Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979
313.Mektup
- Ayrıntılar
- Kategori: Mektubat-ı Rabbani
- Gösterim: 5880
MEVZUU
:
a) Kendisine sorulan yedi suâlin cevabı.
b) Bu mektupla BİRİNCİ CİLT tamam olacaktır. Şunun içindir ki: Bunun adedi enbiya
ü mürselinin adedine ve ashab-ı bedrin adedine uygun düşmüştür.
c) Bu mektubun sonuna Mahmudzade'nin arzuhalleri eklenmiştir. Şunun için ki:
Onu okuyanlar, kendisinin ruhuna Fatiha kıraat edip hayır duâ ile analar.
***
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu, Hace Muhammed Haşim'e yazmıştır.
***
Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm, Allah'ın Resulü üzerine olsun.
Sizlere dahi, dualar etmekteyim.
***
Kardeşimiz Hace Muhammed Haşim'e bildirmek isterim ki: Mir Muhibbüllah'ın
mektubuna derc edilen ve halli istenen suallerin cevabını, bize malum olduğu
şekilde yazıp yollayacağız.
Bu manada bir şiir:
Olaydı Ebu Ali Neva kalender;
Sofi olurdu kalenderler beraber..
BİRİNCİ SUÂL: Aşağıdaki hususları ihtiva etmektedir.
a) Fena ve beka yönü ile ilâhi yakınlık..
b) Bütün cezbe ve sülûk makamlarını aşmak..
c) Hayr'ül-enam Resulûllah S.A. efendimizle olan bir sohbetleri sonunda;
ashab-ı kiram bütün ümmetinin evliyasından daha faziletli bir durum
kazanmışlardır. Bu seyr ü sülûk, fena ve beka dahi, onlar için bu yapılan bir
sohbette hâsıl olmuş mudur?. Bu, bütün seyr ü sülûkten, fena ve bekadan daha
faziletli olmuş mudur?. Bunlarda hâsıl olan fena ve beka, yalnız Resulûllah
S.A. efendimizin mücerred teveccüh ve tasarruf ile mi oldu, yoksa mücerred
İslâm'a girmekle mi?.
Sonra.. Onların cezbe ve sülûk ilmine karşı hal ve makam olarak bilgileri var
mıydı?. Eğer var idiyse., buna ne gibi bir isim vermişlerdi?. Şayet onlar için
bir cezbe ve sülûk yok idiyse., onun için:
— Bid'at-ı hasene..
Dememiz mümkündür..
BİRİNCİ SUÂLE CEVAP:
Bilesin ki., bu müşkil işin halli, sohbete bağlı ve hizmete kalmıştır.
Zira, edilecek kelâm, öyle bir kelâm olacaktır ki: Bu müddet içinde, hiç kimse,
öylesini konuşmamıştır. Bir defa yazmakla, sizin için nasıl akla uygun düşüp
anlaşılsın?. Lâkin, mademki sordunuz; mutlaka buna cevap verilmesi zaruri
olarak, icmalen onun halli gereklidir. Bu cevabı, iyi anlamaya bakmalıdır.
Bilesin ki..
Fenaya, bekaya, sülûke, cezbeye bağlı bulunan ilâhi yakınlık; bu ümmetin
evliyasının müşerref olduğu yakınlıktır. Hayar'ül-enam Resulûllah S.A.
efendimizin sohbeti sonunda ashab-ı kirama müyesser olan yakınlık ise., kurb-ü
nübüvvet (nübüvvet yakınlığı) olup tebaiyet ve veraset yolu ile hâsıl olmuştur.
Bu yakınlıkta ne fena vardır: ne beka.. Ne cezbe vardır; ne de sülûk.. İşbu
yakınlık, velâyet Yakınlığından daha faziletli ve daha üstündür. Hem de nice
mertebeler.. Zira bu yakınlık, asıl yakınlıktır. O yakınlık ise., zılâl
yakınlığıdır. İkisi arasında o kadar fark var ki.. Lâkin, herkesin fehmi bu
zevki tadamaz. Nerede ise., havas zümreye dahil olanlar bile., bu anlamamak
durumunda, avam ile beraber olacaktır..
Bu manada bir şiir:
Olaydı Ebu Ali Neva Kalender ;
Sofi olurdu kalender beraber..
Evet..
Nübüvvet kemalâtının zirvesine çıkış, velâyet yolundan olursa., o zaman fena,
beka, cezbe ve sülûk gerekli olur. Zira bunlar, o yakınlığın başlangıcı ve
hazırlığıdır. Amma seyir bu yoldan olmaz da, nübüvvet yakınlığı için tercih
sultanî yola düşer ise., o zaman: Fena, beka, cezbe ve sülûke hacet kalmaz.
Ashab-ı kiramın yolu dahi, sultanî olan nübüvet yakınlığı yolundan olmuştur. Bu
manadan ötürü, onların cezbeye, sülûke, fenaya ve bekaya ihtiyaçları yoktur.
Bu hususu dahi iyi anlamak için, Emanüllah adına yazılan mektuba bakılmalıdır.
(Bak: Mektup 301)
Bu Fakir, mektuplarından bazı yerlerde şöyle yazmıştı:
— Benim muamelen sülûkün, cezbenin, zuhuratın, tecelliyatın da ötesinde
olmaktadır.
Bu cümlede anlatılan manadan murad: İşte bu yakınlıktır. Yani: Ashab-ı kirama
olan yakınlık..
Ben, Hazret-i Şeyhimizle beraber olduğum sırada, zuhurat olarak bu devleti elde
ettim. Bu durumu, kendisine şu ibare ile arz ettim:
— Bana zahir olduğuna göre bu işe nisbetle enfüsi seyir durumu, seyr-i enfüsîye
nisbetle seyr-i afakî gibi oldu.
O zaman, kendimde, bu devleti, bundan ziyade tabirle anlatma kudretini
bulamıyordum.
Bu hayret verici muamele, seneler sonra yerleşmeğe ve yazılmaya başlayınca ben
de mücmel bir ibare ile yazdım.
Bir âyet-i kerime meali:
— «Allah'a hamd olsun ki, bizi buna hidayet eyledi.. Eğer Allah bize hidayet
etmeseydi: biz hidayet bulamazdık. Rabbımızın resulleri Hakkı getirdi.» (7/43)
Fena ve beka, cezbe ve sülûk yenidir; meşayihin buluşlarındandır. Mevlâna Cami
Nefehatta şöyle anlattı:
— Fenadan ve bekadan ük söz eden Ebu Said Harraz'dır. Allah sırrının
kudsiyetini artırsın.
***
İKİNCİ SUÂL ise.. 5u hususları ihtiva eder:
— Tarikat-ı Nakşibendiye-i Aliyye'de sünnet-i seniyyeye ittiba vardır. Bu
manadan olarak, Resulûllah S.A. efendimizden, hayret veren riyazetler, şiddetli
mücahedeler sudur etmiştir. Meselâ: Aç kalmak.. Bu Tarikat'ta ise., riyazetten
men edilme durumları vardır.
Hatta onda, suri olan keşifler zuhur edeceğinden muzır görmektedirler.
Şaşılacak şey: Sünnete ittiba etmekte nasıl zarar ihtimali olur?.
İKİNCİ SUÂLE CEVAP:
Ey Muhib,
— Bu Tarikat'ta riyazet yasak edilmiştir..
Diyen kimdir?. Sonra, onların riyazeti zararlı gördüğü nereden işitilmiştir?.
Halbuki, bu Tarikat'ta sünnet-i seniyyeye tabi olma ya devam vardır. O
sünnetlerin sahibine salât, selam ve tahiyyet.. Sonra şunlar da vardır: Hali
gizlemeye çalışmak, orta halli olmayı tercih etmek, yemekte, içmekte ve diğer
işlerde itidal sınırını aşmamak vardır. Bütün bunlar zor riyazet ve şiddetli
mücahede olarak bilinir.
Bu babda sön söz şu ki:
— Avam sınıfında olanlar, hayvanlara benzerler. Bu anlatılan işler: riyazetten
saymadıkları gibi, onları mücahede olarak dahi görmezler. O kadar ki: Onlara
göre riyazet, aç kalmaya inhisar eder. Çokça aç kalmak. Onlara göre büyük bir
iştir. Bu behaim sıfatına girenlere göre yemek işi, en önemli işlerden ve en
büyük gayelerdendir. Bu mana icabı olarak, hiç şüphe edilmeye ki: Onu bırakmak
dahi zor riyazet ve şiddetli bir mücahededir. Amma sünnet-i seniyeyi muhafaza,
ona tabi olmayı bırakmamak ve emsali işler öyle değildir. Zira, avam katında
bunların değeri yoktur ve bir şeyden sayılmaz. O kadar ki: Yemek yemeyi kötü ve
yemek yememeye alışmayı riyazet sayarlar. Bu Tarikat'ın büyüklerine lâzım olan
hali gizleyip avam katında riyazet sayılan şeyi dahi terk etmektir. Bilhassa
halkın kabulüne sebeb olan şeylerden sakınırlar. Zira halkın kabulüne mazhar
olan işler, büyük afetler arasında sayılır. Bu manada Resulûllah S. A. efendimiz
şöyle buyurdu:
— «Allah'ın koruduğu kimseler hariç; bir kimseye günah olarak yeter ki,
kendisini din ve dünya işinde insanlar parmakla göstereler.»
Fakir'e göre: Çokça aç kalmak, yemek işlerinde itidal üzere olmaktan daha
kolaydır. Orta halli olma riyazeti ise., çok aç kalmaktan daha faziletli ve
daha iyi olmaya müstahaktır.
Allah sırrının kudsiyetini artırsın, muhterem babam şöyle dedi:
— Sülûk ilmi üzerine yazılan bir risale buldum; onda şöyle yazılmış olduğunu
gördüm:
— Yemek işlerinde itidal haddine riayet etmek, onda orta halli olmaya dikkat
etmek matluba vâsıl olma işinde yeterlidir. Bu hususa riayet ettikten sonra,
zikre ve fikre hacet kalmaz.
Gerçek olan da şu ki: Yemek ve giymek işlerinde, hatta bütün işlerde orta hal
üzere bulunmak iyidir; cidden güzeldir.
Bu manada bir şiir:
Olmaya, yiyesin ağırlık vere sana; Aç kalasın da, zaaf gele vücuduna..
Allah-ü Taâlâ, Resulûllah S.A. efendimize kırk erkek kuvveti vermişti. Bunun
için de, Resulûllah S.A. efendimiz o kuvvetle açlık ağırlığına tahammül
ediyordu. Ashab-ı kiram dahi. Hayr'ül-beşer Resulûllah S.A. efendimizin sohbeti
bereketi ile o ağırlığa dayanırlardı. Bu yüzden de, asla amellerinde ve
fiillerinde bir kesinti olmazdı. Bu açlık halleri ile, düşmana karşı olanların
muharebe kudretleri o derecede olurdu ki: Tok olanlar, onun onda birine dahi
yetişemezdi.
Üstte anlatılan mana icabı olarak, onlardan sabırlı olan yirmi kişi, iki yüz
düşmana bedeldi. Onlardan yüz kişi dahi bin kişiye bedeldi..
Ashab-ı kiramın dışında olan aç kimseler ise., o kadar acze düşerler ki: Adabı
ve sünnetleri dahi yerine getirmekten aciz kaldıkları olur. Hatta, çoğu zaman,
zorunlu olarak farzı dahi yapma yolundan çıkarlar. Bunun için, kudret sahibi
olmadan ashabı taklide gitmek, insanı farzları ve sünnetleri yapmaktan alır;
aciz bir hale getirir.
Hazret-i Sıddık r.a. şöyle anlatıldı:
— Resulûllah S.A. efendimize uyarak, savm-ı visal eylemiş, Bu yüzden zaafa
uğramış haberi olmadan yere düşmüş.. Resulûllah S.A. efendimiz onun bu haline
itiraz yollu şöyle buyurdu:
— «Ben, herhangi birinize benzemem; Rabbımın katında olurum; bana yedirir ve
içirir..»
İşte, yukarıda anlatılan manadan da anlaşılmış oldu ki: Ortada dayanacak bir
güç olmadan, bir başkasına bakıp aynısını yapmaya çalışmak beğenilecek işlerden
olmaz.
Ashab-ı kiram, insanların hayırlısı Resulûllah S.A. efendimizin sohbet bereketi
ile çokça açlıktan meydana gelecek mazarratlardan emin ve mahfuz
bulunuyorlardı. Böyle bir şey de, onlardan başkasına müyesser olmamıştır.
Bu manaların daha açık beyanı şöyledir:
Çokça açlık, mutlaka safa verir. Ama bir taife bundan kalb salası alırken, bir
başka cemaat ise, nefis safası alır. Kalb safası, nur ve hidayet getirir; nefis
safası ise., dalâlete atıp zulmeti artırır. Yunan filozofları ile Hinduların
cukiyelerini, birehmenlerini görmez misin?. Riyazet, bunların her birine, nefis
safası vermiştir. Kendilerini dahi dalâlet yoluna itip hüsrana sürüklemiştir.
Hatta ahmak Eflatun, nefsinin safasına dayanarak, hayale ve keşfe dayalı
suretleri kendisine mukteda eylemiştir. Kendisini beğenip isa'nın a.s.
peygamberliğini tasdik etmemiştir. Halbuki, İsa a.s. onun zamanında gelen bir
peygamber idi. Bunun için de şöyle dedi:
— Biz, hidayeti bulmuş kimseleriz. Bize hidayet edecek kimseye ihtiyacımız
yoktur.
Zulmetin artmasını gerektiren bu safa onda olmasaydı; hayale ve keşfe dayalı
suretler onun yolunu tutmaz; matluba kavuşmayı dahi engellemezdi. Bu safa
sebebi ile o, kendisini nuranî bulmuştu. Ama bilememişti ki: Bu safa, ince bir
kabuğu dahi geçmemiştir. Yani: Nefs-i emmare cihetinden.. O nefs-i emmare,
habaseti ve necaseti üzere duruyordu. Daha kaba bir kılıfa bürünen necasetten
başka bir hal almayı onun için artırmamıştı. Üzerine sadece incecikten bir
tatlı kaplanmıştı.
Kalbe gelince., bu haddizatında nuranî olmuştur; temizdir. Ancak, zulmanî olan
nefse yakınlığı icabı, üzerine bir toz oturmuştur. Az bir tasfiye ile aslına
dönüp nurani halini yeniden alabilir. Amma nefis böyle değildir. Aslında o,
habistir. Zulmet dahi, onun zatî sıfatıdır. Kalbin emrine girip kalmadıkça, ne
temize çıkar; ne de tezkiye olur. Hatta, sünnet-i seniyeye uyup şeriata
tutunmadıkça, temize çıkmaz. Hatta ve hatta Sübhan Allah'ın sırf fazlı
olmadıkça, ondan zati habaseti gitmeyeceği gibi, hayrı ve felahı dahi tasavvur
edilemez.
Eflatun, nefs-i emmaresine taalluk eden safayı; İsa'ya nisbet edilen kalb
safası sandı. Zarurî olaraktan da, onu tehzib edilip temize çıkmış olarak
tahayyül etti. Dolayısı ile İsa'ya a.s. tabi olma devletinden mahrum oldu.
Ebedî hüsran damgasını da yedi. Allah-ü Taâlâ bizi böyle belâdan korusun.
Anlatılan bu mazarrat, açlığın oluşunda gizli saklı olduğundan; bu Tarikat
büyükleri açlık riyazetini terk edip yemek işlerinde itidali tercih ettiler.
Sair hallerde ise., orta halli olmaya riayet mücahedesine girdiler. Ona afat
terettüb edeceğinden, büyük zarar ihtimali doğacağından açlığın faydalarını bir
yana bıraktılar.
Bunlardan başkaları ise., onda fayda mülâhaza edip zararlarına göz yumdular;
ona rağbet gösterdiler.
Halbuki, akıllılar katında mukarrar olan bir durum şu ki: Az zarar ihtimali
olsa dahi, çokça menfaatler terk edilir. Ulemanın dahi kail olduğu mana bu
anlatılana yakındır:
— Bir iş, bid'at ile sünnet arasında daire çizerse., en faziletlisi, onu terk
etmektir. Şunun için ki: Bid'ata dalma ihtimali vardır. Sünnet olma ihtimaline
göre yapılmaz.
Yani: Bid'at olma ihtimalinde zarar vardır; sünnet olma ihtimalinde ise, yarar
vardır. Yarar olana da zarar düşme ihtimali olduğundan, o iki terk etmek en
iyisidir. Bir başka taraftan, sünnete zarar gelmesi olmayacak bir şey değildir.
Bu kelâmın hakikati şudur:
Bu sünnet, o asra bağlı bir şey gibidir. İnceliği ve gizli manası icabı, bir
cemaat, onu, o asra göre bilmediklerinden; uyma yolu ile onu yapma cihetine
gittiler. Bir başka cemaat ise., onu o vakte bağlı bulduklarından, ona uymayı
bıraktılar.
Hakikat-ı hali en iyi bilen Sübhan Allah'tır.
***
ÜÇÜNCÜ SUÂL olarak, şu hususlar sorulmaktadır:
Bu Tarikat büyüklerinin kitaplarında şöyle yazılmıştır:
— Sair tarikatlar hilâfına, bizim bağlılığımız, Hazret-i Sıddık'adır. Allah
ondan razı olsun.
Biri şöyle iddia edebilir:
— Tarikatların pek çoğu, İmam Cafer-i Sadık'a ulaşır. İmam Cafer-i Sadık dahi,
Hazret-i Sıddık'a bağlıdır. O halde, neden diğer tarikatlar dahi, Hazret-i
Sıddık'a bağlanmıyor?. Allah onlardan razı olsun.
ÜÇÜNSÜ SUÂL için cevap şudur:
— İmam Cafer Sadık'ın bir yandan Hazret-i Ebu Bekir'e, buyandan da Hazret-i
Ali'ye bağlılığı vardır. Allah onlardan razı olsun.
Bu iki nisbetten gelen kemalât, onda bir kül halindedir. Onlar, İmam Cafer
Sadık'ta bir olmasına rağmen, her biri tek başına ve birbirinden ayrı ayrıdır.
Bu mana icabı olarak, bir taife ondan Sıddıkıyet nisbeti aldı; yani: Hazret-i
Sıddık'a bağlılığı dolayısı ile.. Bir başka cemaat ise., onda Aleviyet nisbeti
aldı; yani: Hazret-i Ali'ye bağlılığı dolayısı ile..
Üstte anlatıldığı üzere:
Bir taife, Hazret-i Sıddık'a intisab etmiş oldu.
Bir cemaat ise.. Hazret-i Ali'ye intisab emiş oldu..
Allah onlardan razı olsun.
Anlatılan manada, şaşılacak bir durum yoktur. Bunu gördüğüm bir vaka ile
açıklayayım. Şövle oldu:
Bir ara Beraris beldesine gitmiştim: bu gidişim bir iş dolayısı ile oldu. Orada
bir gölde, Künk Irmağı ile, Çemen Irmağı toplanıyordu. Bu toplanma halinde
müşahede edilen durum şu idi: Künk ırmağının suyu ile, Çemen Irmağı suyu
birbirine karışmıyor. Araları ayırd edilmiş gibi idi. Hatta sanılır ki ikisinin
arasında bir hail vardır; birinin diğerine karışmasını önlüyor. Bu yüzden, Künk
Irmağı tarafında olanlar, Künk ırmağı suyundan içiyordu; Çemen Irmağı tarafında
olanlar dahi Çemen Irmağı suyundan içiyorlardı.
Bu manada şöyle bir soru sorulabilir:
— Hace Muhammed Parisa, Risale-i Kudsiye'ae şöyle bir hakikati ortaya çıkardı:
Hazret-i Ali r.a. Hatem'ür-risalet Resulûllah S.A. efendimizden terbiye gördüğü
gibi, Hazret-i Sıddık'tan r.a. dahi terbiye görmüştür.
Üstte anlatılan manaya göre, Hazret-i Aliye bağlanmak, ayniyle, Hazret-i
Sıddık'a bağlanmak olur. Allah onlardan razı olsun. Bu manaya göre aralarındaki
fark nedir?.
Bu soruya şu cevabı verebiliriz:
— Mahal hususiyetleri, nisbetin bir olmasına rağmen, hali üzere kalır. Mahallin
müteaddıd olması dolayısı ile, aynı suya ayrı ayrı hususiyetler gelir. Dolayısı
ile, her birinin hususiyeti nazara alınarak: kendilerine ayrı ayrı yoldan
intisap cazi olur.
***
DÖRDÜNCÜ SUÂL şu hususları ihtiva ediyor:
— Molla Muhammed Sıddık'ın mektubunda şöyle yazılmış:
— Bir şahsın, Velâyet-i Museviyeye istidadı var ise., tasarruf sahibi bir
şahıs, onu Velâyet-i Muhammediye'ye çıkarmaya güçlü müdür, değil mi?.
Bilinmez..
Büyük Mahdumzade'nin mektubunda ise, şöyle yazılmış:
— Ben onu, Veiâyet-ı Museviye'den Velâyet-i Muhammed iye'ye çıkardım.
Bunların uyumu nasıl olur?.
***
DÖRDÜNCÜ SUÂL için verilecek cevap şudur:
— Molla Muhammed Sıddık'ın mektubunda vaki olan durum. Velâyet-i Museviye'den
Velâyet-i Muhammediye'ye çıkarmak idi. Bu işin vukuu dahi o zaman malum
değildi. Bu işin vukuu ilmi dahi o vakit yoktu. Ama sonradan malum oldu; tağyir
ve tebdil kudretini de eide ettikten sonra:
— Ben, şu velâyetten bu velâyete çıkardım..
Diye yazdım. Arada zaman ittihadı olmadığından, tanakuz tasavvur edilemez..
***
BEŞİNCİ SUÂL hülâsa olarak şöyledir:
— Buradaki sofiler, yakası göğse kadar açık gömlek giymekte dirler. Bunun için
de derler ki:
— Bu, sünnettir.
Mir'in arkadaşları dahi, yakası yuvarlak açılan gömlek giymektedirler. Bu işin
tahkiki nasıldır?.
***
BEŞİNCİ SUÂL için cevap şudur:
Malum olsun ki, biz dahi bu hususta tereddüd içindeyiz. Araplar da göğse kadar
açık gömlek giymekte ve bunun için:
— Sünnet..
Demektedirler.. Bazı, Hanefi Mezhebine bağlı kitaplarda ise söyle
anlatılmaktadır:
— Yakası göğse kadar açık gömlek, erkeklere yakışmaz. Zira o, kadınların
giyeceği cinsten bir şeydir.
İmam-ı Ahmed ve Ebu Davud Ebu Hüreyre'den naklen, Resulûllah S.A. efendimizin:
— Kadın elbisesi giyen erkeğe ve erkek elbisesi giyen kadına lanet etti..
Dediğini anlattılar. Metalib-i Mümin adlı eserde ise, şöyle anlatıldı:
— Kadın erkeğe benzememelidir; erkek dahi kendisini kadına benzetmemelidir.
Zira, bu şekilde yapanların hepsi de mel'undur.
Bundan anlaşılıyor ki: Göğsü açık gömlek giymek; din ehlinin ve ilim ehlinin
giyeceği elbise değildir. Bunun için de o. zimmet ehline caiz görüldü.
Camiür-rümuzda, Muhit't en alınarak şöyle anlatıldı:
— Zimmi olanlar, din ve ilim ehline mahsus olan rida ve amame giyemez. Yakası göğsünde,
kaba KAMİŞ (entari) giyerler. Tıpkı kadın gibi..
Bazı ulemanın kavline göre: Yakası göğse kadar açık olan, KAMİŞ değil;
gömlektir. Bunlara göre KAMİŞ ise, yakası omuzlardan açılandır. Kadın kefeni
anlatılırken, Camiür-rümuzda böyle beyan edilmiştir.
Hidaye, kitabında ise.. KAMİŞ yerine gömlek vardır, ikisi arasındaki fark da
şudur:
Gömlek önden açılır.
KAMİŞ ise., omuzdan açılır. İkisinin de aynı şey olduğunu diyenler de vardır.
Fakir'e göre doğrusu şu ki:
Erkeklerin kadınlara benzemesi yasak edilince; hüküm kadınların giyim
âdetlerini bilmeye kalır. Bu durumda bakarız:
Bir mahalde kadınlar yakası göğsüne açık kamis giyorlarsa,. erkekler onu
giymeyi bırakmalıdır. Ta ki, kadınlara benzemeyeler. Omuzdan açılan kamis
giymeleri gerekir. Amma, bir yerdeki kadınlar, omuzdan açılan kamis giyorlar;
orada dahi, göğüsten açılan kamisi erkekler giymelidir. (Kamis, burada daha çok
entari manasına alınmalıdır.)
Arabistanda kadınlar daha ziyade yakası yuvarlak olan kamis giyerler. Bundan
ötürü, zarurî olarak, erkekler yakası göğüsten açılan kamisi giyer.
Maveraünnehir ve Hind beldelerinde kadınlar göğse açılan kamis giyer. Erkekler
dahi zaruri olarak, omuzdan açılanı tercih ediyorlar.
Şeyh Meyan Abdülhak şöyle anlattı:
— Mekke'de idim. Şeyh Nizam Narnuli'nin müridlerinden birini gördüm; yakası
yuvarlak bir entari ile Kabe'yi tavaf ediyordu. Araplardan bir topluluk ise.,
onun bu haline taaccüb ediyor ve şöyle diyorlardı:
— Bu, kadınların elbisesinden giymiş..
Örf ve âdet üzere onların bu dedikleri doğru idi. Hind'den, Arap'tan ve
Mevaraün-nehir halkından her birinin kendine göre bir giyimi vardı.
Bir âyet-i kerime meali:
— «Herkesin bir yön tarzı vardır; oraya döndüren dahi odur. (Yani: Allah)»
(2/148)
Eğer göğüsten açık entari giymenin sünnet olduğu sabit olsaydı: ulema onu
zimmet ehline giydirmeyi caiz görüp onun aksini giymeyi dahi din ve ilim ehline
mahsus bulmazlardı.
Kadınlar, bu elbiseyi giymekte erkeklerden daha öndedir. Bunun için de,
erkeklerin giyeceği ona göre düzenlenmiştir.
***
ALTINCI SUÂL özet olarak şöyledir:
Talibin bu Tarikat'ta işin başında teveccühü, sırf ehadiyetedir. Bundan lâzım
gelir ki: Bu teveccühle nefy isbat birarada olmaya.. (Yani: Kelime-i tevhid
zikri..) Zira, nefy zamanı teveccüh gayra olur.
ALTINCI SUÂL için cevap şudur:
— Gayra teveccüh, ancak ehadiyete teveccühün takviyesi ve geliştirilmesi
içindir. Gayrın nefyinden maksad ise., bu teveccühün devamıdır. Hem de, ağyarı
araya sokmadan.. Gayrın nefyine teveccüh, ehadiyete teveccüh işine menfi yönden
tesir etmez. Bu duruma menfi yönden tesir edecek olan gayra olan teveccütür;
gayrın nefyine olan teveccüh değildir. Bu iki mana arasında dahi çok fark
vardır..
***
YEDİNCİ SUÂL özetle şu husustadır:
— Her zikir, dille yapılır. Bu Tarikat'ta ise, müptediler onu kalbe yapıyorlar.
Nefy ve isbat (Lâ ilahe illallah) bütünüyle kalble yapılır mı yoksa yapılmaz
mı?. Yoksa onun yarısı kalble yarısı da dille mi yapılır?. Eğer bütünüyle
kâlbden yapılırsa., neden (lâ) yukarı çekilir; (ilahe) sağa verilir?.
YEDİNCİ SUÂL için verilecek cevap dahi şudur:
— Kelime-i tevhidin bütününü kalble söyleyen kimseye neden noksan olsun? Hem
de, kalble yukarıya uzatmadan (İLAHE) kelimesini sağa verip (İLLALLAH)
kelimesini dahi kalb tarafına vermekle.. Bununla beraber, bu yolda nefy ve
isbat zikri tahayyül ile olmaktadır: bunda dilin ve damağın bir dahli yoktur
ki: Dille kalbin birliği şart ola..
Bu son iki suâl, Fahreddin-i Razî'nin şekli sorularına benzemektedir. Şayet
güzelce düşünseydiniz, sormaya hacet kalmadan hallolurdu..
Bu arada anlatılacak bir husus kaldı; onu da yazalım.
Orada bulunan arkadaşlardan bazıları, mükerreren şu hususu yazdı:
— Bu günierde Mir. taliplere az iltifat etmekte ve imaretle meşgül olmaktadır.
Elde edilenleri imaret için harcayıp fukarayı da mahrum bırakmaktadır.
Bu mukaddimeyi öyle yazmışlar ki: Bundan itiraz şaibesi anlaşılmakta ve inkâr
kokusu gelmektedir.
Bilsinler ki, bu taifeyi inkâr etmek öldürücü zehir olup o büyüklerin
fiillerine ve sözlerine itiraz dahi yılan zehiri gibidir; ebedî ölüme ve sonsuz
helake götürür. Hele bu inkâr ve itiraz şeyhe raci olup onun eziyetine sebeb
olursa., o zaman, tehlike daha büyük olur.
Bu taifeyi inkâr eden, onların bereketinden mahrumdur. Onlara itiraz eden dahi
hüsrana düşüp varlığını yitirir. Hem de her zaman..
Müridin nazarında, şeyhin duruşu ve hareketi hoş bulunmadıkça: onun
kemalâtından bir şeye nail olamaz. Eğer nail olacağı bir şey olursa o da.
istidrac olur; sonu dahi helake varır. Bir rüsvaylık ve bir yıkım olur. Eğer
mürid, şeyhi için kıl kadar nefsinde itiraz duygusu beslese.. hem de içinde ona
karşı mahabbet ve ihlâs olmasına rağmen., bu durum, kendisinin ziyanı, hüsranı
ve mahrumiyetidir. Yani: Şeyhinin kemalâtıdan.. Yahut, o itiraz kendisi için
bir rezalettir.
Şayet müridin kalbine, şeyhinin fiillerinden herhangi biri için bir şüphe gelir
de, bunu atamazsa., o zaman: itiraz şaibesinden temiz, inkâr zannından uzak
olarak, açıklamasını kendisinden istesin.
Bu zamanda, hak ile batıl birbirine karışmış durumdadır; birbirinden ayırd
edilmez durumdadır. Bunun için, zaman zaman, şeyhten şeriata muhalif bir iş
zuhur eder ise., müridlere düşer ki: Bu işte kendisine uymayalar. Onun hüsn-ü
zan yolunu arayalar ve sıhhat tarafını gözeteler. Şayet onun sıhhat yüzü
görünmez ise., bu iptilânın kendilerinden gitmesi için, Sübhan Hakka iltica ve
tazarru edip ağlaya sızlaya şeyhlerinin selâmetini onda dileyeler.
Bir müride, şeyhinin mubah bir işi yapmasından dolayı şüphe düşerse., bu
şüpheye itibar edilip önem verilmez. Bütün işleri elinde tutan Yüce Sultan
mubah işleri yapmaya mani olmadıktan ve onu yapana itiraz etmedikten sonra;
Sübhan Hakkın gayrı için, kendiliğinden böyle bir itirazda bulunma yanı nasıl
bulunur?.
Birçok yerler vardır ki: Orada, bir şeyi yapmamak, onu yapmaktan daha evlâdır.
Bir hadis-i şerifinde Resulûllah S.A. efendimiz şöyle buyurdu:
— «Allah-ü Taâlâ azimetti işlerle amel etmeyi sevdiği gibi, ruhsatla yapılan
işleri dahi sever..»
Yani: Farz amellerin yapılmasını sevdiği kadar, mubah işlerden dahi yapılmasını
sevdiği vardır.
Şeyh Mir'de ifrat derecede kabz (sıkıntı) vardır. Bu halinde, müridlerin işleri
ile uğraşıp iltifat etmeyebilir ve tesellisini bazı mubah şeylerde arayabilir.
Bunun için, ona nasıl itiraz edilir?. Böyle bir şeye nasıl yer verilir?.
Meselâ: Abdullah Istahari av köpeklerini alıp sahraya avlanmaya çıkardı.
Bununla kendisini eğlendirmeye bakardı. Meşayihten bazıları da, can
sıkıntılarını semağda ve nağmeli seslerini dinlemekle teselli bulurdu.
Selâm hidayete tabi olanlara ve Mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara.. Ona ve
âline salâtların en tamamı., selâmların dahi ekmeli olsun..