Ayasofya'daki levhalar neden indirildi?
- Ayrıntılar
- Kategori: Tarihi Bilgiler
- Gösterim: 2871
*Duvarda asılı bulunan İsm-i Celâl levhası, kenardaki tahta iskelelerde sürüklendi:
27 Ekim 537’de İmparator Justinyanus tarafından muhteşem bir törenle açılan Ayasofya, 916 yıl kilise olarak kullanıldıktan sonra, 1453’de Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethiyle camiye dönüştürüldü. Fatih'in, fethin ardından ilk iş olarak Ayasofya'nın tamirini emretmesi dikkat çekicidir.
Döneminin en geniş kubbesine sahip olan bu eser, yapıldığı tarihten itibaren asırlar boyunca aralıksız tamir gördü ve yenilendi.
Ayasofya’nın Bizans döneminde birçok defa çöken kubbesi Mimar Sinan’ın istinat duvarlarını eklemesinden sonra hiç çökmedi ve bu yaşlı anıt, böylece günümüze kadar gelebildi.
Fâtih, ilk Cuma namazını burada kıldı ve meydana getirdiği vakfiye ile onun asırlar boyunca yaşamasını sağladı.
Ayasofya, Osmanlı döneminde kaldığı 470 yıl içinde İstanbul'un en önemli camilerinden biri oldu. Ayasofya’ya, köşelerine inşa edilen dört minare, Sultan II. Selim, Sultan III. Murat ve Sultan III. Mehmet’in türbeleri, Sultan I. Mahmud’un şadırvanı, sıbyan mektebi, imareti ve kütüphanesi, Sultan Abdülmecid’in hünkâr mahfeli ve muvakkithanesi, Sultan İbrahim’in sebil ve çeşmesi ile Osmanlı kültür ve medeniyetinin damgası açıkça vuruldu. Caminin çeşitli yerlerine İslâm büyüklerinin ve Kur’an’dan bazı âyetlerin yazıldığı levhalar konuldu.
Levha sayısı sekize çıkarıldı
Ayasofya’ya ilk levhalar 1644 yılında, zamanına göre celi hattı en iyi yazan hattatlardan olan Teknecizâde İbrahim Efendi tarafından, caminin iki yarım duvarlarındaki mermerlere uyacak büyüklükte yazıldı. Dikdörtgen şeklinde olan bu levhalarda İsm-i Celâl, İsm-i Nebevİ ve Hulefa-yi Râşidin’in isimleri yer alıyordu.
1845’lerde, Sultan Abdülmecid dönemindeki onarımda, celi hat levhalarının zeminlerinin -zaman içinde- zedelendiği ve yenilenmesi gerektiği görüldü. Levhaların yeniden yazılması işi, Eyüp Sultan Camii imam hatibi ve Sultan’ın ikinci imamı, Kazasker Mustafa İzzet Efendi’ye havale edildi. Levhalara, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin isimleri de eklenerek levha sayısı altıdan sekize çıkarıldı. 1849 yılı içinde, birkaç ay süren yoğun çalışmalar sonucu, dev levhalar hazırlandı. Levhaların yazılması işinde, Mustafa İzzet Efendi’ye talebeleri Þefik ile Ali Beyler de yardımcı oldular.
Ayasofya 13 Temmuz 1849’da, Ramazan ayının ilk cuması çok büyük bir törenle yeniden ibadete açıldı.
Dünyanın en büyük hat levhaları!
Levhalar, ağacının hafif olması sebebiyle, asıldığı yere daha az yük yüklemesi ve neme karşı dayanıklılığı dolayısıyla bozulmaması dikkate alınarak ıhlamur ağacından yapıldı. Hattat İzzet Efendi, sekiz adet cami levhasının asıllarını, önce küçük ebatlarda yazdı, sonra da kareleme metoduyla Ayasofya Kayyumhanesi’nde büyüterek, kalıplar halinde hazırladı. Levhalar, daha sonra caminin içinde monte edilen dairevi zeminlerine varak altınla yazılarak, yerlerine takıldı. Yuvarlak olan bu levhaların çapı 7,5 metre, harf kalınlığı 35 cm’dir.
Levha parçaları cami içinde birleştirildi.
Bu levhalar, dünyanın bilinen en büyük hüsn-i hat levhaları olup, Mâbed’in Osmanlı devri eserleri arasında en göz alıcı olanlarındandır. Muhteşem denmeye lâyık, birer ibda eseridirler. Harfler onca irilik ve kalınlıklarına rağmen, tenasüp bakımından mükemmel, gayet metin ve azametlidirler. Mustafa İzzet Efendi’nin Ayasofya’daki levhaları ve kubbe yazısı, onca büyüklüklerine rağmen, mekânla büyük bir uyum içindedir. Özellikle levhalar, mekân içerisinde kolye gibi asılı durmaktadır.
Sultan Ahmet’e konulacaktı!
Ayasofya’nın, 1 Þubat 1935’te müzeye çevrilmesi üzerine, içeride bulunan eşya ile halılar ve levhalar kaldırıldı. Bunun ardından, Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin yazdığı celi levhaların indirilmesi için de bir arzu belirdi. Bu düşünce bir gerekçe de bulmuştu: Levhalar mimariyi bozuyor. Bu temelsiz iddia ile duvarda asılı bulunan İsm-i Celâl, İsm-i Nebevî, Hulefa-yi Râşidin, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin levhaları asılı bulundukları yerden indirildiler.
23 Þubat 1935’te, İstanbul Müzeler Genel Müdürü Aziz Ogan’ın, levhaların kaldırılmasıyla ilgili Milli Eğitim Bakanlığı’na gönderdiği yazıda şöyle deniliyordu:
‘Ayasofya Müzesi’ndeki Hattat Mustafa İzzet tarafından yazılmış büyük levhalar, İstanbul Evkaf Müdürlüğü tarafından ehline indirtilmiştir. Evkaf İdaresi’nce, kapılardan geçirilmesi kabil olmayan bu levhaların, sökülüp çıkarıldıktan sonra eski haline getirilerek Sultan Ahmet Camiine konulması kararlaştırılmış ise de, 7,5 -8 metre çapında olan bu levhaların Ayasofya’dan çok küçük olan Sultan Ahmet Camii’ni kapatacağı ve güzelliğini örteceği kuşkusuzdur.’
1939’da, bu karardan dört yıl sonra, Remzi Oğuz Arık başkanlığında toplanan bir komisyon, - Aziz Ogan’a rağmen- levhaların eşsiz Osmanlı eseri olduğu, uzaktan görülmek üzere yapıldığı ve Ayasofya’nın nispetleri gözetilerek yazıldıkları için, başka yerde teşhirlerinin mümkün olmadığı, gerekçesiyle eski yerlerine konmasına karar verdi. Ne var ki ödenek verilmediği için, bu karar 22 Ocak 1949’da, ancak on yıl sonra uygulanabildi!
Levhalar yerlerde sürükleniyor
Kaldırılan levhalar, Ayasofya’nın Hünkâr Mahfili tarafındaki köşesine ( sol tarafta karanlık bir köşeye) üst üste istif edilerek, rutubet ve havasızlık içinde çürümeye terk edildi.
Þâir ve yazar İ. Alâeddin Gövsa, 25 Ocak 1949’da Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan ‘Ayasofya Levhaları’ isimli makalesinde, duygularını şu sözlerle ifade eder:
‘Ayasofya’nın müze haline konulması sırasında, her biri nefis bir Türk eseri olan muazzam levhaların da yere indirilmiş olduğunu görerek üzülmüştüm. Binanın bir zamanlar Hıristiyan mâbedi olduğunu gösteren resimlerin ve haçların muhafazası nasıl tabii ise, Türk ve İslâm mâbedi sıfatıyla taşıdığı hatıraları da olduğu gibi muhafaza etmek öylece zaruri değil miydi?
On sene kadar önce Maarif Başmüfettişi sıfatıyla müzeye ait bir meseleyi tahkik ederken, levhaların duvar kenarlarında ve adi tahta iskelelere iliştirilmiş olarak sürüklendiklerini gördüm. Levhalar yerlerindeyken, kapıdan çıkıp çıkmayacaklarını ölçmek mümkün iken, teşebbüsün gayet cahilane bir hoyratlıkla yapılmış olması; sonra da kapıdan çıkarabilmek için, arkaları alçılı olan kalın mukavvaları bükmek suretiyle bir tanesinin kırılmış olduğunu müşahede ettim. Meseleye dair o zaman Maarif vekilliğine verdiğim rapor çok etraflı ve delillere müstenit idi.
Geçen gün hayretlere düşerek ve ta içimden yanarak öğrendim ki, o nefis levhalar hâlâ yerlerde sürüklenmektedir ve kararlaştırılmış olmakla beraber onları yerine asmak imkânı el’an bulunulamamıştır.’
Haince tertiplerin takipçisi oldum!
Levhalar konusunda Sanat Tarihçisi İbrahim Hakkı Konyalı şöyle der:
‘Güzel bir tesadüf diyelim. Bu levhalar mabedin kapılarından çıkmadı. Ben hâdiseleri, haince yapılan tertipleri günü gününe takip ettim. Levhaları çerçevelerden çıkartmak istediler. Kırılacaklarını, çatlayacaklarını ileri sürerek, bu cinayetleri işlemelerine mani oldum.’
***
Ayasofya’da mozaik araştırması yapması için izin verilen Amerikalı müsteşrik Thomas Whittemore, yapıdaki bir takım mozaik panolarını ortaya çıkardıktan sonra, kubbenin göbeğinde yazılı bulunan Nur Suresi’nin 35. âyetini de kazıyıp, altında bulunması muhtemel mozaikleri araştırmak istediyse de buna müsaade edilmedi. Böylece, Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin nefis istifi de yok edilmekten kurtuldu.
‘Para yok, olsa asarım!’
Edebiyat Tarihçisi, Araştırmacı İbnü’l Emin Mahmud Kemal İnal Bey, levhaların asılması konusunu şöyle anlatıyor:
‘İsm-i Celâl’i, ism-i Nebevî’yi, esâmi-i Çâryâr (Dört halifenin isimlerini) ve Haseneyn’i ihtiva eden bu elvah-ı celile, bir takım kıymet bilmez eşhas tarafından indirilip bir kenara konulmuş ve bazılarının bazı yerleri zedelenmişti. Bu hal, bizimle beraber diğer erbab-ı imanı dağdar ettiğinden tekrar asılması için uğraştıksa da muvaffak olamamıştık.
Nihayet Ayasofya Müzesi Müdürü Muzaffer Ramazanoğlu’nu teşvik ve teşci ettiğimde: ‘Para yok, olsa asarım!’ demişti. Öteden beri bu işe sarf-ı zihin eden (kafa yoran) yüksek mühendis Ekrem Hakkı ve tüccardan Nazif Beyler, icap eden parayı hibeten lillah (Allah rızası için karşılıksız olarak) verdiler. Ekrem Beyin nezareti altında levhalar tamir edildi; yine o zat-ı ekremin (cömert şahsın) himmetiyle (yardımıyla) levhalar, 22 Ocak 1949’da elvah-ı şerife (şerefli levhalar) yerlerine asıldı. Ekrem, beni alıp götürdü. Levhaları mahall-i kadiminde görünce ağlamaya başladım. Cenab-ı Ekremü’l Ekremine hamd ü sena ve Nazif ile Muzaffer’e teşekkür ve dua ettim.’
Can alpgüvenç- YÜZAKI / ARALIK 2007
Üç Devirde Bir Mabed: Ayasofya, Prof. A. Akgündüz -Doç.Dr. Said Öztürk, İstanbul 2005, s.776.
SANATALEMİ.NET