Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979

314.Mektup

314. MEKTUP

MEVZUU : a) Vahdet-i Vücud meselesi üzerine Muhyiddin b. Arabi'nin tuttuğu yolun beyanı..

b) Bu hususta Hazret-i Şeyhimizin tutumu.. Allah ona selâmet ihsan eylesin..

***

NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu, Şeyh Abdülaziz Confori'ye yazmıştır.

***

Rahman Rahim Allah'ın adı ile..

Allah'a hamd olsun. O, öyle Yüce Zat'tır ki: îmkânı vücubun aynası kıldı; ademi dahi vücudun mazharı eyledi..

Vücub ve vücud, her ne kadar Sübhan Haklan kemalinden iki sıfat ise de:

O Yüce Zat, bütün isimlerin, sıfatların, ötesindedir.

Şuunların ve itibarların dahi ötesindedir.

Butunun ve zuhuratın dahi ötesindedir.

Büruzun ve kûmunun dahi ötesindedir.

Tecelliyatın ve zuhuratın dahi ötesindedir.

Müşahedelerin ve mükâşefelerin dahi ötesindedir.

Her mahsusun ve makulün dahi ötesindedir.

Vehme gelenin ve hayâl edilenin dahi ötesindedir.

Ve., o Sübhan zat: ötelerin ötesinde., ötelerin ötesinde., sonra yine ötelerin de ötesindedir..

Bir şiir:

Kuşumu nasıl anlatayım alâmetle sana;

Mevhum anka kuşuna benzer yaygındır her yana..

Ankanın bir ismi var ki, halk arasında belli; Kuşumun ismi yok ki, onu bildireyim sana..

***

Hamd edenin hamdi, onun zatına ulaşamaz; o .kadar ki: Bütün hamdler, onun izzet perdelerinden altta kalır. Zira:

Zatına sena eden odur; zatına zatı ile hamd eden de odur.

O Sübhan Zat olmaktadır Hamid ve Mahmud.. Asıl maksud olan hamdi yapmaktan yana, onun zatından başkası acizdir.

Ona hamd etmekten yana, Liva-i Hamd sahibi olan dahi aciz kalmıştır. Ki: Onun sancağı altındadır. Âdem ve diğerleri.. Halbuki o zat mahlukatın:

Zuhur itibarı ile, en faziletlisi ve ekmelidir.

Derece itibarı ile en yakını bulanıdır.

Kemal itibarı ile en çok derli toplu manaya sahib olanıdır.

Cemal itibarı ile en şümullü olanıdır.

Mehtap gibi doğuşu itibarı ile en tamam olanıdır.

Kadir kıymet bakımından en yüksekleridir.

Değer ve şeref itibarı ile en büyükleridir.

Din itibarı ile en kıvamlı olanıdır.

Şeriat olarak en adaletlileridir.

Haseb olarak en keremli, neseb olaraktan da en şereflileridir.

Peygamber olaraktan da en azizleridir.

Eğer o olmasaydı; Sübhan Allah halkı yaratmazdı.

Âdem, su ile toprak arasında iken, o peygamberdi.

Kıyamet günü oldukta, peygamberlerin imamı ve hatibi olacaktır. Onların şefaatçileri olacaktır.

O, öyle bir zattır ki, şöyle buyurmuştur:

-«Biz, sondan geldik; ama kıyamet günü, önde gidenler olacağız.

Ben, bir söz ediyorum ki, bunda böbürlenmek yoktur..

Ben, peygamberlerin hatemiyim; ama böbürlenme yok..

Ben, insanlar baas olundukları zaman, en evvel çıkanlarıyım. Yürüyüşe geçtikleri zaman, onların önderiyim. Sustukları zaman, onların namına hatipleri olacağım. Kapandıktan zaman, onların şefaat-

çısı olacağım. Meyus oldukları zaman, onları müjdeleyip sevindiricileri olacağım. O gün anahtarlar elimde olacaktır.»

Bir şiir:

Nerde katılmak o kafileye, o önderleri;

Ne güzeldir, uzaktan duyulsa da çan sesleri..

Sübhan Allah'ın salâvatı ve selâmları, o Şanı Yüce Zatı'ın tahiyyatı, namı Yüce Zat'ın bereketleri ve ona ve .nebilerden, resullerden, mukarreb meleklerden, tüm taat ehlinden kardeşlerine olsun. Öyle bir salât, selâm, tahiyyet ve bereket olsun ki: Onlara lâyık olduğu gibi, anlatılan kardeşlerine dahi lâyık olsun.. Hem de, onu ananlar andıkça, onun zikrinden gafil olanlar gafil kaldıkça..

***

Sonra..

Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm onun Resulüne: Sizlere dahi dualar edip saygılarımı yollarım..

***

Bilinmiş ola ki,

Bu Fakir'e gönderilen mübarek mektup, pek değerli kardeşim Muhammed Tahir tarafından ulaştırıldı.

Vakti güzelleştirdi; sürür hâsıl eyledi.

Keşif ve şühud erbabının hakikatlerini ve maarifini dahi tazammun ettiğinden, ferah üstüne ferah artırdı.

Allah-ü Taâlâ sizleri mükâfatlandırsın..

Fakir dahi, bu arada; bu Taife-i Aliyye'nin zevklerinden bazı cümleler irad ederek, baş ağrıtmaya sebeb olacaktır. Bunlar dahi, mektubunuzda yazılanlara uygun düşecektir.

***

Ey Mahdum,

Şu, malum bir şeydir ki: Vücud, her hayrın ve kemalin mebdeidir. Adem ise., (yokluk manasına) her noksanın, şerrin ve zevalin mebdeidir.

Vücud, Vacib Taâlâ için sabittir.. Adem ise., mümkinin nasibidir. Şunun için ki: Cümle hayır ve kemal Yüce Zat'a ait ola; her noksan ve şer dahi mümkün vasıflı olana döne..

Mümkin olana vücud isbat eylemek, hayrı ve kemali ona çevirmek: Hakikatta Sübhan Hakka onu ortak eylemektir. Hem de kendi mülkünde..

Bundan başka, Vacib Taâlâ için mümkinin aynı olduğuna kail olmak, onun sıfatının ve fiillerinin dahi Sübhan Zat'ın sıfat ve fiillerinin aynı olduğuna kail olmak edep dışı harekettir; onun isimlerinde ve sıfatlarında dahi ilhada düşmektir. O zatî habaset ve noksanla damgalı, bulunan hasis süpürgeci kendisini; her hayrın ve kemalâtın menşei, Şan Sahibi Sultan'ın aynı olarak nasıl tasavvur edebilir?. Kendi kötü sıfatını ve ef'alini dahi onun pek güzel sıfatı ve fiilleri gibi nasıl görür?.

Zahir uleması, mümkin için vücud isbat eyleyip Vacib Taâlâ'nın varlığı ile, mümkin olanın varlığını mutlak vücud efradından saydılar.

Bu babda söylenecek netice söz şu ki:

-Onlar, bu şekli kaziye üzerine, Vacib'ül-vücud'un akdamiyetine ve evleviyetine de kail oldular.

Halbuki, üstte, anlatılan onlann kail olduğu bu mana, mümkini Vacib Taâlâ'ya ortak etmektir. Hem de Yüce Allah'ın varlığından neşet edip gelen kemalâtta ve faziletlerde.. Halbuki o Yüce Allah, bu türlü manalardan yafta çok .üstünlüğe sahiptir. Bu manada gelen bir kudsî hadis şöyledir:

-«Kibriya ridamdır, azamet dahi izarım..»

Eğer zahir uleması, bu manayı anlamış olsalardı; mümkin için vücud isbatı cihetine asla gitmezlerdi.

Her ikisi de Sübhan Hakka mahsus olan hayır ve kemal mümkine verilmiş ise.. bu: Sübhan Hakkın ona mahsus bir varlık vermesi itibarına göredir.

Bir âyet-i kerime meali:

-«Rabbimiz, unuttuk veya yanıldıysak bizi muahaze eyleme..» (2/286)

Sofiyenin pek çoğu, bilhassa son gelenler îtikad ederler ki: Mümkin Vacib Taâlâ'nın aynıdır. Mümkinin sıfatını ve fiillerini dahi Yüce Zat'ın fiillerinin ve sıfatının aynı. sanırlar. Onların bu görüşü, bir şiirle şöyle dile gelir:

Komşu, arkadaş, yolcular hepten o; Fakir kisvesinde sultan tamam o..

Celvet farkında, halvet ceminde o; Vallah hepsi o, billah hepsi de o..

***

Bu büyükler, vücudda her ne kadar şirkten çekinip halâs yolunu bulmuşlar; ikilikten dahi kaçmışlar ise de, lâkin vücud olmayanı vücud olarak bulmuşlardır. Noksanları dahi, kemalât olarak itikat etmişlerdir. Bunun için de şöyle demişlerdir:

- Zatî olarak, ne noksan vardır ne de şer olan bir şey.. Eğer var ise., o da nisbî ve izafidir. Meselâ: öldürücü zehir insana nisbetle serdir ve kötüdür; zira onu hayattan «der. Ama bu, içinde zehir bulunan hayvana göre hayat suyu ve faydalı tiryaktır.

Bu işte, onların uyduğu şey, dayandıkları yol keşif ve müşahededir. Kaldı ki bunlar, gayb âleminden kendilerine ne zahir olduysa.. onu buldular..

Allah'ım, eşyanın hakikatlerini bize olduğu gibi göster.

* **

Biz, burada önce Şeyh Muhyiddin b. Arabi'nin tuttuğu yolu öncelikle beyan edeceğiz. Allah sırrının kudsiyetini artırsın.

O, sofiyenin mütaahhirin sınıfına dahil olanların (son gelenlerin) imamı olup bu meselede onların iktida ettikleridir.

Bundan sonra, bize zahir olup inkişaf eden bu babdaki hususları yazacağız. Ta ki, iki mezhep arasındaki fark, tam bir şekilde hasıl olsun, inceliğinden ötürü, biri diğerine karışmasın..

Şeyh Muhyiddin b. Arabî ve ona tabi olanlar şöyle dediler:

- Vacib Taâlâ'nın isimleri ve sıfatı, o Vacib Sübhan'ın aynen zatıdır. Bu isimlerin ve sıfatların dahi bazısı bazısının aynıdır. Meselâ: İlim ve kudreti ele alalım. Bunların her ikisi de, Yüce Hakkın aynen zatı olduğu gibi, her biri dahi diğerinin aynıdır. Bu makamda taaddüd ve tekessürün ismi ve resmi asla olmayacağı gibi, aralarında bir ayırd etme ve açıklık dâhi (temayüz ve tebayün) kesin olarak olmaz.

Bu babda söylenecek netice söz şudur:

-Bu isimler, sıfatlar, şuun ve itibarlar için hazret-i ilimde temayüz ve tebayün icmalen ve tafsilen hâsıl olmuştur. Eğer temayüz icmali ise., bundan:

-Taayyün-ü evvel..

Olarak tabir edilir. Eğer tafsili ise bunun için de şu isim verilir:

-Taayyün-ü sani.. Bunlar, taayyün-ü evvele:

-V a h d e t..

ismini verip onu, Hakikat-ı Muhammediye olarak görürler. Taayyün-ü sani için dahi:

-Vahidiyet..

Deyip bunu da, sair mümkinatın hakikati zannederler. Mümkinatın hakikatına dahi:

-A y a n - ı sabite..

İsmini verirler. Bu ilmî olan iki taayyünü vücub mertebesinde isbat edip derler ki:

- Bu ayan, haricî vücud" kokusunu almadığı gibi, mücerred ehadiyetten başkası dahi hariçte mevcud değildir.

Bu hariçte görülen kesret, o ayan-ı sabitenin aksi olup zahir olan vücud aynasına aksetmiştir. Hariçte dahi o vücuddan başka bir şey yoktur. Bu akseden şeye dahi hayalî bir vücud arız olmuştur. Tıpkı bir şahsın sureti gibi ki: Aynaya aksettiği zaman, onun için aynada hayali bir vücud arız olur. Bu durumda, o akseden suretin, ancak hayalde bir varlığı vardır. Ne aynaya hulul etmiştir; ne de aynanın yüzüne bir şey nakş'olmuştur. Eğer bir nakşolma durumu varsa, bu dahi hayaldedir; aynanın yüzünde tevehhüm edilmiştir.

Bu tevehhüm ve tahayyül edilen Yüce Sultan Hakkın yaratması ile olmuştur ve buna da tam iman vardır; vehmin ve hayalin kalkması ile kalkmaz ve ebedî sevap ve azap terettüp eder.

Hariçte tahayyül edilen bu mevhum olan kesret, üç kısma ayrılır:

a) Taayyün-ü ruhî..

b) Taayyün-ü misali..

c) Taayyün-ü cesedi.'. Ki bu, şehadete de taalluk eder.. Bu üç taayyünat için derler ki:

-Haricî taayyünattır.

Bunu da imkân mertebesinde isbata çalışırlar. Tenezzülat-ı hamse dahi, bu taayyünattan ibarettir. Bu tenazzülat-ı hamse için dahi:

-Hazarat-ı hamse.. Derler.

Bu durumda onlar:

a) Kendilerine göre, ne ilimde ne hariçte; Vacib Taâlânın esma ve sıfatından başka bir şey sabit olmamıştır. Bu dahi onun Yüce Mukaddes zatının aynıdır.

b) Yine tevehhüm etmişlerdir ki; suret-i ilmiye, o suretin aynı olup benzeri ve misali değildir.

îşte.. anlatılan durumlar dolayısı ile, zarurî olarak ittihat hükmü verip:

-Hemen hepsi o.. Dediler..

c) Yine tasavvur etmişlerdir ki, ayan-ı sabite suretleri dahi, o ayanın aynı olarak vücudun zahir aynasında aksetmektedir ki; bu dahi onun benzeri gibi değildir.

İşte.. anlatılan durumlar dolayısı ile zarurî olarak ittihad hükmü verip:

-Hemen hepsi o.. Dediler..

İşte.. vahdet-i vücud mertebesinde; icmal yollu Muhyiddin b. Arabî'nin yolu budur.

Bu ilim .ve benzerlerini Muhyiddin b. Arabi sanır ki: Hatem-i velayete mahsustur. Bunun için der ki:

-Hatem'ün-nübüvvet, bu ilimleri hatem'ül-velâyetten alır.

Füsus'un sarihleri dahi, bu cümlenin tevilini (yorumunu) yaparken, birçok zorlamalara girmişlerdir.

Hülâsa.. Şeyh Muhyiddin b. Arabi'den evvel, bu gibi ilim ve sırları, bu taifeden hiç kimse dile getirmemiştir. Bu sözü, bu şekilde hiç biri beyan etmemiştir.

Her nekadar onlardan, sekrin galebesi halinde, tevhidi ve ittihadı anlatan kelimeler zuhur edip:

-Enelhak.. (Hak ben..)

__Sübhanî ma a'zame şanî.. (Sübhanım şanım ne kadar yüce..)

Demişler ise de, lâkin ittihad yüzünü açıp tevhid menşeini bulamamışlardır. Böylece Şeyh Muhyiddin b. Arabi bu taifenin mütakaddimlerinin burhanı, müteahhirlerinin ise hücceti oldu.

Bu anlatılanlara rağmen, bu meselede gizli kalan çok incelikler vardır.

Bu arada, anlatılan manada derin sırlar zuhur meydanına yükselmiş ise., bu Fakir dahi onların izharına muvaffak olmuş ve onları yazmakla sevinmiştir.

Hakkı yerine getiren Allah'tır; bu yola hidayet eden odur.

***

Ey Mahdum,

Allah çalışmalarını şükrana lâyık eylesin; ehl-i hak katında Vacib Taâlâ hazretlerinin sekiz sıfatı hariçte mevcuttur. Aynı şekilde, zarurî olarak, hariçte Yüce Mukaddes Hakkın zatından temeyyüz etmiştir. Ama bu: Ne misali bir temeyyüzdür; ne de keyfî.. Yani: Şekli ve benzeri yoktur. Aynı manadan olarak; bu sıfatların bazıları dahi, keyfiyeti belli olmayan bir şekilde bazısından ayrılmıştır. Hatta keyfiyeti meçhul olan bu temeyyüz, Yüce.Mukaddes Zat mertebesinde dahi sabittir. Zira o: Vüsati meçhul bir keyfiyetle vasidir.

Bizim anlayış havsalamızda ve idrâkimizde hâsıl olan temeyyüz, Onun Yüce Mukaddes Zatında yoktur. Zira onda tecezzi ve tebauz tasavvur edilemeyeceği gibi, o Yüce Sultan Hazrete hulul ve terekkübün dahi yolu yoktur. Orada faaliyetin ve mahalliyetin mecali de yoktur.

Hülâsa: Her neki mümkin olanın sıfatlarından ve onun levazimi arasındadır; o Mukaddes Zat'tan ayrılmıştır. Onun misli gibi bir şey yoktur. Ne zatta, ne sıfatta, ne de fiillerde..

Bu lâmislî temeyyüz ve lâkeyfî vüs'atın varlığına rağmen; esma ve sıfata ilim makamında tafsil ve temeyyüz arız olmuş ve böylece de in'ikâs ederek meydana gelmiştir.

Her ismin ve sıfatın ilim mertebesinde nakzedeni, mütemeyyizi, mukabili vardır. Misal olarak, ilim sıfatının mukabili, nakzedeni adem mertebesinde olduğunu belirtebiliriz. Ki bu, ilmin olmayışıdır ve ondan:

-Cehl..

Olarak tabir edilmiştir.

Kudret sıfatının da mukabili vardır. Bu dahi acz olup kudretin olmayışıdır.

Üstte anlatüan kıyas, kalan sıfatlarda devam ettirilir.

Bu mukabil ademlere dahi, Şanı Yüce Vacib Zatın ilminde tafsil ve temeyyüz arız olmuştur. Böylece onlar, kendi mukabilleri olan esma ve sıfatların aynaları olup onların akislerine zuhur tecelligâhı haline gelmişlerdir.

Fakir'e göre bu ademler, (yoklar manasına) o esma ve sıfatların akisleri ile mümkinatın hakikatleri olmuşlardır.

Bu babda netice şudur:

Bu ademler, o mahiyetlerin asılları ve maddeleri gibi olup o akisler dahi halet suretleri mesabesindedir. Yani: O maddelerde..

Şeyh Muhyiddin b. Arabi'ye göre: Mümkinatın hakikatleri ilim mertebesinde temeyyüz eden, o esma ve sıfattır.

Fakir'e göre: Mümkinatın hakikatleri, esma ve sıfatın nakzedenleri olan ademlerdir. Bu esma ve sıfatın akisleri ile ilim makamında ademlerin aynalarında zuhura gelip onunla imtizaç etmiştir.

Yüce Sultan Muhtar, o birbiri ile imtizaç eden mahiyetlerden bir mahiyeti zıllî vücud ile muttasıf eylemeyi dilediği zaman, ki o zil dahi Hazret-i Vücud zılâlindendir; bir de onu bu hali ile haricen mevcud eyleye.. îşte o zaman: Ona, Hazret-i Vücud zılâlinden bir zil ilka eyleyip haricî eserlerin mebdei eyler.

Mümkinin vücudu, ilimde ve hariçte diğer sıfatları gibi Hazret-i Vücud zılâlinden bir zildir; ona tabi olan kemalâtındandır.

Meselâ: Mümkinin ilmi, Yüce Mukaddes Vacib Taâlâ'nın ilminden bir zil (gölge) olmaktadır; kendi mukabilinde in'ikâs eyler. Mümkinin kudreti dahi, aczde in'ikâs eyleyen kudretin zillidir; bu acz dahi onun mukabilidir. Mümkinin vücudu dahi böyledir; adem aynasında in'ikâs eden Hazret-i Vücud zılâlinden bir zil olmaktadır. Bu adem dahi onun mukabilidir.

Bir şiir:

Mülküm diye getirdiğimi benim sanma;

Hibendir bende, bak zatıma sıfatıma..

Her ne ise.. Fakir'e göre: Bir şeyin zilli o şeyin aynı değildir; ancak onun bir benzeri ve misali olabilir?. Birinin diğerine hamledilmesi mümtenidir.

Fakir'e göre: Mümkin vacibin aynı olamaz. Zira mümkinin hakikati ademdir. Onda in'ikâs eden esma ve sıfat ise., o esma ve sıfatın bir kalıbı ve misalidir; aynı değildir.

Her şeyin o olması doğru olmaz; elbette her şey ondandır.

Mümkinin zatî vasfı adem olup şerrin, noksanın, habasetin men-şeidir. Vücud ve onun tevabii, mümkinde bulunan kemalât cinsinden her şey, o Yüce Sultan Hazret'ten istifade yollu gelmiştir; o Yüce Sübhan'ın zatî kemalâtından bir zildir.

Mana, üstteki gibi olunca:

-«Allah, semaların ve arzın nurudur.» (24/35)

Manası zarurî olarak meydana gelir. Yüce Hakkın ötesinde ise.. her şey zulmet olmaktadır. Nasıl olmasın ki, adem bütün zulmetlerin üstündedir.

Bu bahsin daha geniş tafsili, merhum büyük oğluma yazılan mektubata geçmiştir. Ki o: Hakikat-ı vücud ve mümkinatın mahiyetlerinin tahkiki beyanında yazılmıştır. Oradan takib edilebilir.

Şeyh Muhyiddin b. Arabi'ye göre: Bu âlem baştan sonra esma ve sıfattan ibarettir. Ki ona: îlim mertebesinde temeyyüz, zâhir vücud aynasında ise.. bir zuhur arız olmuştur.

Fakir'e göre: Âlem, ademlerden ibarettir, İlim mertebesinde Vacib Zat'ın isimleri ve sıfatları in'ikâs eylemiştir. Bu ademler ise., anlatılan akislerle hariçte, Sübhan Hakkın icadı ile zıllî vücud olmuştur. Böylece, âlemde zatî habaset ve cibillî şer zuhur eylemiştir.

Hayrın ve kemalin hemen hepsi, Yüce Mukaddes Zat'a aittir. Allah-ü Taâlâ'nın buyurduğu:

-«Sana bir basene (iyilik) isabet ederse, Allah'tandır; sana bir seyyie (kötülük) isabet ederse o da nefsindendir..» (4/79)

Âyet-i kerimedeki mana, bu marifeti teyid etmektedir. İlham eyleyen Sübhan Allah'tır.

***

Üstte yapılan tahkikten de anlaşıldığı üzere, bu âlem, hariçte zilli bir vücudla mevcuddur. Nitekim Sübhan Hak dahi hariçte aslî vücud ile mevcud olmaktadır; hatta zatı ile mevcuttur.

Bu babda asıl söz şu ki: Hariç olan bu durum dahi o haricin zillidir; vücud ve sıfat misali.. Bu manaya göre:

-Âlem, Yüce Hakkın aynıdır..

Demek mümkün olmaz. Birini, diğerine hamletmek dahi caiz değildir. Şunun için ki:

-Bir şahsın gölgesi, o şahsın aynıdır.

Demek mümkün değildir. Zira, hariçte, aralarında ayrılık vardır; biri diğerine mugayir olan iki şeydir. Şayet bir şahıs, bir başka şahsın gölgesi için:

-Bu, o şahsın aynıdır..

Demiş olursa., ancak bunu, tesamüh ve tecevvüz yollu söyleyebilir. Bu dahi, bahsin haricindedir.

***

Burada şöyle bir soru çıkabilir:

-Şeyh Muhyiddin b. Arabî ve ona uyanlar, diyorlar ki:

-Bu âlem, Yüce Hakkın allıdır. Bu durumda ne fark var arada?. Bunun için şu cevabı veririz:

-Onlar, bu zillin varlığını, vehimden başka bir şey görmezler. Onun için, haricî vücud raihasını ona ulaştırmazlar.

Hulâsa: Onlar; mevhum kesretten:

-Mevcud vahdet zilli..

Diye tabir ederler. Mevcudu dahi hariçte vahid olarak görürler, iki görüş arasında çok fark vardır.

Üstte anlatılan manava göre: Zıllı asıl üzerine hamletmenin ve bu hamlin de olmayışının menşei, zılla göre haricî vücud isbatı ve bu isbatın olmayışıdır.

Bunlar, zılla harici vücud isbat etmedikleri için, zaruri olarak, onu aslına hamlettiler.

Bu Fakir, zilli hariçte (gölgeyi dışta) mevcud olarak bildiğinden hamletme işine girişmez. Bu Fakir:

a) Aslî vücudun zıldan nefyi. işinde onlarla birliktir.

b) Zıllî vücudun isbatında dahi onlarla müttefiktir.

Lâkin, bu Fakir, zıllî vücudu hariçte sabit görmektedir; onlar dahi zıllî vücudu, vehimde ve hayalde zannederler. Hariçte mevcud olanın vücudu için, mücerred ehadiyyetten başka olduğuna kail olmazlar. Hariçte vücudu sabit olan sekiz sıfatı da ilim makamı dışında sabit görmezler. Ki bunlar ehl-i sünnet ulemasının görüşüne göre sabittir. Allah onlardan razı olsun.. Bu durumda ulema-i zahir ve bu büyükler, orta halli olmanın birer yanını tutmuş, ortayı bırakmışlardır. Orta olan gerçek mana ise., bu Fakir'in nasibi olmuştur. Bunda da başarılıdır.

Eğer bu büyükler, bu hariçte olanı, o haricin zilli olarak bilselerdi, hariçteki âlemin vücudunu inkâr etmezlerdi. Onu vehim ve hayalle kısıtlı yapmazlardı. Vacib'ül-vücudun hariçte sıfatlarının varlığını da inkâr etmezlerdi..

Eğer ulema dahi, manayı anlamış olsalardı; mümkin İçin aslî vücud isbatma gitmezlerdi. Elbette zıllî vücud ile iktifa ederlerdi.

Bu Fakir'in bazı mektuplarında yazdığı:

- Mümkine ıtlak edilen vücud hakikat yollu olup mecaz yollu değildir.

Cümle, bu tahkike aykırı değildir. Çünkü: Mümkin hariçte zıllî vücud ile hakikat yollu mevcuttur. Onların sandıkları gibi, tahayyül ve tevehhüm yollu değildir.

***

Burada tekrar söyle bir soru sorulabilir:

-Fütuhat-ı Mekkiye sahibi dedi ki:

-Ayan-ı sabite, vücud ile adem arasında bir berzah olup adem dahi mümkinat hakikatlerine dahil olmuştur; kendi yolu ve kendi tavrı üzere..

Bu duruma göre, yapılan bu tahkik ile üstteki söz arasında ne fark vardır?.

Bunun için cevabımız şudur:

-Onların berzaha kail olması şu itibara göredir: İlmî, suretlerin iki yüzü vardır:

a) Bir yüzü ilmin sübutu yolundan vücudadır.

b) Bir yüzü de, hariç yolundan ademedir.

Ayan ise., onun katında haricî vücud kokusunu almamıştır. Adem ile., bu tahkike dere edilmiştir; onun bir başka hakikati vardır.

Bu cümleden murad, bir başka da olabilir. Bu da bazı büyüklerin ibarelerinde geçmiştir. O manada, mümkin için:

-A d e m..

Itlakmı yapmak, haricî ademdir; daha önce tahkiki yapılan adem değildir. Halbuki Yüce Sübhan Allah, bu .isimlerin ve sıfatların ötesindedir. Bu isim ve sıfatlar ilim mertebesinde mufassal ve mü-temeyyizdir. Keza, onların, ademlerin aynalarına in'ikâs edip mümkinatın hakikatleri olmaktadırlar.

Üstte yapılan tahkike göre, şekillerin hiç biri ile Sübhan Allah'la âlem arasında bir münasebet asla olamaz.. (Yani: Şekil ve benzeme cihetinden.)

Bir âyet-i kerime meali:

-«.. Ve.. Allah, elbette âlemlerden ganidir.» (29/6)

Noksan sıfatlardan münezzeh olan Yüce Hakkı âlemin aynı kılıp onunla bir görmek hatta âleme nisbet etmek, cidden bu Fakir'e ağır gelmektedir.

Bir mısra:

Aşkına düştükleri kadardır insanların yolları..

Bir âyet-i kerime meali:

-«Galebe sahibi Rabbin, onların isnad etmekte oldukları vasıflardan yana yücedir, münezzehtir. (37/180)

Gönderilen peygamberlere selâm.. (37/181)

Ve.. âlemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun..» (37/182)

***

 

Günün Sözü

"“Ümmetimden bana yetmişbin kişi verildi. Onlar cennet’e hesapsız girerler. Yüzleri ayın ondördü gibidir.” (Hadîs-i Şerif—Muhtâru’l-Ehâdis)"
Telif Hakkı © 2024 Open Source Matters. Tüm Hakları Saklıdır.
Joomla!, GNU Genel Kamu Lisansı altında dağıtılan özgür bir yazılımdır.