Mavi Cami'nin renkli aydınlığı
- Ayrıntılar
- Kategori: Tarihi Bilgiler
- Gösterim: 3688
Sultanahmet Camii bitip de kapılarını dünyaya açtığı zaman, dönemin yazar ve şâiri Cafer Çelebi’nin ağzından dökülen ilk sözler şunlar olmuş:
‘Bu aydınlık nedir? Nedir bu parlak ışık?’
Asırlar sonra, dünyanın dört bir yanından gelen bütün insanlar, ana mekâna adımını atar atmaz, içleri aynı aydınlık duygularla, ferah mı ferah, renkli mi renkli, bambaşka bir dünya ile dolar. Herkesin ağzından, Cafer Çelebi gibi, hayret dolu ifadeler dökülür.
Yarı karanlık Ayasofya’dan sonra, buraya giren turistler, karşılaştıkları bu renkli ve ışıltılı ortam karşısında hayrete düşerler. Bu kadar büyük boşluğa, böylesine bir renk cümbüşü nasıl sağlanabilmiş, daha doğrusu, bu denli geniş ve ne de olsa taştan örülmüş kapalı bir hacimde, havayı dolduran bu ‘renkli aydınlık’ nereden verilebilmiş diye, şaşkınlığa kapılırlar.
Önceki asırlarda, gökyüzünün berraklığını içeri döken iki yüz atmış pencereden hepsinin vitraylı oluşu, içeriyi, her rengin esrarlı tonlarıyla boyamaya hizmet ediyordu. Ama her biri birbirinden uzak mesafelerde yer tutmuş olan bu aralıklar, içerideki aydınlık duygusunu açıklamaya yetmez. O zaman devreye, duvarları süsleyen çiçek bahçeleri girer. Mavi mi, yeşil mi, hangisi daha egemendir, karar veremeyeceğiniz rafine bir boyanın bütün tonlarının serpildiği bir desenler dünyası ile bezelidir.
İç ufku çevreleyen pencere vitrayları, gerçekten ne kadar yakıcı renklerle örülüdür. Duvarları örten çiniler ve kubbelere kadar tırmanan nakışlar, nasıl da atlas kumaşlar misali coşku ile serpilmiştir.
Dervişane bir ahlâk
Bu muhteşem caminin bânisi Sultan I. Ahmet, 1603 yılında henüz 14 yaşında iken tahta çıktı. Padişahların 14’üncüsü olarak 14 yıl saltanat sürdü, 28 yıl yaşadı; Yani iki kere 14! Hayatında bu sayının tılsımlı bir rolü olduğu görülür.
Sultan I. Ahmet, zeki, münevver, hamiyetli, son derece dindar bir hükümdardır. Çok sade giyinir, sofu ipeğe tercih eder, dervişane bir ahlaka sahiptir. Ata binme, ok atma ve kılıç kullanmada mahirdir. Edirne’de bir şeşberi 30 metre yükseklikteki bir surdan aşırıp, 500 metre mesafeye fırlattığı yazılıdır. Bu atışı için, oraya bir nişantaşı dikilmiştir. Bu husus, silah kullanmadaki maharetini gösterir.
Sorguçtaki kadem-i şerif
Sultan Ahmet, Bahtî mahlasıyla şiirler de yazmıştır. Þiirleri hamasî, tasavvufî, derin tahassüslerle doludur. Bir şiirinde, Doğu ve Batı’ya gönderdiği ordularından bahisle, Cenab-ı Hak’tan yardım niyaz eder:
‘İlâhi, cânibeyne salmışım ben iki serdârı;
Kerem kıl, düşmanı kahr ile mansûr eyle anları.
Biri şol çâr-ı yâri sevmeyen zalimleri kırsın;
Biri vurup, helâk etsin, senin emrinle küffârı.’
Sultan son derece dindar olduğundan, Peygamberin ‘kadem-i şerif’inin (mübarek ayak izlerinin) küçük bir örneğini yaptırıp, sorgucuna koydurur. Konuyla ilgili olarak kaleme aldığı bir şiirinde, Peygamber Efendimize olan sınırsız sevgiyi anlatır, onun mübarek ayak izini başında taşımakla iftihar ettiğini söyler.
‘N’olâ tâcım gibi bâşımda götürsem dâim;
Kadem-i resmini ol Hazret-i Þah-ı Râsûlün
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir;
Ahmedâ durma yüzün sür kademine ol gülün.’
Sultan Ahmet’in en büyük aşkı, Rabbine olan kulluğunu ispat edebilmek için, o zamana kadar yapılmış camilerin en muhteşemini yapmak ve özellikle de Ayasofya’yı geçmektir. Buna, adını kıyamete kadar yaşatacak bir eser bırakma arzusu da eklenebilir.
Ahmet kulunun hizmeti!
Caminin inşasına karar verilince, Ayasofya yakınlarındaki en uygun bir yer aranır, sonunda At meydanının Kıble yönünde bulunan Ayşe Sultan Sarayı’nda karar kılınır. Burası hem Topkapı Sarayı’na yakındır, hem denize bakmaktadır, hem de çok geniş bir alanı kaplamaktadır.
1609 Ekim’inde, başta 20 yaşındaki genç padişah olmak üzere, bütün devlet erkânının yıkımlarla açılan geniş arazide toplanmasının ardından, caminin temelleri büyük bir törenle kazılmaya başlar. Genç Sultan, bir taraftan eteğine doldurduğu taşları döküp, öte yandan Cenab-ı Hakka yalvararak, ‘Ahmet kulunun hizmetidir, kabul eyle’ diye dualar eder.
Cami, sıbyan mektebi, çeşme, hünkâr kasrı, türbe, darü’lkurra, darülhadis, darüşşifa, hamam, dükkânlar, sebiller, mahzenler, kira odaları gibi geniş bir yapı topluluğundan meydana gelen ve yapımı yedi buçuk yıl süren bu muhteşem eser, 9 Haziren 1917’de (1617 olmalı) büyük merasimlerle ibadete açılır. Sultan, adıyla anılan bu camide, her yıl Hazret-i Peygamberin doğumunun kutlanmasını emreder, bu merasim Devlet-i Âliye’nin sonuna kadar aralıksız icra edilir.
Sinan gibi bir dâhi
Cami, yüksek bir zemin üzerine oturtulmuştur. Mehmet Ağa’nın, camiin zeminini yer seviyesinden bir hayli yükselttiğine bakılırsa, onu belirli bir seviyeden itibaren çevreye göstermek istediğinde şüphe yoktur. Burada, Ayasofya’nın karşısına yapacağı bu binanın, ondan daha yüksek görünmesini istediği açıktır. Mimar Mehmet Ağa’nın mümtaz bir mimar olduğunu söylemeye gerek yoktur. Egli’nin dediği gibi, Mimar Mehmet Ağa da, -tıpkı Sinan gibi- dâhi bir mimardır.
Altı minareli cami
Caminin duvarları İznik’te yapılan beyaz zemin üzerine mavi, yeşil, kırmızı, firuze ve siyah renkli, lale sümbül, karanfil gibi çiçek ve kıvrık dal motifli yirmi bini aşkın çini levhalarla kaplıdır. Zengin sedef kakmalı kapı ve pencereler- bizzat- Sedefkâr Mehmet Ağa’nın eseridir. Caminin en önemli özelliklerinden biri de, altı minaresinin bulunmasıdır. Camiye bitişik olan dört minareye üçer, avlu köşelerinde bulunan iki minareye de ikişer şerefe konulmuştur. Bir rivayete göre, o dönemde Kâbe minareleriyle aynı sayıda olması dini otoriteler tarafından hoş karşılanmamış, bu yüzden Kâbe’deki minarelere yedincisi eklenmiştir.
Rengârenk elmas parçaları
Pencereler, ilk yapılışta çiçek motifleriyle örtülüdür, yani düz pencere camı yoktur. Bu renkli cam işçiliği, olabilecek en yüksek kalitededir. Caminin bu özelliğini, mabedi o tarihlerde gezen bütün yabancı gezginler fark eder, pencerelerdeki bu renk oyunu buluşuna ve onun uygulamadaki kusursuzluğuna hayran kalırlar. Yazar adı bulunmayan önemli bir kaynak, çiçek formundaki bu desenlerin, gözlere ‘her renkte elmas parçalarından yapılma’ bir örgü gibi gözüktüğünü belirtmektedir.
Mamboury, 18. Yüzyıla kadar bu renkli vitrayların devam ettiğini, 1700’lü yıllardan sonra bunların çoğunun kırılıp adi camla değiştirilmesinin, iç mimari açısından bir kayıp olduğunu, çünkü vitrayların renklendirilip, halılar ve çiniler üzerine tül tül döktüğü ışıkların içeride yarattığı o büyülü ve esrarlı atmosferin, düz camlarla kaybolduğunu kaydeder.
Bugünkü vitraylar, çok yeni tarihlidir ve tabi eskilerinin kalitesinden çok uzaktır. Þüphe yok ki, orijinal pencere vitrayları, iç mekâna çok şey katıyordu.
Göz kamaştıran bu renk ve manzara zenginliği, her şeye rağmen yine de bütün haşmetiyle ayakta kalmayı başarabilmiştir.
Can Alpgüvenç
sanatalemi.net