer, Hazret-i Osman hak­kında ilâhî emir geldi :
— Habibim, onların dördünün de kabiliyeti başka başkadır. Birinin gittiği yoldan öbürü gidemez. Onların tecellilerinin gereği budur.
Böylece, her biri için, ayrı bir yol öğretti. Resulüilah efendimiz de. Cenab-ı Hakkın ihsanı ile, öğretilen yolları, ayrı ayrı her birine telkin, buyurup irşad eyledi.
Sonraları, ikisinin tarikatından başka yere diğer ashab irşad olun­madı. Hazret-i Ebu Beklr ile, Hazret-i Ali'nin yolundan sülük gösterilir. Cenab-ı Hakkın ihsanı ile irşad olanlar olurlardı.

ON İKİ TARİKAT ,
Bundan sonra Ebu Müslim'in vaktinde on iki tarikat çıktı. Bunun sebebi ve hikmeti ise, Resulüilah efendimizin soyundan on iki imamın gel­mesi idi. Bunların dördü, Hazreti- Ebu Bekir yolundan sülük gördü; se­kizi de Hazret-i Ali'nin yolundan sülük gördü. Yani: Dördü, Hazret-i Ebu Bekir'in tarikatı ile irşad oldu; sekizi de Hazret-i Ali'nin tarikatı ile irşad oldu,
Bu sülükten sonra da, dört halife gibi istidad ve kabiliyet itibar. ile her birinin tecellisi başka başka idi. Bu yüzden, Cenab-ı Hak, her biri­ne şekli anlatılamayan biçimde, bir başka tarikat gösterdi. Onlar da ken-di yakınlarına telkin buyurup sülük yolunu gösterdi. Ama zahirde açığa vurmaz, kendileri sülük gördükleri tarikattan görünürlerdi. Zira, o za-man, nazik bir zamandı:
— Bunlar, Ebu Bekir tarikatında, Imam-ı Ali tarikatından ilerle­diler. Sonra da tarikat icad ettiler. Tarikat-ı Muhammediye'den ayrılıp batil yola saptılar..
Denilip halk arasında bir fesada sebeb olmaması için, kendilerine has yolları dıştan açıklamazlardı.
İşte anlatılan sebepten ötürü, o vakit, anlatılan iki tarikattan başka vuslat yolu yoktu.
Sonradan cehalet zamanı geldi. Ebu Müslim'in çıkışına kadar mümin muvahhid olan kimseler mağaralarında, hücrelerinde ibadet taat eder hallerini kimseye açmazlardı. Sonra Ebu Müslim çıktı. Kitaplarda da ya­zıldığı gibi, şeriat-ı mutahhara yayıldı; doğuyu batıyı tuttu. O zaman da fasık, facir, münafık olanlar dağılıp perişan oldular ve yenik düştüler
Bundan sonra anlatılan imamlardan her birinin tecellisinde bir pir çıktı; on iki tarikat da göründü.
Cehri (açık zikirli) tarikatlardan ilk zuhur eden Kadiri tarikatıdır Bu tarikat. aslında İmam-ı Hüseyin'in tarikatıdır.. Allah pndan razı olsun Babası Hazret-i Ali'nin gittiği yoldur. Allah ondan razı olsun. Bu tarikat­tan yedi tarikat çıkmıştır.
Ruhani (gizli zikirli) tarikatlardan ilk zuhur eden ise, Şah Nakşıbendin tarikatıdır. Bunun tarikatı da, İmam-ı Hasan'ın tarikatıdır; Allah ondan razı olsun. Bu da, Hazret-i Ebu Bekir'in girdiği tarikat idi. Ruhanî yol­dan zuhur eden pirler. Naksıbend tarikatından sülük görüp hilâfetten sonra, adı geçen imamların hangisinin tecellisinde bulunduysa, Cenab-ı Hak, şekli belli olmayan bir manada, tecellisinde bulunduğu imamın tari­katını tarif edip şu emri verdi:.
—  Kullarımı, bu tarikata göre irşad eyle; zatıma ulaştır.
Bu emri alınca da, kendisine tarif edilen emre göre; biat eden kim­seler, o tarikat usulüne göre telkin yapıp irşad eder.
Bu şekilde zuhur eden on iki tarikatın hafiden (gizli zîkirli tarikat­tan) zuhur eden, önce; Naksıbend tarikatından bir mürşidin elinde irşad oldu. Kendisine hilâfet verildikten sonra, hangi imamın tecellisinde bu­lunduysa., anlatıldığı gibi o imamın tarikatını canlandırdı.
Cehriden (açık zikirli tarikattan) zuhur eden pirler dahi, önce; ceh­ri tarikat mürşidlerinden birinin elinde irşad oldu. Kendisine hilâfet ve­rildikten sonra da, tecellisinde bulunduğu imamın tarikatını canlandırdı.
Anlatıldığı şekilde, on iki imamın tecellisinde on iki pir zuhur etti; anlatılan on ikl imamın tarikatı da bu şeklide açığa çıkıp canlandı.

TARİKAT KOLLARI
Anlatılan on iki tarikattan başka, ruhanî tarikattan ve nefsani ta­rikattan pirlerin ortaya çıkması ile tarikatlar çoğalmıştır. Ama, o çoğa­lanlara :
—  Tarikat..
İsmi verilmez. Bu ismi alanlar, anlatılan on ikl imamın tarikatım can­landıran pirlerin tarikatlarıdır. Diğerlerine şu isim verilir :
—  Kol..
Zira bunların kimi halvetiyeden, kimi Nakşıyeden, kimi de başka ta­rikattan ayrılmıştır. Hah yola giren salike kolaylık olması için, ilâhî ruh­satla her biri, bir usul gösterip o yoldan saliki Hakka ulaştırmışlardır.
Anlatılan sebepten ötürüdür ki, bu on iki tarikattan başkalarına :
—  Tarikat..
İsmi verilmez, şu isim verilir :
—  Kol..
Bunun sebebini ve hikmetini ise, şöyle açıklayabiliriz :
On iki pir, on iki imamın tarikatını canlandırıp onların gidişatına uygun hareket ettikleri için, kendilerine :
—  Pir..
İsmi verildi. Kalanlarına da, bunlardan ayrıldıkları için :
—  Pir..
İsmi verildi; bu da ilâhi ruhsatla usul gösterdikleri içindir. Tarikat­larına da :
- Kol..
Denildi; bu da, anlatılan on iki tarikatın birinden ayrıldıkları içindir..
.Sözün özü şudur : Bunların cümlesi Hak yoludur; cümlesi Yüce Hakkın zatına ulaştırır. Cümlesinin gayesi ve varacahları yerleri dahî birdir.                     
Ancak, bizim tuttuğumuz bu tarikat-ı aliyye onlarla bir değildir. Pirlerinin zuhuru da çoktur; zira, cümle insanların tecellileri de bir de­ğildir. Bu yüzden de, bu tarikat-ı ahyye, Cenab-ı Hak'tan kullarına bü­yük bir nimettir. Hangi tarikat, hangi kulun teceilisine uygun gelirse, hangisinden lezzet alırsa., o tarikata girip kolayca :



— «Kim nefsini bilirse, gerçekten Rabbını bilen odur.»
Hadis-i şerifindeki mana sırrına yer olsun.
Bu kadar pirlerin gelmesi, tarikat-ı aliyyenin kol kol ayrılması, an­latılan hikmete dayanır.
Bunlardan birinin gittiği tarikat başka, öbürünün gittiği tarikat başka değildir. Tarikat-ı aliyyenln cümlesi birdir; cümlesi de doğru yol­dur. Resulüllah efendimizin gittiği yoldur, tarikattır; Allah ona salât ve selâm eylesin.
Hiç biri başka sayılmaz; cümlesinin gayeleri, varacakları yerleri bir-. dir. Ancak, bazısının tarikatı kolaydır; Hak yolcusu salik, oradan kısa zamanda gayesine erer
Bazısının şartları da ağırdır. Hâk yolcusu salik, böyle şartları ağır olan tarikatta mihnet ve meşakkat çeker. Aradan geçen uzun zamandan sonra muradına erer.
Tarikat-ı aliyye şu anlatılacak misaldekl duruma benzer; şöyleki : Halil ibrahim aleyhisselâm, emir alıp-Mekke-i Mükerreme'deki Kabe binasını kurdu. Sonra da, onun ziyareti için emir verildi; şu anda yedi iklimin dört köşesinden insanlar gelip ziyaret ederler. Bazılarının bulun­duğu yer oraya yakın olduğu için, kendilerine kolayca ziyaret etmek nasib olur. Bazılarının bulunduğu yer de oraya uzahtır. Uzun zamanda, hayli zorluk çektikten sonra kendilerine, ziyaret nasib olur.
Allah katında bunların haclarının makbul olması aynıdır; ama ihsan olunan ecirleri bir değildir. Uzak yerden gelene bir kerede verilen ecir; yakın yerden gelene verilen ecir ikl defada ihsan olunur.
Bunun gibi, Cenab-ı Hak, kullarını zatına davet eyledi; bunun için de pirler gönderdi. Kendi zatının yollarını da açıkladı. O yolların her bi­ri için bir mürşid gönderip kullarına rehber eyledi. Bu duruma göre; her bir yoldan, mürşidin yol göstermesi ile salike vuslat ihsan olunur.
Ancak, Mekke-i Mükerreme misalinde olduğu gibi; bazı tarikatın usu­lü ruh yolu olduğundan, Kabe-i Muazzamaya yakındır. Kısa zamanda, bir meşakkat çekmeden vuslat nasib olur. Bazı tarikatın yolu da nefis yoludur; bu yüzden de Kâbe-i Muazzama'ya uzaktır. Türlü türlü müca-hede zahmeti çekerek, aradan uzun zaman geçtikten sonra vuslat nasib olur, Mekke-i Mükerreme'yi ziyaret eden hacılardan cümlesinin haccı bir düzeyde mahbuldür. Bunların da sülûkü tamamlandıkta kendilerine ihsan olunan ilahî tecellileri bir kat; ama Mekke-i Mükerreme'ye uzak yoldan gelenin ecri, uzak yoldan gelenin ecrine nisbetle iki kattır.
Üstteki misalden şöyle bir mana çıkarabiliriz :
Nefis yolundan giden kimseye vuslata erdiği zaman, hayvani ruhu­na mutmalnne sıfatı hal olur. Bunun düşmesinden de korkulmaz. Çalışır­sa, daha ileriye gider. Çaılşmaz ise, olduğu yerde kalır.
Ruh yolundan giden kimseye gelince, istidadı varsa, Mekke'den Me­dine'ye gider gibi, kısa zamanda, nefis yolundan gidenlerin mertebelerini alır geçer. Ama, hayvani rıılıu, ya levvame ile, ya da mulnime ile mut-tasıftır. Bu sebeple, bunların düşmesinden, korkulur.
İnşallah, bunların ayrıntıları aşağıda gelecektir.
Hasılı : Bu tarikatların cümlesi de Hak yoludur; vuslat yoludur.
Hangisine girilse, oradan Allah'ın zatına ulaşılır. Cümlesi, hac misalinde anlatıldığı gibidir.
Ama, birtakım habis herifler var kl, taç ve hırka giyinip kendilerini dıştan ehlüllaha benzetirler. Ama gidişatta dehrî olmuşlardır. Bizim bun­larla işimiz yoktur. Çünkü, onların piri Azazil (Şeytan) olup yolları da cehennemdir. Bizim sözümüz ehl-i sünnet olanlaradır.
Anlatılan tarikatların her birinden nice nice velî kutuplar gelmiştir; halen de gelmektedir. Kıyamete kadar, her asırda sayısız ehlüllah veliy­yüllah vardır. Onların bulunmadığı hiç bir vakit olmaz. Taa. Mehdî çıkıp âhirete teşrif edinceye kadar, anlatılan zatların yeryüzünden eksik ol­maları muhal iştir. Ama, şöyle bir şey diyebilirsin :
— Şimdi öyle bir vakittir ki; şeyhi de, dervişi de, uleması da cüm­lemiz dünya ile meşgulüz. Böyle bir zamanda veliyyüllah mı olur?.
Böyle dediğin için,, büyük hatada bulunmuş olursun. Zira :



—  «Alimler peygamberlerin varisleridir.»
Hadis-i şerifini, yalana çıkarmış olursun; Bu hadis-i şerif, zahir âlim­ler hakkında gelmemiştir. Zahir âlimleri sırf nahiv, mantık, maani ve benzeri resmî ilimleri bilirler. Bunun için de, hadis-i şerifte övülen bun­lar olamazlar. Zira, mananın haklkatına vâkıf değillerdir.
Asıl âlim odur kl : İlmel-yakin sırrı kendisine hal ola. Daima Allah huzurunda huzurlu, huşu içinde ibadet edenlere :
—  Alim..
İsmi verilmiştir. Yoksa sadece zahirî ilimle tahta başına geçip :
—  Resulüllah şöyle buyurdu..
Diyerek, ibareye mana vermek sureti ile ilmel-yakın sırrım bulmak ve âlim hükmüne girmek mahaldir. Zira ilmel-yakin sırrı, yalnız dıştaki ilimle vücuda gelmez. Şeriatı bilip onun emirleri ile amel ettikten sonra; tarikatı da bilip onun emirlerini de yerine getirip amel etmek gerekir.
Eğer dış ilimle ermek mümkün olsaydı; bu, mezhebimizin başı İmam-ı Azam için olurdu :



—  Eğer iki sene olmasaydı, Nu'man helak olurdu..
Demezdi. Aynel-yakin sırrı ile, hakkal-yakin sırrını da buna göre he-sab eyle.
Mehdinin vefatına kadar her asırda yukarıda da anlatıldığı gibi, mutlak vekil, Resulüllah'ın varisi olan :
—  Kutuplar kutbu..
Adında bir veliyyüllah vardır. Bir de, Gavs-ü Azam vardır. Bir de Sırr-ı Hilafet vardır. Bunlardan başka: üçler, beşler, yediler, kırklar var­dır. Bunlardan başka da, sayıya gelmeyecek kadar nihayetsiz veliyyüliah vardır. Onların hesabım ancak Allah bilır. Bunların cümlesi de, peygam-berlerin varisleri olmuştur.
Geçmiş asırların her birinde nekadar peygamber bulunduysa., şimdi de, her asırda onların varisi olarak, onlar kadar velî vardır. Ehlüllahı da bunlarla kıyas edebilirsin. Senin kalbine gelen :



—  Müminin hatırına gelenler, müminin aynasıdır.
Hükmüne göre, onlar senin halindir. Yanil : Düşündüklerindir. Eğer halin yüksek olsaydı, âleme velî gözü ile bakardın :
—  Şimdi dünyada veli yoktur.
Demenle onlar yok olmazlar. Ancak, senin inkârın sana perde olur; hem de kalın perde.. Bununla da benlikten kurtulamazsın.

Bir şiir :
Bırak inkârı dilden ey sofi;
İçirsünler sana şarab-ı safi..
Gider inkârını, oldem mest olursun;
Hicabın ref olup yan görürsün.(1)

(1) Bu şiirin daha açık Türkçesi şöyledir:
Ey sofu, dilinden inkârı bırak ki, sana saf şarabı içirsinler.
İnkârını giderdiğin anda, mest olursun; perden de kalkar, yarı görürsün.

SAFİYE SIFATI
7. Nevi: Safiye sıfatını açıklar..
Bu, ikinci faslın yedi nevinin yedinci nevidir.
Değerli kardeşim, burada anlatılacak olanlar da bilinmiş olmalıdır. Safiye sıfatı makamında olanların rengi yoktur.
—Suyun rengi, kabının rengidir.                           
Hükmüne göre suyun rengi yoktur; hangi kaba konursa onun ren­ginde görünür. Bunun gibi, safiye sıfatı makamında olanların rengi yok­tur. Her kim ile görüşürlerse, o kimsenin halinden görünürler.
Fasıkla görüşürlerse., o fasıkın halinden görünüp onun uygunsuz işlerinin iyileşme çarelerini uygun biçimde anlatırlar. O fasık kimse de, onların meclislerinden kalktığı zaman insafa gelir pişman olur; meğerki kalbi mühurlenmiş ola.
Bekara suresinin 7. âyetinde Duyurulan :



— «Allah, onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerin­de perde vardır. Onlara ağır azab olacaktır.»
Mana hükmüne girmiş ise, ona nasihat kâr etmez. Eğer zerre ka­dar imanı varsa, kendisine edilen nasihatlar, günün birinde canlanır; bü­tün kötü işlerinden tevbeye gelip istiğfar eder.
Bunların meclisine, sofî gidişatında biri gelirse; onun halinden gö­rünürler; ondan bir adını ileride görünmezler. Eğer onun tarikat-ı aliy-yeden nasibi varsa, bu makamdaki kimse, sofî gidişatına girer. Kolaylıkla, tarikatı övmeye dalr biraz vaaz ve nasihat zuhur eder. O kimse de bu övgüye hayran olup kalır. O kadar kl : Meclisinden kalkmak iste­mez. Bu makamdaki zatı, kendisinden ileri görmez :
— Bu da bizim gibi.. Sofilerden biridir.
Deyip ona çokça sevgi duyar.
İşte anlatıldığı gibi, bu zatlar, kiminle görüşürlerse, o kimsenin ren­gine boyanırlar. Onun gidişatından baş gösterirler. Ulema ile ulema, salihlerle salih, sofî ile sofi, sefih ile sefih, derviş ile derviş, velî ile velî olurlar.
Her kimin meclisine gelirlerse, onun rengine boyanırlar. O kimsenin haline uygun söz ederler. Sözleri bir garazdan yana olmaz, iradesiz ve şekli anlatılamayacak biçimdedir. Bu yüzden de, herkesin haline uygun sohbet ederler. Hiç kimse onların haline vâkıf olmaz.
Ancak, kendilerine mahrem olan yakınlarına Cenab-ı Hakkın ihsanı ile şekli anlatılamayacak biçimde bildirilir. Bu zatların değerini, ancak anlatılan yakınları bilir.
Bu durumun sebebini ve hikmetini de şöyle anlatalım :
Safiye sıfatına bürünen zatların hayvani ruhları, sultanî ruha tam manası ile dönüşmüştür. Hayvaniyet izi de tamamen gidip yalnız insanlık sıfatı ile sıfatlanmışlardır.
Ustteki mana, kemal bahsinde açıklanmıştı. Bunun için, her an ve her nefes, Allah'ın zatına dalgındırlar. Bunlar için ayık hal yoktur. Ken­dilerini asla görmezler. Zira, tam manası ile mahviyete geçmişlerdir. Bu yüzden kendilerinden gelen söz, zatladır; anlatılacak bir şekli de yoktur. Bundan dolayıdır kl : Meclislerine gelen kimselerin halleri kendilerine akseder; o halden görünürler. O gelen kimsenin kader sırrına uygun söz ederler. Bu da, onların iradesine bağlı değildir; şekli de yoktur, sırf Rabbani bir ilhamdır.
Bu sıfata bürünen zatların vasfedeni ve öveni Allah'tır. Onlar, bu dünyada klbrit-i ahmerdir.
Bunlar, her asırda üç yerde zuhur ederler. Hangi yerde oldukları da belli değildir, bilinmez, meğerkl Allah bildire..
Şu da bilinmelidir ki..
Bu zatlardan birine intisab edilip teslim olunsa, ama tam manası ile.. nekadar fasık, facir, müfsid olursa olsun; her ne emir verilirse, tereddüt
etmeden kabul edip yerine getirir ise., mutlaka cümle kötü işlerinden ge­çirip kendisini kemal ehli eyler. Bunda ne şek vardır, ne de şüphe.. Me­ğerki, intisab eden kimse; teslim olmasında ve emri yerine getirmekte kusur etmiş buluna.. Zira, onların arzu ettikleri şeylerin cümlesi kadere bağlı bir şeydir. Bu yüzden, onların murad ettiklerini yapmak muhal iş­tir. Ama, teslimiyette emri yerine getirmek şarttır. Şart yerine gelme­yince, şarta bağlı şeyin ele geçmesi muhal iştir. Bundan dolayı Hak yol­cusu salike ilk gereken şey, yıkayıcı elindeki meyit gibi teslim olmaktır; bu da lüzumlunun Iüzumlusudur.
Bu safiye sıfatında olan kimseleri; Âdem aleyhisselâm devrinden beri gelen halkın cümlesi anlatıp haklarında kitaplar yazmış olsalar; um­man denizden bir damla, güneşten bir zerre kadar övmüş olurlardı.

HAYRET MAKAMI
Bu zatlardan ilerisi, hayret makamı sahipleridir. Onların halinin ne olduğunu da bunlardan kıyas edebilirsin.


Bir şiir :
Bir kulun kim meddahı
Allah ola; Kim kadir ki, ol
ana meddah ola..'

Bu manayı ciddî bir şekilde anla..

(1) Bu şiirin daha açık Türkçesi şöyledir :
Eğer bir kulu Allah övmekte ise; kimin gücü yeter ki, o kulu övmeye kalkışa.
    

Günün Sözü

"“Kapları yıkamak ve evin etrâfını temiz tutmak zenginlik verir.” (Hadîs-i Şerif—el-Câmi‘u’s-Sağîr)"
Telif Hakkı © 2024 Open Source Matters. Tüm Hakları Saklıdır.
Joomla!, GNU Genel Kamu Lisansı altında dağıtılan özgür bir yazılımdır.