Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979
276.Mektup
- Ayrıntılar
- Kategori: Mektubat-ı Rabbani
- Gösterim: 4991
276. Mektup
MEVZUU : a) Kur'an-ı Kerimin muhkem âyetleri ile müteşabih
düetleri.,
b) Ulemanın ve kemalâtınm beyanı..
Bu münasebetle bazı hususlar..
***
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu, Şeyh Bedüiddin'e yazmıştır.
***
Âlemlerin Rabbı Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm, Seyyidül-mürselin üzerine
olsun; keza onun pâk ve temiz âlinin ve ashabının, tümüne..
Allah-ü Taâlâ, bizi ve sizi ilimde rüsuh bulanlardan eylesin.
***
Ey Kardeş,
Allah-ü Taâlâ, Kitab-ı Mecid'ini iki kısma ayırdı:
a) Muhkem olanlar.. (Manaları belli olanlar.)
b) Müteşabih olanlar..(Değişik mana taşıyanlar.)
Birinci kısım: Şeriat ilimlerinin ve hükümlerinin menşeidir.
İkinci kısım: Hakikat ve sırlar ilminin mahzenidr.
Kur'an-ı Kerm'de veya hadis-i şeriflerde: Yed, vech, esabi, enamil olarak
anlatılanların tümü, müteşabihattan sayılır. Surelerin başında gelen
mukattaat-ı huruf dahi aynı şekilde, müteşabihattan sayılır. Bunlara, hiç kimse
muttali olamaz., ancak, ulema-i rasihun müstesna..
Tahayyül etmeyesin ki:
— Yed..(El)
Olarak anlatılan lafzın tevili, kudretten ibarettir. Yine sanmayasın ki:
— Vech..(Yüz)
Olarak anlatılan lafzın tevili dahi, zattan ibarettir. Elbette, bunların
tevili, pek çetin sırlardandır ki: Havas zatların dahi en hasına inkişaf
etmiştir.
Mukattaat-ı Kur'aniye harflerinden ne yazabilirim ki?. Onlardan her bir harf,
bir denizdir ki: Aşıkla maşuk arasında gizli sırları dalgalandırır. Derin,
dakik bir işarettir ki: Muhibb ile mahbub arasında geçer..
Muhkemata gelince., bunlar, her nekadar Ümmehat-ı Kitab iseler de; lâkin
bunların neticeleri ve semereleri kitabın maksatlarından olan müteşabihattır.
Ümmehat ise., neticelerin husulü için,, vesileler sayılır.
Kitabın kalbi, o müteşabihattır; o özün kışrı ise.. Kitabın (yani: Kur'an'ın)
muhkematıdır.
Müteşabihat, o şeydir ki: Asl'olanı, remiz ve işaretle beyan eder. Bu şanı yüce
mertebenin muamele hakikatından haber verir. Amma, muhkemat böyle değildir.
Müteşabihat, hakikatlerdir. O müteşabihata nisbetle bu muhkemat; o hakikatlerin
suretleridir.
Rasih olan âlim odur ki: Öz ile kışrm arasını bulur; hakikat ile suretin
arasını cem eder.
Kısır uleması, kışr'ile sevinip muhkemat ile yetinmektedirler.
Rasihun olan ulemaya gelince., muhkematı tahsil edip müteşabihat tevilinden
yana da bol hazza nail olmaktadırlar. Böylece, hakikat ile suretin beynini cem
etmektedirler. Yani:
— Mütaşabih ile muhkemin..
Demek istiyorum.
Amma bir kimse ki: Muhkematın ilmini tahsil edip onun muktazasına göre amel
etmeden, müteşabihatın tevilini taleb eder; sureti dahi terk edip hakikat fikri
yoluna girer o kimse cahildir; cehlinden de haberi yoktur. Dalâlette kalmıştır;
amma kendi dalâletinden haberdar değildir. Bilip anlamaz ki: Bu hayat, suretten
ve hakikatten mürekkeptir, Bu hayat, devam ettiği süre de, asla hakikat
suretten ayrılmaz.
Allah-ü Taâlâ, şöyle buyurdu:
— «Rabbına ibadet et; taa, yakin gelinceye kadar.» (15/99)
Yani: Ölüm gelinceye kadar. Nitekim müfessirler de şöyle dediler:
— Allah-ü Taâlâ, ibadetin son bitimini; ölümün gelme zamanı eyledi. Ki ölüm: Bu
hayatın sonudur. Zira, bir kimse ölünce; kıyameti kopmuş olur. Suretin
hakikatten ayrılması ise., âhirette olacaktır. Ki orası: Hakikatlerin zuhur
mahallidir.
İki hayattan her birinin, kendine göre bir hükmü vardır; birinin hükmü diğerine
geçmez. Ancak, maksadı şeriatın iptali olan cahil veya zındık olanlar
müstesna..
Herhangi bir ger'î hüküm ki: Müptedi için sabittir; o hüküm mürit ehi için dahi
sabittir.
Avam müminler, arif zatlardan havasın dahi hası olanlar bu manada müsavidir;
onda aynı kıdeme sahiptirler. Bir şahısla, diğer şahıs arasında fark yoktur.
Kısır mutasavvıflar, hüsrana uğramış mülhidler ki bunlar, boyunlarını şeriat
ipinden kurtarma sadedindedirler; hayal ederler ki Şeriat hükümleri avama
mahsustur, amma havas zümre yalnız marifetle mükelleftirler.
Yine onlar, cehaletlerinden ötürü sanırlar ki: Emirler ve sultanlar, adalet ve
insaf dışında bir şeyle mükellef değillerdir.
Şunu da derler ki:
— Şeriatın gelmesinden maksud. marifet husulüdür; marifet hasıl olduktan sonra,
şer'î teklifler düşer. Kendi davalarının isbatı için de, şu âyet-i kerimeyi
şahit tutarlar:
— «Rabbîna ibadet et; taa, yakın gelinceye kadar..» (15/99)
Yani: Allah ü Taâlâ'ya olan yakın.. Nitekim Sehl-i Türseteri dedi ki:
— İbadetin intihası, Sübhan Hakka marifet husulüdür.
Zahir olan mana şu ki: Yakin manasını Allah'a yakin olarak alanların muradı,
Yüce Hakka marifet husulü, ibadette külfetin kalkmasıdır; ibadetin kendi
nihayet bulması değildir. Zira öyle bir şey, ilhada ve zındıklığa gider.
Yine onlar sanırlar ki: İrfan sahiplerinin ibadetleri riyakârlıktır. Bunlar,
taat ve ibadetten yana yapacaklarını yaparlar; amma tabileri ve müptediler
kendileri uysun içindir. Amma, kendilerinin o ibadetlere ihtiyaçları olduğu
için değildir.
Bu kail oıduklan işin teyidi için de, meşayihten sözler nakledin derler ki:
— Eğer şeyh mürai ve münafık olmasa, mürid ondan faydalanamaz..
Sübhanellah onlan utandırsın; o kadar cahiller ki!.
İrfan sahiplerinin ibadete o kadar ihtiyaçlan vardır ki; müridlerin onun onda
biri kadar ihtiyacı yoktur. Çünkü: Onların yükselişleri ibadete bağlıdır;
terakkileri, şeriat hükümlerini yerine getirmeye göredir.
Eğer ilimler için ibadetlerin yarın bir semeresi olacaksa; bugün arifler için
hâsıl olmuştur. Durum böyle olunca, ibadet etmeye bunlar daha haklıdırlar.
Şeriat hükümlerini yerine getirmeye başkalarından daha muhtaçtırlar.
***
Şunun bilinmesi gerekir ki,
Şeriat, suretin ve hakikatin mecmuundan ibarettir. Suret, şeriatın zahiridir;
hakikat ise., şeriatın batınıdır.
Kişr ve öz, her ikisi de, şeriatın cüzlerindendir. Muhkem ve mütekabili,
kabuğun ve özün ferdlerindendir.
Zahir âlimleri, şeriatın kabuğu ile yetindiler.
Ulema-i rasihun ise., öz ile kabuk beynini cem edip suretin ve hakikatin
biraraya gelmişinden bol hazza nail oldular.
Şeriatın şöyle tasavvur edilmesi gerekir: Suretten ve hakikatten mürekkeb olan
bir şahıs..
Bir cemaat, şeriatın suretine taalluk ettiler ve ona düşkün oldular; hakikatini
dahi inkâr ettiler. Kendilerine bir şeyh de tanıtılmadı ki: Ona iktida
etsinler. Hidaye ve Bezdevi başka.. Bu cemaat, ulema-ı kışrdır.
Bunların dışında bir cemaat ise., şeriatın hakikatma meftun oldular. Lâkin, onu
şeriatın hakikati olarak itikad etmediler. Sandılar ki: Şeriat, yalnız surete
ve kışra inhisar etmiştir. Lübbü ve hakikati, ötesinde tasavvur ettiler.
Bununla beraber, şeriat hükümlerini yerine getirmekten imtina etmediler. Kıl
kadar ona muhalif davranmadılar. Şeriatın suretini zay etmediler.
Şeriat hükümlerinden bir hükmü terk edeni dahi, battal ve dalâlette saydılar.
İşbu kullar, Yüce Sultan Allah'ın velî kullarıdır. Allah-ü Taâlâ'nın başkasına
karşı Sübhan Allah'ın mahabbeti ile kapanmışlardır.
Bu anlatılanlardan başka bir cemaat var ki: Şeriatı, suretten ve hakikatten
mürekkeb itikad etmişlerdir. Yakin getirmişlerdir ki o: Kışrın ve lübbün
mecmuudur. Şeriat suretinin husulü, hakikat tahsili olmadan, bunlar katında
itibar makamından düşüktür. Suretin isbatı olmadan, hakikatinin husulü dahi,
tam değildir. Hakikatin sübutu olmadan, husulün suretini dahi, necati mucib
olan İslâm'dan saymazlar. Tıpkı: Zahir ulemanın hali ve avam müminlerin durumu
gibi..
Suretin sübutu olmadan, hakikatin husulünü muhalât cümlesinden tasavvur
ederler. Böyle bir şeye kail olanı dahi:
— Zındık ve dalâlette.. Diye isimlendirirler.
***
Hulâsa: Bu büyüklerin katında, surî ve manevi kemalât, kemalât-ı şer'iyeye
inhisar etmiştir.
Yakine dayalı ilimler ve marifetler ise., ehl-i sünnet vel-cemaatm reyleri ile
sabit olan akaid-i kelâmiyeye kalmıştır.
Bunlar katında, mes'ele-i kelâmiyeden bir meseleye, bin şühud ve müşahede
müsavi olmaz. Yani: Yüce Hakkın tenzihleri Hakkında..
Şeriat hükümlerinden bir hükme muhalif olan hal, vecd mevacid, tecelli ve
zuhurları yarım arpaya dahi almazlar. Hatta, bu misillu zuhurları isüdraç
zarını taşıyan cinsten sayarlar.
Bir âyet-i kerime meali:
— «Onlar, Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir; onların hidayetine uy.» (6/90)
Bunlar ulema-i rasihundur.
Muamelenin hakikatma ittıla bunlara in'am edilmiştir.
Bunları, şeriatın hakikatına ulaştıran; şer'î edeplere riayetleridir. Amma
ikinci anlatılan fırka böyle değildir.
Zira onlar, her nekadar hakikata müteveccih, ona meftun olmuşlarsa da; o
hakikati şeriatın ötesinde sanıp şeriatı dahi onun kışrı tasavvur ettiklerinden
zarurî olarak, o hakikatin zıllarından bir salla tenezzül etmişlerdir. Bu
muamelenin hakikatına vusul yolu bulamamışlardır. Bunun için velâyetleri zilli,
kurbiyetleri de sıfatıdır. Amma Rasihun ulema bunlara benzemez.
Zira, bunların velâyetleri aslidir. Bunlar, asıllara ulaşma yolunu
bulmuşlardır. Tamamı ile, zılâl perdelerini de aşmışlardır. Hiç şüphe edilmeye
ki: Bunların velâyeti, enbiyanın velâyetidir. Amma öbür velilerin velâyetleri,
enbiya velâyetinin zillidir.
***
Bu Fakir, müteşabihatın tevilinde çekimserim. Bir müddetten beri onları Sübhan
Hakkın ilmine bırakmışım. Ona iman dışında, rasihun ulemaya ondan bir nasip
vermiyorum.
Ulema-i sofiyyenin beyan ettikleri tevilâtı ise., o müteşabihat şanına lâyık ve
münasip görmüyorum.
Örtülmesi kabil olan sırlar için tevilât dahi görmüyorum. Burada
Ayn-ül-Kuzat'ın yaptığı tevili misal olarak alabiliriz. Şöyle dedi:
— ELİF
Ve., daha buna benzeyen şeyler..
Ancak.. Allah-ü Taâlâ, sırf fazlı ile, müteşabihat tevilatmdan bir nefes izhar
eylediği, o umman denizden bir cetvel yol açtığı, onu bu Miskin'in arzına uzattığı
zaman bildim ki: Rasihun ulemanın, aynı şekilde o tevilâttan bolca nasibi
vardır.
Bir âyet-i kerime meali:
— «Allah'a hamd olsun ki: Bizi buna hidayet etti Allah bize hidayet etmeseydi;
biz buna kavuşamazdık. Rabbımran resulleri gerçeği getirdi.» (7/43)
***
Yazılı taleb edilen rüyaların tabirini, hazır bulunduğumuz zamana bırakalım; o
makule şeyden bir şey yazmayalım.
Ne yapalım ki, kalem başka maarifin yazılmasına kaydı. Onun gayrı muameleyi
istikbale attım. Ki bunlarm yazılması daha yerinde oldu. Bunun için
müsamahanızı dilerim.
Selâm size ve hidayete tabi olanlara..
Mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara..
Âline ve kardeşlerine salâtlar ve üstün selâmlar..
***