Reşahat

Hoca hazretlerinin evladı ve yakına akrabasından

HOCA HAZRETLERİNİN EVLADI VE YAKIN AKRABASINDAN

Hoca hazretlerinin ilk oğullan Mehmed bin Abdullah... Bâ­tın ve zahir ilimlerinde derin; ve naklî ve aklî meselelerde kemâl derecesinde... Kur'ân, sünnet ve siyerde en ince meseleleri çöze­bilecek ihtisasa sahip... Böyleyken bâtın ilimlerinde de hoca haz­retlerinden pay sahibi... Hoca hazretleri, oğullarına âdeta hürmet derecesinde bir sevgi ile bağlıydılar. Bir gün meclislerinde giyim ve kuşamdan yana tekellüfsüz otururlarken oğullarının gelmekte olduğu haberi verildi. Hemen harem tarafına geçip tekellüflü şe­kilde giyindiler ve oğullarım karşılamak üzere dışarı çıktılar. Son­ra onu baş köşeye, kendi yanlarına oturttular. Etraflarında Se-merkant'ın en ileri âlimleri, mahdumlarına Beyzâvî tefsirinden bir parça okuttular ve şerhini istediler. «Hazret-i Hâcegân» lâ­kaplı mahdumları öyle hikmetler bildirdi ki, hayran olmayan kal­madı. Giderken de mahdumlarını kapıya kadar uğurladılar ve sonra yerlerine geçip önceki tekellüfsüz kılıklarına büründüler.

*

«Reşahat» sahibi:

— Bir gün hoca hazretleri mahdumlarını görmek arzusu ile bulundukları köye doğru yola çıktılar. Ben de, tek başıma, ardlarından gittim. Meğer Hâcegân hazretleri, fakirin ismini daha ev­vel biliyorlarmış. Pederimin bazı eserlerini okumuşlar. Bana iltifatlar ettiler ve buyurdular : «Pederinizin vaazlarını ve nefesle­rinden aşağı yukarı herkesi faydalandırdıklarını işitmiştim. Tefsir inceliklerinde de misilsizmişler...» Bir aralık söz :

يَانَارُكُونِى بَرْدًاوَسَلاَمًاعَلَىاِبْرَاهِيمَ

Yâ Nâru kûni berden ve selâmen âlâ İbrahim

âyetine intikal etti. Hakimlerin, nâr (ateş) kelimesini Nemrud'un gazap ateşi; ve berd (soğukluk) kelimesini de o gazabın söndürülmesiyle tefsir edişlerini kabul etmediler. Âyetteki ateşi maddî, soğukluğu da o maddeye müesser bir vakıa olarak ifade ettiler ve bu hususta öyle deliller gösterdiler ki, kaleme alınsa bir kitapçık olurdu. Hikmetleri ise en yüksek idrak seviyesine göreydi. Bu fa­kiri üç gün, üç gece alakoydular ve uyku zamanı dışında hiç yal­nız bırakmadılar. İkimiz yalnız kaldıkça hoca hazretlerinden ba­his açtılar ve onlara bağlılık usullerinden ve sohbetlerinden fay­dalanma ölçülerinden nice nükteler söylediler. Üç gün sonra bu fakire gitme müsaadesi verdiler ve bir de at inayet edip rahat se­yahat imkânını sağladılar. Baht Hanın zuhurunda ve Özbek taife­sinin Semerkant'ı istilâsında Endican taraflarına kaçıp oradan be­ka âlemine göçtüler. Mübarek kabirleri oradadır.

*

Mahdumları anlatıyor :

— Hoca hazretleri Taşkend'deyken akrabamızdan bize kom­şu bir kimse, hasta yatıyordu. Halam onu ziyaret etmek istedi. Hoca hazretleri «Ziyaret gerekmezi» diye ona engel oldular ve o sırada Firket tarafına gittiler. Halam, hoca hazretlerinin gidişini fırsat bilerek, hazır kendileri yokken bir ziyaret yapayım diye ev­den dışarı çıktı. Evden sokağa adımını atar atmaz, at üzerinde ho­ca hazretleri :

«Hastayı ziyarete mi gidiyorsun? Sana da hastalık geçer di­ye korkmuyor musun?. O zaman da seni ziyaret etmek lâzım ge­leceğini düşünmüyor musun? Hemen geri dön!» Halam hemen geri dönmüş ve dönmesiyle beraber ateşi yükselerek yatağa düş­müş... Nice zaman sonra Hoca hazretleri Firket'ten dönmüşler ve halama demişler ki : «Sana gitme dediğim hâlde hasta ziyaretine gidip hasta olmak nene gerekti?» Benim halam irfan sahibi kadın­lardandı. Hoca hazretlerinin iltifatiyle Allah ehlinin yüksek de­recelerine ermişlerdi.

Mahdumları anlatıyor :

— Hoca hazretleri hâllerinin başındayken kendilerine sık sık kabz (bunalma ve daralma) arız olurdu. Her kabza tutuluşlarında sokağa çıkıp tekrar gelirler ve her defasında başka şekillerde (hal'-ü-leks) görünürlerdi. Fareza on defa gidip gelseler, her bi­rinde ayrı adam olarak göze çarparlardı. Öyle zaman olurdu ki, haremdeki kadınlar «evde bir yabancı erkek var!» diye çığlığı ba­sarlardı. Hoca hazretleri de tebessüm edip yine kendi aslî şekille­rine dönerlerdi. Bu yüzden neşelenerek kabzları da kalkardı.

*

Büyüklerin şekil değiştirme kudretlerine ait bu nakiller, Mevlânâ Cami hazretlerinin Nefahat'lerinde yazdıkları gibi, hoca Nasırüddin Ubeydullah hazretleri tarafından Mevlânâ Yakup Çerhî hazretlerinde müşahede bir tecelli ile de sabittir. Hoca Nasırüd­din Ubeydullah hazretleri Mevlânâ Yakup Çerhî'nin yüzünde ha­fif bir leke görüyor ve bundan içine soğukluk düşüyor. Sert ve ha­şin bir muamelede gördüğü içinde bâtını ondan dönüyor ve alâ­kası kaybolacak hale geliyor. İkinci ziyaretinde ise hem şekil, hem de ülfetini o kadar değişmiş, güzelleşmiş, tatlılaşmış buluyor ki, «Bu kadar güzellik, incelik ve cana yakınlığı o zamana kadar kim­sede görmemiştim!» diyor.

*

Mevlânâ Câmi hazretleri :

— Hoca hazretleri şekil değiştirmeğe (hal'-ü-leks) ait bu bahsi anlatırken, benim fevkalâde sevdiğim ve bağlı olduğum bir azizin şekline hüründüler. Vefatından beri de hayli zaman geç­mişti. Ondan sonra o şekil değiştirip (hal'edip) yine kendi öz heyet­lerinde göründüler. Bir aralık bu tecelli benim hayalim üzerin­de bir tesir midir, gördüğüm kendi vehmim midir diye düşün­düm. Fakat sonradan öğrendim ki, hoca hazretleri başkalarına da o şekilde görünmüşler. Benim kanaatime göre bu iktidar hoca hazretlerinde iradî, yani emir ve arzularına bağlı bir keyfiyetti. Ve Mevlânâ Yakup Çerhî vakasının ispatı için belirtilmiş bir ma­rifet...

*

«Reşahat» sahibi:

— Mevlânâ Hacı Mirza ve Hafız İsmail isimli, Sadeddin Kaşgarî hazretlerine bağlı iki mürid, hoca hazretlerinin, kendile­rine, üstadları Mevlânâ Sadeddin şeklinde göründüğünü söylemiş­ler ve hâdisenin zaman ve mekânım sıhhatle tayin etmişlerdir. Fi­lân zamanda, falan yerde, bir ağacın dibinde ve bir dere kenarın­da...

*

Mahdumları anlatıyor :

— Hoca hazretleri, Mirza Ebu Said'in ricasiyle Taşkend'ten göçüp henüz Semerkant'a gelmemişlerdi ki, hizmetkârlarından bi­rine Semerkant'a giderek kendilerine birkaç kutu sâf bal alması­nı emrettiler. Adam gitti, balı aldı, teneke ve tahta kutulara yer­leştirdi, kutuları da sahtiyanla gayet sağlam şekilde bağlayıp dön­meğe hazırlandı. Tam o anda gözü, tanıdığı bir dükkân sahibine ilişti. Dükkâna uğrayıp sahibiyle biraz dertleşmek istedi. Kutula­rı önüne koyup bir kenara ilişti. O sırada dükkâna gayet güzel bir kadın geldi ve eskiden beri tanıdığı dükkâncı ile konuşmaya baş­ladı. Hoca hazretlerinin hizmetkârı kadına birkaç kere şehvetle nazar etmekten kendini alamadı. Nihayet yola düzüldü, yerine vardı ve kutuları hoca hazretlerinin önüne koydu. Hoca hazretle­ri gazapla kaşlarını çattılar ve bağırdılar: «Ey saadet yoksunu adam, ben sana bal ısmarlamıştım, sen bana şarap mı getiriyorsun?» «Aman efendim, ben size emriniz gereğince saf bal getir­dim!» Kutuları açtılar ve şarapla dopdolu olduğunu gördüler.

*

«Reşahat» sahibi:

— Hoca hazretlerinin mahdumları, Seyyid Takiyüddin Mehmed Kermanî hazretlerinin damadı idiler. Seyyid hazretlerinin kerimelerinden üç oğulları ve iki kızları olmuştu. İlk oğlu, hoca Nizameddin Abdülhadi, ikincisi, Hâvend Mahmud, üçüncüsü hoca Abdülhak... Zevcelerinin vefatı üzerine nikahladıkları ikinci ha­remlerinden de yine üçü erkek ve ikisi kız, beş çocukları oldu. Bi­rincisi hoca Abdül'alîm, ikincisi hoca Abdülşehid, üçüncüsü hoca Abdülfeyz... Bir Türk cariyesinden de hoca Mehmed Yusuf isimli yedinci erkek evlâd...

*

Hoca hazretlerinin ilk oğullan Mehmed bin Abdullah «Hazret-i Hâcegân» dan sonra ikinci oğulları, hoca Mehmed Yahya'­dır. Babalan tarafından son derece sevilen ve makbul tutulan ev­lât... Hoca hazretleri, ömürlerinin sonuna doğru Mehmet Yahya'­yı vekilleri tayin ettiler ve kabirlerinin mütevelliliğini ona verdi­ler. Hoca hazretlerinin meclislerine her gelişinde en ince bir ir­fan lisaniyle konuşur ve muazzez pederini muhatap tutardı. Şu şekilde ki, mecliste daima ilim ve fazla ehli hazır bulunur ve ken­disini dinlerdi. Mevlânâ Câmi hazretleri, Mehmet Yahya'yı gayet muhterem tutar ve ona itimat ve itikadını daima muhafaza eder­di. Derdi ki : «Hoca Mehmet Yahya hazretlerinin «Hâcegân» silsilesiyle manevî münasebeti tamdır. Zira ağabeyi Hâcegân hazret­lerine ilmî nisbet galip olmuşken kendilerine cezbe nisbeti hâkim olmuştur.»

«Reşahat» sahibi :

— Bir gün hoca Mehmet Yahya hazretleri bu fakire dediler ki : «Gel, seninle Mevlânâ Muhammed Rûsî hazretlerini görmeğe gidelim!» Fakir, bu emir üzerine kendilerine refakat ettim. Mev­lânâ, camie bitişik evlerinde bizi kabul etti. Takındığı edeb ve ta'zim tavrı büyüktü. Buluşmamız, başından sonuna kadar sükût içinde geçti. Ertesi gün Mevlânâ Rûsî hazretlerine gittim. Dedi ki: «Hoca Mehmet Yahya hazretlerinde bu ne letafet ve istidattır ki, dün kendileriyle karşılaştığım zaman nisbetlerine duyduğum incizap yüzünden, az kaldı, haykıracak ve üstümü başımı paralayacaktım. Bu sözü Hoca Mehmet Yahya hazretlerine naklettim. Bu­yurdular : «Mevlânâ ile karşılaştığımız zaman ben kendimi nefye-dip onu ispat ettim. Bende fazilet adına ne gördülerse kendilerini gördüler.»

*

«Reşahat» sahibi:

— Hoca Mehmet Yahya hazretleri, pederleri hoca Ubeydullah hazretlerinin vefatından sonra kendilerini büsbütün «Hâcegân» nisbetlerine verdiler. Yıllarca, gecelerini, hoca Ubeydullah hazretlerinin kabirleri karşısında geçirirler, sabaha kadar vakitle­rini, dizleri üzerinde ve murakabeye tahsis ederler ve teheccüt namazından başka bir vesileyle yerlerinden kalkmazlardı.

*

Horasan ahalisinden biri hoca hazretlerinin vefatlarından sonra Semerkant'a geliyor. «Hâcegân» yoluna bağlı bir adam... Hoca hazretlerinin kabirleri başında hoca Mehmet Yahya hazret­lerini görüyor. Sohbetleriyle huzur kazanıyor. Bir gün evlerine gidip, eşikte, kendilerinin haremden çıkmalarını bekliyor. Bu ara­da içinden şunları geçiriyor : «Hoca Ubeydullah hazretleri bir ba­kışta dilek sahibini kendinden geçirir ve şuur alemiyle alâkasını keserdi. Oğlunun tasarruf kuvveti mi az, yoksa kendisine lâyık mürid mi bulamıyor?...» O sırada Hoca Mehmet Yahya hazretle­ri haremden çıkıp geliyor ve derdine derman arayan insanın ya­nına oturuyor. Ve diyor : «Tasarruf ehli çeşit çeşittir. Bazıları Al­lah'ın izniyle, diledikleri zaman ve diledikleri insan üzerinde ta­sarruf kuvvetlerini gösterirler. Bazıları ise gaipten emir gelme­dikçe, tasarruf kuvvetlerine rağmen hiç bir şey izhar etmezler.. Memur olmadan da kimseye yönelmezler. Bir kısmı da öyle bir hâle düşerler ki o hâlin galip gelmesiyle hüviyetlerini kaybeder­ler, şuurdan yana mağlûp olurlar ve ancak bu hâlde tasarruf ik­tidarını kazanırlar. İmdi; bir insan ki, ne muhtardır, ne mezun­dur, ne memurdur, ne de mağlûptur, ondan tasarruf beklememek lâzımdır.» Hoca Mehmet Yahya hazretleri bu sözü söylerken mu­hatabında öyle bir tesir doğuyor ki, kendini kaybediyor ve yere yığılıyor. Neden sonra kendine gelince bir şilte üzerine yatırılmış olduğunu ve hoca Mehmet Yahya hazretlerinin, yanı başında, mu­rakabe hâlinde bulunduğunu fark ediyor. Ve o günden sonra, hem hoca Mehmet Yahya hazretlerindeki tasarruf kudretine inanmış, hem de tasarrufun ne demek olduğunu anlamış bulunuyor.

 

«Reşahat» sahibi:

— Hoca Mehmet Yahya hazretleri, son derece gayretli ve sert tabiatli idiler. Babalarına son derece muhabbetlerinden, kim­senin hoca Ubeydullah ile bâtını münasebete girişmesini istemez­lerdi. Zira bir yanlışlık ve usule aykırılık olacağından korkarlar­dı. Müridlerden birkaçının, babalarından manevî tokatlar yedik­lerini görmüşlerdi. Bu yüzden müridler, hoca Mehmet Yahya haz­retleri meclise geldikçe sohbetlerini keserlerdi.

*

«Reşahat» sahibi :

— Hoca Mehmet Yahya hazretleri, müridlerin hâllerine kar­şı gayretlerinden üç kere Hicaz istikametinde yola çıkmışlar, pe­derlerinin sohbetinden uzaklaşmışlar ve her defasında, hoca Ubeydullah hazretlerinin tasarrufu ile uzak mesafelerden geriye dön­müşlerdir.

*

Bir gün hoca Mehmet Yahya hazretleri, öğle namazından sonra bir kenara çekilmiş, hoca Ubeydullah hazretleriyle sohbet ediyor ve babasına kendi bâtını hâllerinden bahsediyordu. Müridler ise, uzakça bir yerde, sohbetin nihayetlenmesini bekliyor, ba­ba ile oğulun mahrem havalarını bozmaktan çekingen duruyor­lardı. Sohbet uzadı ve ikindi namazı vakti yaklaştı. Müezzin, bü­yük velî ile oğlunun sohbetlerinden haberli olmadığı için minare­ye çıktı ve ezanı vaktin ilk kısmında okudu. Hoca hazretleri abdest almaya kalktılar ve Mehmet Yahya hazretlerinin bazı sözle­ri tamamlanamadı. Hoca Mehmet Yahya zannetti ki, müridler, sa­bırsızlıklarından ötürü müezzini çabuk ezan okumaya davet etti­ler. Gazapla yerinden kalktı ve müridlerin arasına girip şöyle de­di : «Hoca hazretlerini size bırakıp gidiyorum! Kendisiyle diledi­ğiniz gibi sohbet edebilirsiniz!» Ve atına atlayıp, hoca hazretleri­ne danışmadan ve kimseye haber vermeden Hicaz'a doğru yola çıktı. Hizmetçilerine bile haber vermeden ayrıldığı için, bunlar, haberi alınca hemen bütün yol icaplarını nazara alıcı ve yerine getirici bir kervan düzenlediler ve hoca Mehmet Yahya'nın arka­sına düşüp hızlı hızlı yol aldılar ve ona uzak bir yerde yetiştiler. Hoca Ubeydullah hazretleri vaziyeti müridlerden öğrendiler ve Horasan'da Mevlânâ Câmi hazretlerine sür'atli bir tatar gönderip, oğullarını geri çevirmesini istediler. Mevlânâ Câmi hazretleri, Herat'ta, Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî kabri yanında hoca Mehmet Yahya'yı buldu ve son derece nazik ve hürmetkar bir dille, geri dönmelerinin münasip olacağım anlattı. Hoca Yahya hazretleri­nin, aynı nezaket ve hürmetle verdiği cevap: «Bu seferin yerine getirilmesine öyle şiddetli bir azimle karar verilmiştir ki, aksini yapmaya hiç bir takat yetemez!» Hoca Mehmet Yahya yoluna de­vam etti ve öyle bir noktaya vardı ki, yolun artık kapanmış, ka­patılmış olduğunu gördü. Hasta olmuş ve babasından uzaklaşma­ya her davranışında ateşinin yükseldiğini, durunca ve yol almak­tan vaz geçince de düştüğünü görmüştü. Anlamıştı ki, hoca Ubeydullah hazretleri onun yolunu kesmiş ve ilerlemesine engel ol­muştur. Bir gece de rüyasında şunu gördü : Babası Hoca Ubeydullah hazretleri kendisini davet ediyor : «Oğlum, hemen dön ve gel!» Bu rüyanın tesiri kendisinde öyle oldu ki, gün ışıldamadan atına atladı ve hizmetçilerine «Arkamdan gelin!» emrini verip atının başını Horasan yönüne çevirdi ve kamçısını şaklattı. Arka­sından, hizmetçiler, acele acele hazırlanıp efendilerine katılmak üzere birbiriyle yarış ede dursunlar.

*

«Reşahat» sahibi:

— Hoca Mehmet Yahya hazretleri dönüş yollarında Heri'ye uğradılar ve hiç durmadan mesafe almaya devam ettiler. Fakir, kaş göz arasında kendileriyle anlaşıp refakatlerine katıldım. Se­fer, 893 tarihinin Rebiülevvel başlarındaydı. Hoca Mehmet Yah­ya o kadar hızlı yol alıyordu ki, atım gayet kuvvetli olduğu halde kendisini ancak muayyen bir yere kadar takip edebildim. Yolda kendisine sormak istemiştim : «Evvelâ Hicaz'a sefer niyet edip bunca mesafeden sonra geri dönmenizin sebebi nedir?» Fakat, edep düşüncesiyle : «Kendileri söylesinler, ben sormayayım!» di­ye düşünmüştüm. Artık kendisini takip edemez olduğum o yere gelince bana dediler ki : «Ben gayet hızlı yol alıyorum. Atlarımı da sık sık değiştiriyorum. Siz bana refakatte zahmet çekiyorsu­nuz! Size uygun olan, arkadaki yakınlarımızın deve katariyle ra­hat rahat gelip bizi Semerkant'ta bulmanızdır, böyle yapınız!» Ve sonra içimden geçen suali cevaplandırdı ve gördüğü rüyaya kadar her şeyi anlattı : «Görüyorsunuz; ne kadar hızla dönmeğe çalışı­yorum! Hoca hazretleri cezbelerinin kemendini boynuma saldılar. Beni çekiyorlar! Huzurlarına bir an evvel varıp dizlerine düşmeden ıstırabımı dindirmeğe imkân yoktur!» Ve atını kamçıladığı gi­bi yanımdan uzaklaştı. Ben de arkadakileri bekledim ve onlara katılarak, hoca Mehmet Yahya'dan bir ay sonra Semerkant'a ulaş­tım.

*

Hoca Mehmet Yahya hazretleri :

— Bundan bir müddet sonra, gönlüme yine Hicaz seferi ar­zusu düştü. Bu arzu bende büyüdükçe büyüdü ve mukavemete mecal bırakmadı. Bir yakınımızdan Hoca hazretlerine gidip be­nim için Hicaz'a sefer izni almasını rica ettim. Gitmiş ve huzura yüz sürerek müsaade niyaz etmiş. Hoca Ubeydullah hazretleri sormuşlar : «Bu seferden muradı nedir?» Cevap gönderdim : «Bu mukavemet edilmez arzuyu içime düşüren, Allah Resûl'üne ait bir hadîstir.» Ve :

مَنْ زَارَنِى مَيِّتًافَكَاَنَّمَازَارَنِىحَيًّا

Men zare ni meyyiten fe ke ennema zareni hayyen

hadîsini okudum. Kâinatın efendisi, bu hadîsleriyle, kendilerini ziyareti hayatta bulunmanın bir borcu olarak gösteriyorlardı. Ho­ca hazretleri cevaplarını bildirdiler: «Üç gün beklesin; üçüncü gün kararımızı öğrenir...» Üçüncü gün bir rüya gördüm : Allah'­ın Resûl'ü karşımda... Ayaklarına düşüyorum. Babamı çağırmamı emrediyorlar ve onunla konuşacaklarını bildiriyorlar. Hemen ko­şup hoca hazretlerini çağırıyorum... Aceleyle geliyor. Allah'ın Resûl'ü, babamı sağ taraflarına oturtuyorlar. Bense diz üstü, karşılarındayım. Gözlerim yumulu, bekliyorum. Gözümü açınca gö­rüyorum ki, karşımda Allah'ın Resûl'ü şeklinde iki insan var... Babam yok ve yerinde, aynen peygamberler peygamberine eş bir vücut... ikisinin birbirinden ayırt etmeğe imkân yok. Hangisi ba­bam ve hangisi Allah'ın sevgilisi?. Seher vaktine yakın uyanmı­şım. Hemen suya koştum, abdest alıp hoca hazretlerinin hizmetine can attım. Gördüm ki, teheccüt namazını kılmışlar, murakabe­de oturuyorlar. Yavaş yavaş ilerleyerek karşılarına çöktüm. Baş­larım kaldırdılar ve buyurdular : «Hoca Mehmet Yahya! Mura­dın yerine geldi ve cevabını aldın mı?. Artık beni üzme ki, yaşım ilerlemiş ve ihtiyarlık gelip çatmış bulunuyor!» Hemen ayakları­na yüz sürdüm ve artık eski fikirlerimi bir daha gönlüme uğrat­madım.

*

Hoca Mehmet Yahya hazretleri :

— Hoca Ubeydullah hazretleri bana «rabıta» talim etmişler­di. Bir gün yakınlariyle birlikte, huzurlarındaydık. Düşündüm : «Acaba rabıta hoca hazretlerinin çehrelerini hayal ederek mi olur, yoksa gözlerini mi?» Bu düşünceyle kendilerine baktım. Gördüm ki, şehadet parmaklariyle kaşlarının arasını işaret ediyorlar. An­ladım -ki, rabıta, mürşidi iki kaşı arasından hayal ederek bürünülen bir keyfiyet. Hoca hazretleri, yakınları dağıldıktan sonra aynı keyfiyeti lisanlariyle de ifade buyurdular.

*

Hoca Mehmet Yahya hazretleri:

— Bir kere bâtınımda müthiş bir kargaşalık oldu. içime menfî fikirler üşüşüyor ve dimağımın her zerresini ayrı ayrı kemiriyordu. «Havâtır» hücumuna uğramıştım. Doğru huzurlarına koştum. Bir kenarda oturmuşlar, işlerine bakan vekil ve mutemetleriyle konuşuyor, hesap görüyorlardı, işlerinin bitmesini bek­ledim. Fakat bitmedi, uzadıkça uzadı. Istırabım tahammül edilir gibi değildi. Çatlayacaktım. O anda bana bir şey oldu. Üzerinde sayısız kuş bulunan bir ağaca taş atılmış da bütün kuşlar bir an­da uçmuş gibi, içimde «havâtır» adına hiç bir şey kalmadı. Kal­bim tam bir itminan kazandı. Hoca hazretlerine baktım; bir taraf­tan hesap görmeğe devam ediyorlar ve bir taraftan, kesik kesik ve sık sık bana nazar ediyorlardı. Kimsenin işitemeyeceği bir sesle bana Farsça bir mısra okudu : «Bu vardır, öyle ise o vardır, şu da vardır.» Sonra adamlarına dönüp : «Bizim oğlumuzla görüşüle­cek hususî bir işimiz var, bu kadar yeter!» buyurdular ve adam­lar gidince dediler : «Bir adamın gönlüne küçük bir perişanlık düşmekle, onun hatırı için işten kalmak olmaz! Böyle şeyleri gön­lüne yaklaştırma ve kafandan kovmayı öğren!»

*

«Reşahat» sahibi:

— Hoca hazretleri, hoca Mehmet Yahya'ya, Kerbelâ kurba­nı büyük şehit Hazret-i Hüseyn'den sık sık bahseder ve : «Senin istidadın Hazret-i İmamın ruhaniyetiyle münasebet ve alâka ha­lindedir» buyururlardı.    Böylece akıbet bakımından da Hazret-i Hüseyn ile hoca Mehmet Yahya arasında bir yakınlık ve benzer­lik gördüklerini belli ederlerdi. Gerçekten, hoca hazretlerinin ve­fatlarından sonra, söyledikleri zuhur etti. Şah Baht hân Semerkant'ı aldı ve 906 yılında Hoca Mehmet Yahya hazretlerini tut­turmak istedi. Bütün malını, mülkünü, kıymetli eşyasını elinden aldılar. Hoca Mehmet Yahya o demlerde şöyle konuştu :    «Hoca hazretlerinin defalarca işaret buyurdukları akıbet, sanırım ki, bu aşûrâ mevsiminde tezahür eder.» O günlerde, sultan, kendilerine Horasan'a gitmek için izin verdi. Hoca hazretleri de, zevceleri, ço­cukları ve yakın akrabasiyle Horasan'a doğru yola çıktı. Sultanın hoca Mehmet Yahya'ya müsamaha gözüyle bakmasına rağmen ba­zı Özbek emirleri,   onun Horasan'a geçmesini doğru bulmadılar. Hoca Mehmet Yahya'nın    Horasan'da taraftarlarını derleyip bir fitne çıkaracağı şüphesine kapıldılar. «Mülkün nizamı onun öldü­rülmesidir!» diye düşündüler.    Fikirlerini de sultana bildirdiler. Sultan, hoca Mehmet Yahya'ya meyil sahibi olduğu için bu fikri kabul etmedi. Fakat emirlerinin teklifini de reddedemedi. Niha­yet kendisine o kadar direnildi ki : «Ne yaparsanız yapın! Dini ve memleket nizamına uygun düşeni yerine getirin!» Demeğe mecbur oldu. Fakat bir taraftan da hoca Mehmet Yahya'yı korumak için tedbir aradı. Kendi atlarından gayet kuvvetli ve çabuk bir hayvanı hocaya gönderdi ve şu haberi iletti : «Emirlerden bazıla­rının size kasdı vardır! Benim mukavemetime karşı gelmişler ve kasdlarım icraya karar vermişlerdir! Kendilerine mâni olmak mümkün değildir! işte size kuvvette ve çabuklukta eşsiz bir at gönderiyorum! Benim ona güvenim vardır. Bir gecede 30 fersah yol alır ve yorulmak nedir bilmez. At size ulaşır ulaşmaz, kendi topluluğunuzdan çıkın ve ona atlayıp selâmete kavuşun ve bir an evvel Horasan'a ulaşın! Evlât ve yakınlarınızın geride kaldığına üzülmeyin!. Ben onları korur ve kimseyi onların kılına dokundur­mam!» Atı getiren sultanın adamı «Haydi atlayın ve sultanın de­diğini yapın!» sözünü söyleyince hoca Mehmet Yahya'dan şu ce­vabı aldı: «Ben yakınlarımı gerilerde ve başsız, himayesiz bıra­kıp kaçamam! Hoca hazretleri bana her zaman, tenhada, bazı hâl­lerin ve büyüklerin akıbetine benzer tecellilerin zuhur edeceğin­den bahsederlerdi. Ben bu tecellileri bekliyorum! Hayr neyse ve neredeyse zuhur etsin. Sultana bizden selâm söyleyin. Lütfettiler ve büyük kerem ve insanlık gösterdiler. Allah onlara hayr ile ecr versin. Bu kuvvetli atı da geri götürün!» Sultanın adamı bütün ısrarlarına rağmen muvaffak olamadı ve kuvvetli atı yedeğe aldı­rarak geri döndü. Hoca Mehmet Yahya hazretleri de, aile efradiyle beraber aheste yol almaya devam etti. Nihayet, Semerkant'a dokuz fersah mesafedeki Taşkend'e eriştiler. Hoca Mehmet Yah­ya hazretleri yolda demişti ki: «Ben hayretteyim! Niçin hâlâ ho­ca Ubeydullah hazretlerinin keşifleri zuhur etmemiş bulunuyor? Ben bilirim ki, kendilerinin işaret ve beşaretleri y anılmaz ve ol­duğu gibi çıkar. Şu ana kadar bir zuhur olmadığına göre acaba bu sessizlik ve hareketsizliğin hikmeti nedir?» Bu hayret ve bek­leyiş içinde Taşkend köylerinden birine girdiler. O gün aşûrâ mevsimi Muharrem ayının on birinci günü... Birden, ufukta bir toz bulutu. Özbek atlıları dört nala geliyor. Sayıları birkaç yüz... Hemen hoca Mehmet Yahya hazretlerinin kervanını sarıyorlar ve Hoca Mehmet Yahya hazretleriyle iki oğlu, hoca Mehmet Zekeriya ve hoca Abdülbaki'yi kılıçlarına hedef tutuyorlar. Sair evlât ve akrabasını da alıp Semerkant'a götürüyorlar. Hoca Mehmet Yahya ve iki oğlunun cenaze namazında o kadar insan birikti ki, görenler, kendilerini kıyamet arsasında sanabilirlerdi. Hoca Meh­met Yahya ve iki oğlunu, hoca Ubeydullah Taşkendî hazretleri­nin yanına defnettiler.

*

Hoca Ubeydullah hazretlerinin en ileri derecede yakınların­dan biri de Mevlânâ Seyyid Hasan. Mevlânâ Seyyid Hasan, nisbetinin başında küçük bir çocuk. Babası onu Hoca Ubeydullah hazretlerine götürmüş. Hoca hazretlerinin yanında bir kutu bal duruyormuş. Çocuk balı görünce hemen atılmış ve onu iştihali iş-tihalı atıştırmaya başlamış.

Hoca hazretleri manzarayı gülümseyerek seyretmişler ve ço­cuğa sormuşlar :

— Yavrum, senin ismin ne?

Hâlâ bal yemekle meşgul çocuk cevap vermiş :

— Benim ismim bal!

Hoca hazretleri bu cevaptan fevkalâde hoşlanmışlar ve Bu­yurmuşlar :

— Bu çocukta muazzam bir istidat var. Zira küçücük bir bal lezzetini almakla ona kendisini öyle verdi ki, onun sevgisinde eri­di ve kendisini o zannetti. Elbette ki, bu çocuğun can damağına baldan üstün bir lezzet değecek ve o lezzet çocuğu istihlâk edip kendisine katacaktır.

Mevlânâ Seyyid Hasan'ı babasından isteyip kendi terbiyeleri dairesine almışlar, mektebe göndermişler, hatme ve ilim tahsili­ne memur kılmışlar. Bütün bunlar devam ederken de, Seyyid Ha­san, hoca Ubeydullah hazretlerinden bâtın feyzini almış ve kısa zamanda kemâl mertebesine ulaşmış.

*

«Reşahat» sahibi :

— Mevlânâ Seyyid Hasan'ın bâtın terbiye ve tasarrufunda büyük kuvveti vardı. Fakat hoca Ubeydullah hazretlerine hür­metlerinden, kendisini mürşid yerine koyacak böyle bir hareket­ten çekinirlerdi. Bir gün hastalanmış ve yatağa düşmüştü. Hoca Ubeydullah hazretleri, Mevlânâ Kaasım hazretlerine, Seyyid Hasan'ı ziyaret edip etmediklerini sordular ve etmedikleri cevabını alınca, Mevlânâ Kaasım gibi bir büyüğe şöyle dediler : «Sen onu ne sanıyorsun? O senin anlayışından çok yüksektir! Sen ki, Mev­lânâ Kaasım'sın, Seyyid Hasan'a elli yıl hizmet etmek mevkiindesin!»

*

«Reşahat» sahibi:

— Bir gün hoca hazretleri Mevlânâ Seyyid Hasan hakkında şöyle buyurdular : «Bizim Mevlânâ Seyyid Hasan'ımız manevî ke­mâllerde şeyh Rükneddin Alâüddevle'den asla eksik değildir. Ara­larındaki fark sadece şudur ki, Rükneddin şeyh oldu, Mevlânâ Seyyid Hasan olmadı.

*

Hoca Ubeydullah Hazretleri:

— Mevlânâ Rükneddin Hâfî hazretleri derlerdi ki: «Şeyh Bahaeddin Ömer'in bidayeti (başlangıcı) şeyh Rükneddin Alâüddevle'nin nihayeti idi.» Ben bu sözü Şeyh Fazlullah huzurunda naklettim. Gazaba geldiler. «Muhaledir!» dediler, lâkin bir delil gösteremediler. Bu sözün doğruluğunu gösterici bir hadîs de var­dır. Nitekim aynı söz hoca Bahaeddin Nakşibend hazretleri tara­fından söylenmiştir : «Bahaeddin'in bidayedi, Bayezid-i Bestamî'nin nihayetidir!» Belli ki Şahı Nakşibend hazretlerinin hazret­lerinin bu sözü sebepsiz olamaz. Ama geçmişlere olan itikat, bazı­larına bu sözün hakikatten uzak olduğu hissini vermiştir. Hadîs ve sonrakilerden öğrenilen hikmetlere göre bu mânâ gerçektir. Geçmişlerin hepsi, sonrakiler ve yeni gelenlerin hepsinden üstün değildir.

*

«Reşahat» sahibi:

— Arada sırada Mevlânâ Seyyid Hasan ile buluşurdum. Bana iltifat ederlerdi. Bir gün hoca Ubeydullah hazretleri dışarıdan gelip Kefşir mahallesine inmişlerdi. Semerkant sultanı ve Semerkant ululan hoca hazretlerini ziyarete başlamışlardı. İlk üç gün boyunca, müridler, hoca hazretlerinin   feyz meclislerinden uzak kaldılar. Keşke hoca hazretlerinin sultanlar ve emirlerle ihtilâtları olmasa da müridlerinin terbiye    ve feyiz almalarına vakitleri kalsa gibilerden bir takım fikirler aramızda yayıldı. Ben bu fikir ve özekti ile Seyyid Hasan'ı görmeğe gittim. İmam Gazali hazret­lerinin «İhya-ul-ulûm» isimli eserini önlerine koymuş, bazı kayıt­lar düşürüyorlardı. Beni görünce işini bıraktı ve bir müddet sü­kût etti. Sonra şöyle dedi: «Bir ilim isteklisi hoca hazretlerinin karşılarına geçmiş ve hoca hazretlerinin niçin bir dağ köşesine çe­kilip yalnız dilek sahipleriyle meşgul olmadıklarını ve ne sebeple sultanlar ve emirlerle ihtilâtı buna tercih ettiklerini düşünmeğe başlamış...» Sonra Mevlânâ Seyyid hazretleri, hoca hazretlerinin verdikleri cevabı anlattılar : «Benim bir müşkül meselem vardır ki, sizden onun çözümünü isterim :    Sultanlar, emirler hâkimler ve zalimlere söz geçirebilen bir kimse böylece müslümanlara se­lâmet ve necat imkânını sağlarken, caiz midir ki bir dağ başına çekilip otursun ve yalnız müridlerinin terbiyesiyle uğraşsın?. Bu iki uğraşma şeklinden acaba hangisi daha üstün ve faziletlidir?» Bu mukabeleden müteessir olan muhatap, «Bu takdirde zalimler­le ihtilât farzdır!» cevabını verince, hoca hazretleri demişler ki : «Hem fetvayı kendiniz verirsiniz, hem de hâlâ içinizden ona zıt fikirler geçirirsiniz!»

*

Hoca Ubeydullah Taşkendî hazretlerinin yine en ileri bağlı­larından biri de Mevlânâ Seraceddin Kaasım'dır. Lâkabı «Hoca-

nın gölgesi» Eteklerinin dibinden ayrıldığı hiç görülmemiş... Baş­langıçta hoca hazretleri, Mevlânâ Seraceddin'i bağ işlerine me­mur etmişler. Sabahleyin bağ budamak üzere çıkan Mevlânâ Se­raceddin, akşama eve döndüğü zaman, kuşağının içinden, annesi­nin koyduğu ekmekler, hiç el sürülmemiş olarak dökülürmüş. Bü­tün gün, yemek ihtiyacını duymayacak kadar istiğrak hâlinde bu­lunduklarından ötürü... Bir gün hoca hazretleri köyde ve bir ça­dır içindeydiler. Etraflarında yakınları... Hoca hazretlerinin zevk ve şevkleri taşkın ve mübarek çehreleri pırıldamakta idi. Dudak­larından yüksek hikmetler dökülüyordu. Mevlânâ Seraceddin böyle anlarda ve meclislerde daima kendisinden geçer, şuurunu kaybeder ve ancak hoca hazretlerinin himmetiyle yine kendisine gelirdi. O gün de öyle oldu. Hoca hazretleri öfkelendiler ve Mev­lânâ Seraceddin'e şöyle hitap ettiler : «Mevlânâ Kaasım, bilmez misin ki, bir daireye giren onun edebine riayet etmek, kanununu gözetmek ve dışına çıkmamakla mükelleftir?»

*

«Reşahat» sahibi:

— Mevlânâ Cami hazretleri, Mevlânâ Seraceddin Kaasım hazretlerini, hoca hazretlerinin hiç bir yakıniyle bir tutmaz ve hepsinin üstünde kabul ederdi. Nice defa demiştir ki:

«Mevlânâ Kaasım, Hâcegân nisbetinde yağ içine doğranmış ekmek gibidir. Bütün mesameleriyle yağı emmiştir.»

*

«Reşahat» sahibi:

— Bu fakir, ilk defa hoca hazretlerinin yüce huzurlarına vardığım zaman yirmi iki yaşlarındaydım. Henüz o şerefe erme­den Mevlânâ Cami hazretlerine danışmış ve şu karşılığı almış­tım : «Sen gençsin ve hoca hazretleri gayet uludur. Yüceliklerin­den, dilek sahipleriyle fazla meşgul görünmezler.. Sonra nedamet getirmeyesin!. Eğer mutlaka huzura varmak kararını verdinse ba­ri daha evvel Mevlânâ Kaasım hazretleriyle görüş, onunla çokça düşüp kalk ve hazırlan!» Ben de kendilerinden Mevlânâ Kaasım hazretlerine bir tavsiye mektubu istedim. Yazıp verdiler. Mektu­bu Mevlânâ Kaasım'a takdim ettiğim zaman ayağa kalktılar, mek­tubu öptüler ve başları üzerine götürdüler. Bana zahirî ve batini hudutsuz iltifatlarda bulundular. İkinci gidişimde iltifatlarını da­ha ziyade ettiler ve kendi hâllerinin başlangıcından bahis açtılar: «Hoca hazretlerine muhabbetim ilk devresinde    öyle bir ateşim vardı ki, Firket'ten kalkar; hoca hazretlerine gelirdim. Nehirden geçerken ayağım öyle buz tutardı ki, küçük taş parçaları bile ta­banıma yapışır, kalırdı.» Bu fakire hoca hazretleriyle muhabbe­tin ve ona bağlılığın edeb ve şartlarından bahsederken dediler : «Bende ilim ve hüner yoktur ki, size vereyim... Madem ki, Mev­lânâ Nureddin Abdurrahman Câmi'den bana tavsiye getirdiniz ve her hâlinizle aşk adamı olduğunuzu göstermeksizin,    size, hoca hazretleri hakkında, şu ana kadar kimseye söylememiş olduğum bazı hususiyetleri bildireyim : Hoca hazretleri halkın gönlünü ve iç yüzünü okur ve bütün hakikatlerini bilir. Yıllardan beri ben­den zahirî ve bâtınî ne zuhur etmişse bilmişler ve zuhurlarından evvel de haber vermişlerdir. Bu bende öyle bir kanaattir ki, ak­sine ihtimal yoktur. Madem ki böyle, sana düşen vazife, huzura çıkıp, gönülden kendini ona vermek ve neticeyi beklemektir. Gö­rüyorsun ki, hoca hazretleri sultanlar ve emirlerle ihtilât halinde­dirler. Zahirî ve bâtını meşgaleleri pek çoktur. Taliplere nefy ve isbât talim edip muayyen şekiller   ve kalıplar üzerinde çalışmaya vakitleri ve dereceleri müsait değildir. O hâlde her şey müri­din istidat ve gayretine kalmış bulunmakta ve rabıta yoluyle Hazretin gönlüne girmeğe çalışmakta.. Bucak bucak her taraftan di­lek sahipleri akın akın geldikleri halde, bir çoğu, işte bu incelik­ten gafil olduğu için murada erememekte, mahrum ve meyus dön­mektedir.»

*

Hoca Ubeydullah Taşkendî hazretleri hasta yatağında.. Mev­lânâ Kaasım da hoca hazretlerinin hizmetinde. Birini, tabip getirmek üzere Herat'a gönderiyorlar. Mevlânâ Kaasım, tabip getir­meğe giden adama diyor ki :

— Tabibi tez getirin! Benim Hoca hazretlerini hasta görme­ğe tahammülüm yoktur!

Tabip geldiği zaman, Mevlânâ Kaasım'ın vefat ettiği haberi alınıyor. Halbuki hasta, hoca hazretleriydi ve hizmetlerine bakan Mevlânâ Kaasım sıhatte bulunuyordu.

Sebebi öğreniliyor.

Tabip beklenirken Mevlânâ Kaasım hoca hazretlerinin yata­ğı başına gelmiş ve demiş ki :

— Sizi böyle rahatsız görmeğe dayanamıyorum.    Hastalığı üzerime çekeceğim ve kendimi size feda edeceğim. Hoca hazretleri buyurmuşlar :

— Hayır Sen fakir bir adamsın ve geride bakmakla mükel­lef olduğun insanlardan sorumlusun! Böyle yapma!

Cevap vermiş :

— Ben bu hususta size danışmaya gelmedim. Ben buna ka­rar verdim, Allah'da kabul etti.

Mevlânâ Kaasım hiç bir ihtar dinlemeden çıkıp gitmiş ve çok geçmeden, hoca hazretlerinin hastalığım üzerine çekmiş ol­maktan vefat etmiş. Hoca hazretleri de sıhhat bulup ayağa kalk­mışlar ve gelen tabibe ihtiyaç kalmamış. Mevlânâ Kaasım ihtizar halindeyken hoca hazretleri onun başucunda.. Mevlânâ Kaasım gözleri tavanın bir noktasına dikili ve hareketsiz. Birden nazarını hoca hazretlerine çeviriyor ve o vaziyette son nefesim veriyor...

Hoca hazretleri buyuruyorlar :

— Cenneti, bütün zenginlikleriyle, gözlerini diktiği o nokta­da Mevlânâ Kaasım'a arzettiler.    O, hepsinden yüz çevirip bize bakmayı tercih etti ve öyle öldü.

*

Maddî hastalıkları bile manevî yoldan üzerine çekerek yük altına girmek ve hastayı yükten kurtarmak, yüksek Allah ehlinin keramet ve marifetlerindendir.

Mevlânâ Seraceddin Kaasım hazretlerini, hoca hazretlerinin emriyle, en yüksek din ve ilim adamlarının yanına gömüyorlar. Hoca Ubeydullah hazretleri diyorlar ki :

— Bazı kimseler, hatırlarından, aşağı tabakadan birini nasıl oluyor da din büyüklerinin kabirleri yanında gömüyorlar diye bir şey geçirebilir... Bilsinler ki bir Mevlânâ Kaasım, boy içlerinin kırkından daha üstündür.

Sonra devam ediyorlar :

— Mevlânâ Kaasım'ı bu dünyada kimse anlamadı. Kemâl ve kadri ahrette zuhur edecektir!

Mevlânâ Kaasım 891 zilhiccesinin altıncı günü, ikindi nama­zının son vaktinde vefat ettiler. Hoca hazretleri, aynı günün ak­şam namazından sonra ziyaretçilerine buyurdular :

— Mevlânâ Kaasım üstün ahlâk ve amel sahibiydi. Fenâ de­recesine varmakta ve bâtınını yabancı nesnelerden temizlemekte misli yoktu. Bizim bundan sonra kimimiz kaldı ki?.

Ve bir lâhza sonra ilâve ettiler :

— Zikre başlayalım. O bütün bu sözlerden evlâ...

*

Hoca hazretlerinin yüksek bağlılarından biri de, aynı zaman­da damatları Mîr Abdülevvel'dir. Başta, Nişabur'dan hoca hazret­lerinin hizmetine geliyor ve yedi yıl rabıta üzerinde bekliyor. Bu yedi yıl içinde de hoca hazretlerinden sertlik ve dürüstlükten baş­ka bir şey görmüyor. Fakat yılmıyor, usanmıyor ve bekliyor. Ye­di yıl sonra evlâtlığa kabul edilip damatlığa da lâyık görülmek suretiyle lûtuflandırılıyorlar. Hoca hazretlerinin kerimelerinden üç oğlu ve iki kızı oluyor. İlk oğlu Emîr Kulan, ikincisi Emîr Me­yane, üçüncüsü de Emîr Hard...

*

Mîr Abdülevvel:

— Hoca hazretlerinden, yedi yıl, son derece çetin bir imti­han muamelesi gördüm. Kendileri erkenden köylere ve tarlalara

çıkarlardı. Ben de arkalarından, yaya, takip ederdim. Kendileri atlarım sürüp giderler, bense menzilimize gecenin geç vaktine ka­dar ulaşamazdım. Beni gayet sert karşılarlar ve : «Behey soylu baba çocuğu, himmet ve hamiyet düşkünü adam! Sen bizim yanı­mıza yemek yemek için mi gelirsin?» Ve yine atlarına atlayıp gi­derler, ben de ağlaya ağlaya yine arkalarına düşerdim. Tam yedi yıl, böyle!. Arada bir içime fütur düşecek olsa öyle bir muamele ederlerdi ki, nisbet ve muhabbetim eskisinden ziyade hâle gelir­di. Bir gece hücremde uzanıp yattım ve kendi kendime dedim : «Ey Abdülevvel, velilik devleti her fertte nasip olmaz. Sen de kendini onlardan tut ve katlandığın bunca mihnetle kal! Çekmek ve katlanmak ancak bu kadar olur. İlerisi yoktur. Artık her şey­den vaz geç ve el çek!» Henüz dalmış, dalmamıştım ki bir ayak sesi işittim, fakat aldırmadım ve uyudum. Uykuda hoca hazretle­rinin sesini işittim : «Hoca Abdülevvel, huzur ile uyu! îşin niha­yete erdi!» Yataktan fırladım. Hoca hazretlerini kapıyı açıp çıkar­larken gördüm. Yine eski acılar içinde sabahı ettim.

*

Mir Abdülevvel:

— Rabıta ile meşgul ve sonsuz çalışmalarım yüzünden gayet müteessirdim. Tarikat icaplarını bir neticeye bağlayamadığım için perişan ve mustarip. Hoca hazretleri bana bir beyitle mukabele ettiler:

ŞİİR

Evine yol buldu senin bir sarhoş,

Sarhoş bu, elbette her gördüğünü kırar!

*

Mîr Abdülevvel:

— Bir taraftan gönlüm hoca hazretlerinin rabıtalariyle ken­dilerine bağlanır ve bâtınım terakki ederken, öbür taraftan bana ettikleri hak muamelenin tezadı arasında öyle ıstıraba düştüm ki, çıldıracak hâle geldim ve kıyamet gününde hoca hazretlerinden söyle davacı olmayı düşündüm: «Ben bütün iş ve olanca hüviye­timi size bağlamış, irade dizginimi ellerinize vermiştim. Bir müd­det inayet ve iltifat ettiniz! Sonra da beni yerden yere çalmakta ısrar gösterdiniz! Ben bir noktaya vardırılacak bir insan isem ni­çin vardırmadınız, değilsem neden yanınızdan uzaklaştırmadınız? Bu, Resuller, Nebiler velîlerin hazır bulunduğu günde sizden da­vacıyım?» Bu fikir fakire müthiş bir ıstırap verdiği için hemen onu defettim ve hoca hazretlerine koştum. Takatsizliğimden bir köşeye çöktüm ve hâlimi arzetmek için fırsat kolladım. Yanların­da biri vardı. Onu bir iş bahanesiyle uzaklaştırdılar ve bana dö­nüp buyurdular : «Resuller, nebiler, velîlerin hazır bulunacağı günde sen mi benden davacı olacaksın, ben mi senden?» Sonra iltifat tavrı gösterdiler : «Dilek sahibinin sonuna kadar sabretme­si gerektir. Mürid bilecek ki, her fikri ve her hareketi pîr tarafın­dan takip edilmektedir ve sevk ve idare pîre aittir. Pîre düşen de bu sevk idarede yanılmamaktır. Yoksa pîr her bildiğini müride bildirmekle mükellef değildir. Pîr lisan ile söylemeden mürid onun tavrından anlamalıdır. Kendisi şarkta ve müridi garbdeyken onun her hâlini görmeyen, şeyh olamaz.

*

«Reşahat» sahibi:

— Benim pederim, Nişabur'da, Mîr Abdülevvel hazretleriy­le nice yıl ayni hücrede kalmışlar ve arkadaşlık etmişler... Bu fa­kir Semerkant'a vardığımda, Mîr Abdülevvel hazretleri, pederim­le aralarındaki yakınlığa saygılarından bana alâka gösterdiler. Beni hoca hazretlerinin sohbet edepleri ve meclislerine kabul öl­çüleri üzerinde aydınlattılar. Hikâye ettiler ki: «Nişabur'dan Se­merkant'a geldiğim zaman hoca hazretlerini ilk görüşümde ken­dilerine giriftar oldum. Gönüllerini cezbetmek için rabıtaya baş­vurdum. Hoca hazretleri, yedi yıl, bana sert çehre gösterdiler ve bana dayanılmaz çileler çektirdiler. Hep paylama, azarlama, hor tutma. Beni o kadar yakıp yandırdılar ki, toprakla bir ettiler. Şimdi kendime bakıyorum. Kuru yemiş çürük bir nesneye dön­müş ve hiç bir şeye yaramaz olmuşum. Neticede sana lâzım olan şudur ki, zinhar hoca hazretlerinin iltifat ve inayetlerinden guru­ra düşmeyesin!. Her iltifatın altında bir kahr ve her lütfün içinde bir tuzak vardır diye korkmalısın! Sert muameleden de hoşlanmalısın ki, onların da nihayetinde bir kerem ve ihsan gizlidir.» Mîr Abdülevvel'in bu kelâmı, hoca hazretlerinin şu sözlerine benzer : «Allah'ın bu âlemde evliyasına kahrı açık, kahrında ise lütfü giz­lidir. Gizli lütuf odur ki, açık kahr yüzünden velîsi beşerî kayıt­lardan sıyrılsın ve bâtının pak ve saf kılsın. Allah'ın düşmanları­na da, lütfü açık ve kahrı gizlidir. Gizli kahır odur ki, açık lütuf yüzünden düşmanı madde âlemine büsbütün bağlansın ve üstün hakikat âlemini görmekten ve ruhanî lezzeti tatmaktan mahrum kalsın...»

*

Mîr Abdülevvel hazretlerinin vefatı 905 tedir. Hoca Mehmet Yahya ve evlâdının şehit düşmelerinden 40 gün kadar önce...

*

Bir de Mevlânâ Cafer var ki, o da hoca hazretlerinin ileri de­recede muhiplerinden... İlim, irfan ve amel sahibi İstiğrak hâli kendisinden galip... Namaz hareketlerini, istiğrakı yüzünden ga­yet güç yapardı. Gözlerinde cezbenin galebesi okunurdu. Hoca hazretleri onu bir işle uğraştırıp bâtınım gizlemek yoluna sevkettilerse de olamadı. Mevlânâ Cafer'in cezbesindeki şiddet, onu, bir dış işle meşgul görünmekten alakoydu.

*

«Reşahat» sahibi:

— Mevlânâ Cafer'le sık temaslarım oldu. Ekseriyetle sükût ederler ve kendilerinden geçme hâlinde bulunurlardı. Bir gün de­diler ki : «Hâlimin başında gönlüm ilim tahsilinden usandı ve Al­lah ehlinin yoluna kaydı. Rüyamda Hoca hazretlerinin hizmetine vardığımı gördüm ve (kul nasıl erişir?) diye kendilerine sordum. (Kendinden fâni olunca erişir!) buyurdular. Sabahleyin erkenden eteklerine yapıştım. O zamana kadar mübarek simalarını uzaktan görmüş, fakat sohbetlerine yaklaşmamıştım. Rüyadaki sözlerini tekrarladılar ve Mesnevî'den bir beyit okudular :

ŞİİR

Sen yokken var olan O'ydu,

Sen yok olunca yine O'dur kalan...

Ve kendilerine tutulup kaldım.» Mevlânâ Cafer'in ölüm has­talığında hoca hazretleri şehir dışındaydılar. Hastalığı duyar duy­maz hemen gelmeğe davranmışlar. Fakat yetişememişler. Kendi­leri yoldayken Mevlânâ Cafer ruhunu teslim etmiş. Hoca hazret­leri, teçhiz ve tekfin işiyle bizzat meşgul oldular, kabrini hazır­lattılar, namazım kıldılar   ve havanın gayet sıcak olmasına rağ­men, her iş bitinceye kadar mezar başından ayrılmadılar. Güneş tepemizde o kadar kızgındı ki,   cübbemi çıkarıp bir hizmetçinin yardımiyle hoca hazretlerinin başları üzerinde gerdik   ve gölge­lenmelerini sağlamak istedik.    Hoca hazretleri Mevlânâ Cafer'i kabre indirirlerken bizzat yardım ettiler. Vefatının üçüncü günü de ruhu için, müslümanlara, büyük sofralar üzerinde yemek yedirdiler ve bu iş için seksen koyun kestirdiler. Yıl 893.

*

Mevlânâ Burhaneddin Hatelânî... Hoca hazretlerinin yüksek ashabından. Zahirî ilimlerde seviyesi rakipsiz. Bâtınî ilimde ise hoca hazretlerinin tam kırk yıl sohbetinde bulunmuş olmanın im­tiyazına malik...

*

Anlatıyor :

— Mevsim kıştı. Sultan Ahmet Mirza Semerkaht'tan dönü­şünde hoca Hazretlerini de refakatine almak istedi ve hoca haz­retleri bu teklifi derhal kabul ettiler. Beni de beraber aldılar. Kış müthiş ve hava dondurucuydu. Mirza'nın her türlü ihtimam ve itinasına rağmen hoca hazretleri havadan müteessir oluyorlar ve zahmet çekiyorlardı. İçimden Mirza'ya kızıyor ve «Bu havada ho­ca hazretlerini seyahate çıkarmanın ve buzlar üzerinde perişan et­menin mânası nedir?» diye düşünüyordum. Hoca hazretlerinin Mirza ile birlikte seyahat teklifini derhal kabul buyurmuş olma­larına göre bu işde bir hikmet tasavvur ediyor, fakat bir türlü Mirza'ya hıncımı yenemiyordum. Bin zahmet ve perişanlıkla yol ala ala nihayet Şahrutî'ye vardık. Ve orada haber aldık ki, bir sürü Moğol ve Özbek putperesti etrafı yağma etmekte, önüne ge­leni kesmekte, almakta, tutmakta, esir etmektedir. Şehir halkı ho­ca hazretlerinin etrafını sardılar ve «Mirza Ahmet şu anda yeter derecede asker getirmemiş olduğuna göre her şey sizin duâ, ta­sarruf ve inayetinize kalmıştır.» diye yalvardılar. Ahmet Mirza da ne yapacağını şaşırmış vaziyette hoca hazretlerinin huzurları­na gelip halkın yalvarışına katıldı. Hoca hazretleri, yanlarına bir­kaç kişi alıp doğru o kâfirlerin bulunduğu istikamete gittiler. Kendilerini haber verdirdiler ve yağmacıların emirleri karşısına dikildiler. O türlü sözler ettiler ki, kâfirler şaşırıp kaldı. Hoca hazretleriyle sohbete oturdular ve kısa zamanda boyunlarından küfür alâmetlerini çıkarıp attılar, İslama geldiler. Yağma ettikleri, kadın, erkek, silâh, mal, hayvan, eşya ne varsa hoca hazretlerine hediye ettiler. Hoca hazretleri o taifeye, yakınlarından, îslâmı öğretecek iki muallim kattı ve tasarrufların en büyüğü­nü göstermiş olarak Şahrutî'ye döndü. Oradan da Semerkat'a... Ben de, böyle bir sefer mihnetine katlanmanın hikmetini o zaman anladım.

*

«Reşahat» sahibi:

— Mevlânâ Burhneddin'in son   demlerinde başındaydım. Benden başka iki hizmetkâr daha vardı. Hoca hazretleri geldiler. «Allah'ım, eyleme bir dem beni kendinden cüda» mealinde bir mısra okudular ve Tevhid Kelimesinin sırrı üzerinde bir incelik belirttiler: «Bu kelimeyi o kadar tekrarlayın ki, imanınızın deva ve gıdası olsun ve onu her tekrarlayışınızda Allah'a incizabınız kuvvetlensin!» Ve Tevhid kelimesini köhneleşmekten kurtarıp her ân yenilemenin fazileti üstünde durdular. Mevlânâ Burhaned-din bu ziyaretten üç gün sonra vefat etti. Mevlânâ Cafer'in vefatından sekiz gün önce, Hoca hazretleri, Mevlânâ Burhaned-din'in teçhizi, tekvini, namazı ve defni gibi hususlarda büyük sa­habet gösterdiler. Mevlânâ Burhaneddin'i yanlış tedavi eden Ho­rasanlı bir tabibe de şöyle ihtar ettiler : «Sen benim öyle iki ada­mımı öldürdün ki, üçüncüsü yoktu. Eğer yerle göğü kızıl altınla doldursalardı onların pahasına denk olmazdı!» Mevlânâ Cafer'e de aynı tabip bozuntusu bakmıştı.

*

Mevlânâ Lûtfullah Hatelânî... Mevlânâ, Burhaneddin'in ye­ğeni ve hoca hazretlerinin makbullerinden... Daima neşe ve şevk halinde ve latifeye düşkün... Hoca hazretlerini tuhaf sözlerle gül­dürürdü.

*

Mevlânâ Lûtfullah :

— Küçük yaştayken rüyamda Allah'ın Resûl'ünü görmüştüm. O kadar güzeldi ki, kalbimde nakışlı kaldı. Hoca hazretlerine nisbetimden sonra bir gün baktım ki, hoca hazretleri, ayniyle o rü­yada gördüğüm güzellik içinde...

*

Mevlânâ Lûtfullah :

— Hoca hazretleriyle beraberdik. Yakınları kendilerini halkalamışlardı. Şeyh Kemaleddin Abdürrezzak hazretlerinin «Menazil-üs-Sâirin» adlı şerhinden bir kısım okunuyordu. Hoca haz­retleri bu şerhten bir mesele çıkarıp yakınlarına fikir sordular. Ben de anladığım kadar bir şeyler söyledim. «Bu taifenin sözle­rini zevk edebilmek lâzım... Mollavarî tefsirleri bir yana bırakın!» buyurdular. Sustum. Fakat gönlümden, fikirlerimin doğru oldu­ğunu geçirdim ve beğenilmeyişimdeki sebebi anlayamadığımı nef­sime ihtar ettim. O zaman hoca hazretlerinde gazap eseri görün­dü. Sert sert konuşmaya başladılar. Baktım, sırtıma korkunç bir yük binmiş gibi sıkılmaktayım. Gittikçe ezildim. Sanki sırtıma bir dağ binmişti. Birden gözüm hoca hazretlerinin çehrelerine değdi. Dehşet!. Bu çehre, hoca hazretlerinin vücutlariyle beraber gittik­çe büyüyordu. Dudakları kımıldıyor, bir şeyler söylüyor, fakat ben söylenenlerden hiç bir şey anlayamıyordum. Çehre o kadar büyüdü ki, bütün evi doldurdu. Mübarek çehreleri dışında boş yer göremez oldum. Gayet berrak ve açık gördüğüm bu manzara karşısında, korkumdan eriyecek hâle geldim. Öylece çarpılıp kal­dım. Bir de baktım ki, çehre küçülüyor... Küçüldü, küçüldü ve eski hâline geldi. Ve benden o ağırlık kalktı. Etrafıma bakındım. Olanlardan, benden başka kimsenin haberi yoktu.

*

Mevlânâ Lûtfullah, bu hâlin, sıcak bir yaz günü hoca hazret­lerini tek bir gömlekle görüp vücutlarının zayıf ve nahifliğine dikkat edince tekrarlandığını söyler. Hoca hazretlerinin vücudu­nu gayet cılız görüp «Bu vücutla bunca tasarruf kuvveti nasıl bir araya geliyor?» diye düşünen Mevlânâ Lûtfullah, onun büyüye büyüye odaya sığmaz hâle geldiğini ve sonra yine eski hâlini bul­duğunu anlatır.

Hoca hazretleri bir defa da, at üstünde yan yana gittikleri Mevlânâ Lûtfullahın hantal ve kendisini takip edemeyen atına bir dokunmakla, onu, o zamana kadar görülmemiş bir canlılığa kavuşturmuşlar ve bu canlılık, atın ömrü boyunca devam etmiş.

*

Mevlânâ şeyh Edamullah... Hoca Hazretlerinin kethüdası ve içten bağlısı. Bütün gün hoca hazretlerine ait işlerle uğraştıktan sonra, geceleri sabaha kadar, kıbleye doğru, nisbetini terakki et­tirmeğe çalışıyor. Memur edildiği manevî çalışma şekli, nefesini tutarak Tevhid Kelimesiyle zikir... Bir nefes tutuşunda elli kere zikir edebiliyorlar.

* «Reşahat» sahibi:

— Bir gün, dostlar, aramızda konuşuyor ve hoca hazretleri­nin tasarruf ve kerametleri üzerinde misaller getiriyorduk. Mev­lânâ şeyh Edamullah dedi ki: «Siz hoca hazretlerinin sırf afakî (dış plânda) tasarruflarını dile getiriyorsunuz!    Enfûsî (iç plânda) ta­sarruflarından bahsetmiyorsunuz! Ben size bunlardan bir misal ve­reyim:    Hâlimin başında bâtın terakkisi için hoca hazretlerinin emirleri gereğince çalışmış ve bazı feyizler elde etmiştim. Fakat bir müddet sonra hoca hazretleri bana ziraat işlerine ait bazı va­zifeler verince, dünya işlerine dalmış olmak bakımından bâtınım­da bir fütur hissetmeğe başladım. Bu yüzden büyük bir ıstırap ve inkisara düştüm.    Hoca hazretlerine baş vurup derdime derman istemeği düşündüm. Buyurdular :    Hâcegân yolunda esas (halvet der encümen) dedikleri, toplulukta yalnızlık usulüdür. Bu kaide, işte, ticarette ve her şeyde Allah'ın zikrinden uzak kalınmamasını emreden âyetten alınmıştır. Bu azizlerin şerefli nisbetleri mahbubluk (sevilmiş olmak) derecesidir ve sevgi gayreti sevilenlerin gizli olmasını gerektirmektedir. Gayretli âşık sevgilinin açıkta ol­masını reva görmez. Bu şerefli nisbetin perdesiz göstermek de bu taifenin zevk ve anlayışına uymaz. Onun için, nisbetin bir dış faa­liyetle peçelenmesi lâzımdır.    Hoca hazretlerinin bu sözlerinden her şeyi anladım, fakat ben takati gösteremem diye de için için yanmaktan kendimi alamadım. Bir hamle eder ve kendimi zorlarsam muvaffak olabileceğimi söylediler   ve bana öyle bir iltifatta bulundular ki, içime nur doldu. Bir anda hâlimden ve memur bu­lunduğum şekilden saadet duyar oldum. Ondan sonra, dışım halk-

ta ve içim Hakta olarak nisbetimi hiç bir an zaafa uğratmadım ve hep terakki ede ede devam ettim.»

*

Mevlânâ Sultan Ahmed. Halkanın ileri gelenlerinden... Zahir ve bâtın ilimlerinde mümtaz.. Hoca hazretlerinin nice zaman hiz­metinde kaldıktan sonra, müsaadeleriyle Hicaz'a gidiyor ve hac farizesini yerine getirip yine hizmette devam ediyor. Bir gün, yol­da, huzura giderken, bâtınî bir feyiz kazanciyle hoca hazretlerine görünmek için çalışıyorsa da muvaffak olamıyor. Nihayet işi Tev­hid Kelimesiyle zikre döküyor ve bu çalışmasından küçük bir eser elde edebiliyor. Hoca hazretleri kendisini görür görmez çalıştığı zikir şeklini haber veriyor ve hissettiriyor ki, zikir tevhid, rabıta murakabe gibi vasıtaların her biri için ayrı huzur şartları lâzım­dır ve bunların ulu-orta yapılmasiyle tam olarak yerine getirile­bilmesi arasında, ancak yüksek velîlerin garkedebilecekleri ince­likler vardır.

*

Mevlânâ Ebu Said Evbehî de halkanın değerlilerinden... Otuz yıl evlerinde, hizmetlerinde bulunmuşlar.

Anlatıyor:

— Semerkant'ta Mirza Uluğ bey medresesinde okuyordum. Bütün gücümü okumaya vermiştim. Gitgide içime bir darlık çök­tü ve gönlüme dervişlik sevdası düştü. Bu sevda ile medreseden dışarıya çıkınca bir arkadaşa rastladım. Nur dağında şeyh İlyas Aşkî'yi ziyaretten geliyormuş. Şeyhi bir methetti, bir methetti ki, gönlüm onun merakiyle doldu. Haydi, gidip ben de göreyim, de­dim. Yola çıktım. Yolum hoca hazretlerinin dershaneleri önün­den geçiyordu. Kapılarına vardığım zaman Hoca hazretleri, at sırtında geldiler.Attan inip dershanelerine girdiler. Şeyh İlyas Aşkî'ye gitmeden kendilerini bir dinleyeyim diye düşündüm. Gir­dim, bir köşede oturdum. Beni gördüler ve bana karşı : «Dağda ne arıyorsun, aradığın orada değil» mealinde bir beyit okudular. Gönlüm bu kerametten ışıklanıverdi. İçimden dedim ki: «Hoca hazretleri bu beyti benim için okudularsa, tekrar etsinler, bir ke­re daha okusunlar...» O zaman bana döndüler ve ismimle hitap ederek beytin kime ait olduğunu söylediler ve onu ayniyle tekrar­ladılar. İçim altüst oldu. Hem bilmedikleri hâlde ismimi söylüyor­lar ve en mahrem hissimi keşfederek beyiti tekrar ediyorlardı. Ak­lım ve bütün dış hesaplarım karma karışık hâle geldi. Eteklerim tutuşmuş gibi dershaneden çıktım, okuduğum medreseye gittim ve bütün malımı ve eşyamı arkadaşlarıma dağıtarak hoca hazret­lerinin hizmetlerine koştum. O kapılanış, bu kapılanış...

*

Mevlânâ Ebu Said :

— Hizmetlerinde bulunduğum ilk yıl içinde hiç bir iltifatla­rına eremedim. Benimse kendilerine tutkunluğum her an terakki etti. Bu müddet zarfında pılı pırtı içinde kaldım. Bir yıldan sonra zâhirde iltifatlarına nail olmaya başladım. Bâtınıma gelince, ilk tecelli müthiş bir kabz hâli oldu. Kabzdan helak olma derecesine geldim. Teheccüt namazlarından sonra Yasin sûresi okunup dua edilecek olursa murada erileceğini duymuştum. Teheccüt namaz­larından sonra dua etmeği âdet edindim ve bir gece Allah'a şöyle yalvardım : «Allah'ım, eğer bende hoca hazretlerine kerahet ve­ren bir sıfat varsa onu benden kaldır, eğer bu sıfat bende kalacak­sa o Hazrete keder vesilesi olmaktansa benim ruhumu kabzet, ya­hut beni ondan uzaklaştır, yâd illere gönder!» Ve sabaha kadar, ölecek, tükenecek, eriyecek kadar ağladım.

Sabahleyin huzurlarına vardım. Beni görünce gülümsediler ve dediler : «Biz de kendimizi bir iş yapıyor sanmıştık. Demek ki, bir şey size hoş gelmeyince ölümünüzü veya uzaklaşmanızı isti-

yorsunuz, öyle mi?. Pekâlâ. İstediğiniz gibi olsun, elimizi çeke­lim...» Anladım ki, üzerimdeki hâl, bâtınımın terbiyesi içindir. Teselli buldum. Ondan inşiraha geçtim ve iltifatları sayesinde hu­zura erdim.

*

Sözleri:

— Bu yoldan murad odur ki, sâlik, erdiği mertebeden zevk duyarken eremediğinden acı duymakla mükelleftir.

*

«Reşahat» sahibi:

— Dilek sahibine lâzım olan, elde ettiği feyizlerden zevkle­nirken yine o zevkten uzaklaşmak ve elde edemediği zevklerin hasret acısını çekmektir. Zira gaye namütenahidir ve erilen fe­yizler erilmeyenlere nisbetle, deryada damla gibidir. Eğer insan erdiğini sanıp ta onun zevki içinde mahpus kalacak olursa ebediyen yerinde saymış ve sonu gelmez nimetlerden mahrum kalmış olur.

*

İhlâs Sûresi mânasında sözleri:

— O âlem ki, Allah'ın icadiyle, vasıtasız olarak «Yok» tan geldi. Kendi doğurma hassasını yaratıcısında arayamaz ve yarat­ma fiilini doğurmaya benzetemez.

لَمْ يَلِدْ

Lem yelid

âyetini işte bu bâtıl mânanın nefyi olarak anlamalıdır. Allah'ın doğmuş olması da yaratıcılık vasfının üzliyet hükmünü zedeleye­ceğine göre aynı muhal mânanın nefyi

وَلَمْ يُولَدْ

Ve lem yûled

âyetindedir. Fakat «Allah âdemi Rahman sureti olarak yarattı» hadîsi gereğince, insan, bütün ilâhî isimlerin mazharı olunca, Al­lah'ın sıfat ve fiillerine ayna teşkil ettiği için,

قُلْ هُوَاللَّهُ اَحَدٌ اَللَّهُ الصَّمَدُ

Kul hu vallahû ehadü allah hüssemedü

âyetlerinin belirttiği mutlak ve mukaddes Zât ile arada aldatıcı bir benzerlik doğdu. İşte bu benzerliği nefs için de

وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًااَحَدٌ

Ve lem yeküllehü küfûven ehadü

nazil oldu.

*

Meal: «De ki Allah, şiddetle birdir (iki olması muhal olan bir).. O hiç bir şeye muhtaç değil ve her şey ona muhtaçtır. Ne doğurdu ve ne doğuruldu. Ve bütün âlemlerin toplamı ona küfüv (denk) değildir.»

*

Mevlânâ Ebu Said:

— Bir gün Hoca Şemseddin Mehmed Kersevî hazretlerinin vaazına gitmiştim, O vaazda büyük bir harika ile müthiş bir tef­sire şahit oldum ki, ikisi de son derece acaîp ve garip... Harika şu: Hoca hazretleri ilâhî maarif mevzuunda en ince nükteleri canlandırırlarken dinleyicileri uyku bastı ve herkes köşesinde sızıp kal­dı. Hoca hazretlerine gayret gelip buyurdular : «Siz uyuyorsunuz! Eğer ben bu sözleri mescidin çatısına söyleseydim çatlardı!» Ve elleriyle mescidin çatısını işaret ettiler. An' bir zelzele kopmuş gibi çatı titremeğe, sarsılmaya başladı. Mescidin içine garip sesler çıkararak alçı parçalan, taş ve toprak yağıyordu. Kaçışan kaçışa-na... Bazıları minberin altına sığındı. Ben de beraber... Hoca haz­retleri, minber üzerinde, sükût halindeler. Yine söze başladılar. Kaçışanlar döndü. Tefsir de şu :

وَاَحْسِنْ كَمَااَحْسَنَ اللَّهُ اِلَيْكَ

Ve ahzin kema ehsenallahü ileyke

âyetini ele aldılar ve «İyilik et, nitekim Allah sana iyilik etmiş­tir» mealindeki Allah kelâmını şöyle yorumladılar : «Allah'ın ku­luna iyiliği odur ki, ezelde Allah zahirdi ve kul gizliydi. Kuluna iyilik etti, onu zahir kıldı ve kendi gizlendi. Bu âyetle kuluna der ki, şimdi sen de iyilik et, kendi iğreti vücudunu nefy ve beni iz­har et! Kendini gizle ve beni zahir kıl!»

*

Mevlânâ Mehmed Kaadi... Hoca hazretlerinin irfan ve kemâlde yüksek bağlılarından... Hoca hazretleri hakkında «Arifle­rin silsilesi ve sıddîklerin tezkeresi» isimli bir kitap telif etmiş­tir.

Eserlerinden:

— 885 tarihinde hoca hazretlerinin hizmetine erdim. On iki yıl kadar o hizmette kaldım. Ne kadar hamdetsem azdır.

*

«Reşahat» sahibi;

— Mevlânâ Mehmed Kaadi hazretleri, tasavvuf ehlinin ince mefhumlarını anlamakta son derece maharet sahibiydi. Hoca haz­retleri dakik bir idrak isteyen bahislerde daima onu muhatap tu­tarlardı.

*

Mevlânâ Mehmed Kaadi:

— Bir gün hoca hazretleri bana sordular : «Bizden işittiğin bu sözler, çocukluğunda annenden, babandan ve hocandan sağla­dığın itikada ters düşmüyor mü?» «Hayır!» dedim. Dediler : «De­mek seninle bu tijrlü konuşmak kabilmiş..»

*

Eserlerinden :

— Hoca hazretlerini Herat'a gitmek için çıktığım bir yolcu­lukta tanıdım. Hava çok sıcak olduğu için bir köyde durduk, ikin­diye doğru hoca hazretleri çıkageldiler. Hürmet, gösterdim. Nere­den olduğumu sordular. Semerkantîden olduğumu söyledim. Pe­şinden   bana   ait   bütün   hususiyetleri   sayıp   dökmeğe   başladı­lar, içimdeki niyetleri de tek tek okudular. Gördüm ki, insan ru­hunu avuç içi gibi gören bir kâmil zât karşısındayım. Böyleyken seyahat arzumu yenemedim. Gideceğim yeri beğenmediler ve Buhara tarafına gitmemi tavsiye buyurdular. Sabahleyin kendilerin­den izin istemeğe gittim. Kapıda biri, hoca hazretlerinin yazı yaz­makla meşgul olduklarını söyledi. Beni görünce oturdukları yer­den kalktılar ve yanıma gelip dediler ki: «Doğru söyle. Herat'a ilim tahsili için mi gidiyorsun, dervişlikten ötürü mü?...» Yolcu­luk arkadaşım benim yerine cevap verdi: «Bunun dervişlik mey­li galiptir. İlim tahsilini kendisine perde edinmek istiyor!»    Gü­lümsediler ve : «Eğer böyleyse çok iyi...» karşılığını verdiler. Son­ra elime yapışıp beni bahçenin kimsesiz bir tarafına çektiler. El­lerinin elime dokunmasiyle kendimden kaybolur gibi oldum. Ken­dimi toparlayınca bana hitap ettiler : «Belki benim yazımı okuya­mazsın ben okuyayım...» Ve ceplerinden bir kâğıt çıkarıp okudu-

lar, sonra onu bana verdiler : «Bu benim sana mektubumdur, onu iyi sakla!...»

*

Mektup :

— İbadetin hakikati, benliğini kaybetmek, Allah'ın azame­tinden titremek, yalvarmak ve kırık dökük olmaktır. Bu mânalar, gönülde, ilâhî azameti taraf taraf görmekle doğar. Bu saadet, aşk ve muhabbete bağlıdır. Aşk ve muhabbetin zuhuru ise evvellerin ve âhirlerin Efendisine uymakla kabildir. Uymak da uymanın yo­lunu bilmeğe bağlıdır. Elbette ki, din ilimlerinin varisleri olan âlimlere el uzatmak gerek... Fakat din âlimliğini dünya kazancı­na vesile edinen ve makam sahibi olmaktan başka hırsı bulunma­yan âlimlerden u/ak durmak şartiyle... Ve o dervişler ki, raksederler, musikî dinlerler ve ne verilirse kabul ederler, onlardan da uzaklaşmak lâzım... Sünnet ve cemaat ehli itikadına zıt tevhit ve fikir dinlemekten de perhiz etmek şart... ilim tahsilini de, Allah'­ın Resûl'üne uymanın bir zarureti olarak yerine getirmek icap eder. Vesselam...

*

Eserlerinden :

— Hoca hazretleri mektubu okuyup bana verdikten sonra Herat'a gitmeme izin verdiler. Fatiha okudular ve bizden evvel atlarına binip gittiler. Biz de, ilk emirleri gereğince Herat niye­tiyle Buhara yolunu tuttuk. Yolda arkamızdan biri yetişip Buhara'da hoca Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretlerinin oğlu Hâce Külân'a verilmek üzere bir mektup teslim etti. Bu mektupta şöy­le yazılmış: «Bu mektubu getirecek olana alâka gösterin ye onun serseri dolaşmasına ve başka kimselerle düşüp kalkmasına mâni olun!»

*

Mevlânâ, Mehmed Kaadi Buhara'ya kavuşamıyor. Yolda Ho­ca hazretlerine incizabı öyle artıyor ki, ileriye bir adım atarken, gönlü, geriye bin adım atıyor. Fakat dönmeği de, iradesine kabul ettiremiyor. Yolda altı at değiştiriyor, türlü sıkıntılara uğruyor, hummadan göz ağrısına kadar tutulmadığı dert kalmıyor; ve ni­hayet sürüklenircesine ayak atabildiği Buhara'dan, cazibe merke­zi Semerkant'a uçarcasına koşuyor.

*

Yolda Taşkend'e uğramış, hazır gelmişken ziyaretinde bulu­nayım diye bir şeyhe gitmeği tasarlamış, bu defa da atını ve heybesindeki kitapları kaybetmiş, nihayet her şeyin hoca hazretleri tarafından müthiş bir mıknatıs kuvvetiyle idare edildiğini iyice anlamış, kaybolan mallarını bulmuş ve Semerkant yolunu tut­muştur.

*

Eserlerinden :

— Tebessüm edip «Hoş geldin!» dediler. Benim her halim­den haberleri olduğu belliydi. Bu defa da büyüklere ait bir me­zar ziyaretinde bulunduğum zaman üzerime öyle bir yük bindiril­di ki, öleceğimi sandım ve onu da kendi tesirlerinden bilip hemen uzaklaştım ve huzurlarına çıktım. Derhal mukabele ettiler: «Bil­miyor musun diri kedi, ölmüş arslandan üstündür?»

*

Kemanküran köyünde hoca Ubeydullah Taskendî hazretleri, yatakta ve son demlerinde... Etraflarında çepeçevre yakınları... Mevlânâ Mehmed Kaadi de başlarında...

*

Buyuruyorlar:

— Bizim topluluğumuzdan her fert fakr ve gınâ (fakirlik ve zenginlik)   keyfiyetlerinden   birini   seçse   gerektir.   Ve   Mevlânâ Mehmed Kaadi'ye dönüp devam ediyorlar :

— Sen hangisini seçerdin? söyle!

— Benim seçeceğim sizin münasip göreceğinizdir. Ve hesaplarına bakanlardan birine emrediyorlar :

— Mevlânâ Mehmed'e dört bin altın verin! O fakirliği seç­miştir. Bu parayı, yanındaki fakirlerin geçimi için sermaye diye kullansın...

*

Mevlânâ Hoca Ali Taskendî... Aynı yakınlardan ve kıdemli­lerden...

Kendi anlatışiyle :

— Hoca hazretleri Horasan'dan aslî vatanlarına gelip ziraat-ie uğraşmaya başladıkları vakit ben yirmi yaşlarındaydım. O sı­rada arkadaşlarımdan bazıları, ilim tahsili gayesiyle Semerkant'a gitmeği düşünüyorlardı. Bunlar bana vesvese veriyorlar ve diyor­lardı ki: «Taşkend'e mıhlanıp kal ve zamanına kıyma! Sonra ca­hil ve aşağı tabakadan bir insan olarak kalırsın!» O kadar söyle­diler, dırdır ettiler ki, benim de gönlüm çelinmeye başladı ve Se­merkant'a meyletti. Fakat hoca hazretlerinden feyiz almaya baş­lamış ve ondan müsaadesiz gitmeği nefsime yediremeyecek şekil­de kendisine muhabbet bağlamıştım. İzin istersem mâni olacakla­rını düşündüm ve iyisi mi, bir kâğıt bırakıp müsaade almadan gi­derim dedim. Bu kağıt. hem mâni olmalarına imkân bırakmaya­rak; hem de bir nevi izin alma yerine geçecekti. Niyetimi bir kağıt üzerine tesbit ettim, bağlılıklarımı bildirdim, özür diledim ve yola çıktım. Hoca hazretleri o gün evlerine uğramamışlar, ancak akşam zamanı kağıdı görmüşler ve öfkeyle «O bizimle kâğıt yazarak mı söyleşiyor ve hile kullanarak mı izin almak istiyor?» de­mişler. Hoca hazretlerinin üzülerek bu sözü söyledikleri zaman ben. yoldaşlarımla ilk konak yerine varmış bulunuyordum. Ak­sam ile yatsı arasında bende öyle bir sancı başladı ki. sabaha ka­dar kıvrandım ve feryat ettim. Sabahleyin atlarını eğerleyip yola çıkmaya hazırlanan arkadaşlarımın ısrarlarına rağmen kendileri­ne katılmadım ve bildim ki, bu ânî hâl bende hoca hazretlerinin tasarrufları neticesidir. Onlar başlarını alıp gitti ve ben de, dön­meğe niyet ettiğim anda hafiflediğine şahit olduğum sancının mü­sait olduğu ilk anda atıma atlayarak Taşkend yolunu tuttum. Yol­da şanom tamamiyle geçti ve bana büyük bir canlılık geldi.. O canlılıkla Taşkend'e girdim ve hoca hazretlerinin ayaklarına düş­tüm. Tebessüm ettiler ve böyle nasıl gidebildiğimi sordular. Ağla­yarak, edepsizliğimin affını niya7 ettim. «Git, hizmetine devam et! Bundan böyle seninle çok işimiz olacaktır!» buyurdular.

*

Şeyh Habib Neccar Taşkendî... O da kıdemlilerden... Taşkend'deki bağlıların yiyecek ve içecekleri işi ona havale edilmiş­ti.

Hikâye ediyor :

— Hoca hazretleri Taşkend'deki bazı yakınlarından huzur­suz olmuşlar ve Firket tarafına doğru yola çıkmışlardı. Bağlılar bu hâlden üzüldüler ve af dilemek için peşlerine düştüler. Hoca hazretlerini Firket'te Mevlânâ Seyfüddin Minarî türbesinde Mevlânâ'nın oğlu îsmail Firketî'nin evinde buldular. Hoca hazretleri heybet ve celâl sıfatı üzerindeydiler. Yanlarına kimse giremedi, girmeğe cesaret edenler de yıldırımla vurulmuş gibi çarpılıp kal­dı. Nihayet îsmail Firketî, hoca hazretlerinin huzuruna derin bir tevazu kılığı ile edasiyle girip müridlere şefaat etti. biz de affedil­dik ve o günden sonra kendilerine nasıl davranacağımızı öğren­dik.

*

Mevlânâ Nureddin Taşkendî...    Makbuller zümresinden ve iltifat nazarına erenlerden...

Hoca Hazretlerinden şu sözü naklediyor:

— Tasavvuf ehlinin lugatında zâtî muhabbet, Allah'a âşık olmak ve bağlanmaktan ibarettir. Ama öyle bir aşk ve bağlanış ki, nereden ve nasıl geldiği bilinmez ve sadece kaçınılması imkâ­nı olmamakla anlaşılır.

Ve ilâve ediyor :

— Taşkend bucaklarında, iki çocukta, hoca hazretlerinin işa­ret buyurdukları bu keyfiyet zuhur etmişti. Bunlardan biri, dai­ma sohbetlerimize gelir ve uzaktan, boynu bükük, dinlerlerdi. Bir sabah yıkanmaya kalktığım zaman çocuğu orada buldum. Hayret­le sordum : «Bu saatte burada ne arıyorsun?. Dervişler halkasına sık sık katılmandaki sebep nedir?» Dedi : «Ben de bilmiyorum! Şu kadarını biliyorum ki, buraya her gelişimde içime Allah aşkı dü­şüyor. O zaman kendimden geçer gibi oluyorum. Her ayrılışımda da bomboş kalıyor ve tekrar gelmek için can atıyorum!» öbür ço­cuk ise son derece güzel biri... Etrafta dedikodu mevzuu oluyor ve bu hâl müridler arasında hoş görülmüyordu. Nihayet kendisi­ne, evinde oturması ve dervişler halkasından ayrılması ihtar edil­di. Çocuk ağladı, direndi ve aslâ uzaklaşamayacağını söyledi. «Be­nim size ne zararım olabilir? Benim burada gönlüm açılıyor. Hem de halk bana dışarıda dehşet ve nefret veriyor. Selâmete ancak burada erebiliyorum. Beni aranızdan dışarıya atmayınız!» diye valvardı. Onu kendi hâline bıraktılar. öyle bir ilâhî aşkla dolup kendisini unuttuğu oluyordu ki, bazı defalar evinin yolunu bula­mıyordu. Bu. istikbalin Mevlânâ Nureddin Taşkendî'si idi.

*

Mevlânâ Nureddin en küçük yaşından itibaren sadece hoca hazretlerinin mübarek yüzlerini görmek emeliyle yaşadı ve genç çağında, hoca hazretlerine ait bir hastalığın cezbi yüzünden öldü. Bir gün hoca hazretleri mezarlıktan geçerken Mevlânâ Nureddin'in kabrine doğru şu sözü söylüyor :

— Nureddin! Bana dönme, sağına dön ve huzur ile yat!

Mevlânâ Nureddin'in, mezarda, önünden hoca hazretleri ge­çerken ona döndüğünü anlamak lâzımdır.

*

Mevİânâ Zâde-i Etrarî... Adı Mehmed bin Abdullah... Mev­lânâ Zâde-i Etrarî lâkabı... Hoca hazretlerinin fevkalâdeliklerine dair birçok rivayet ve nakil sahibi...

*

Mevlânâ Nasırüddin Etrarî... Yakınlardan... Bütün gizli ni­yet ve dış dünya alâkalarının, tek tek, hoca hazretleri tarafından nasıl keşfedildiğini hayranlıkla anlatır. Tasarruflarından da doku­naklı levhalar çizer.

Bir tanesi şu:

— Edeb ve itikat yoksunu, afyonkeş bir adam boyuna hoca hazretlerini yermekle meşguldü. Kendilerinde ne hâl, ne tasar­ruf, ne ilim, ne keşif, hiç bir şey bulunmadığını iddia ediyor ve şöyle diyordu : «Ben bir gün onun meclisine gidip karşısında af­yon yutayım da görün! Bakın, farkına varabilecek mi?» Dediğini yaptı. Kocaman bir topak afyonu yuttu. Fakat yuttuğu boğazında kaldı. Nefes alamadığı için çırpınmaya başladı. Hoca hazretleri gülümseyerek emrettiler : «Şunun ensesine vurun da yuttuğu nes­ne meydana çıksın!» Herifin ensesine vurdular ve ağzından afyon topağı fırlayıp yere düştü. Bilmiyorum, edepsiz ve itikatsız herif utandı mı, utanmadı mı?

*

Hindu Hoca Türkistanî... Gözdelerden... Türkistan Şeyh za­delerinden genç bir sipahi... Çabucak terakki ediyor ve keramet­ler göstermeğe başlıyor. Bir gün hoca hazretleri onu kuş gibi uç­mak tecrübesinde yakalıyorlar. Bu hâli ondan kaldırıyor ve ken­disinde hiç bir iktidar bırakmıyorlar. O kadar üzülüyor ki, hoca hazretlerini korkutmaya kadar varıyor : «Ya beni eski hâlime iade edersin, yahut seni veya kendimi öldürürüm!» Hoca hazretle­ri aldırmamışlar. Fakat Hindu hoca kendilerini daima gözetle­mekten geri kalmamış. Bir gün hoca hazretlerine tenha bir kır köşesinde rastlıyor ve bıçağını çektiği gibi üzerlerine saldırıyor. Hoca hazretleri şekil değiştirme sayesinde kurtuluyorlar ve sal­dırganın elinden bıçağını aldıktan sonra aslî şekillerine dönüyor­lar. Hindu hoca hayran ve perişan... İşte keramet böyle olur!. He­men hoca hazretlerinin ayağına düşüyor ve yalvarıyor : «Suçu­mu bağışlayın! Bundan böyle hiç bir keramet taslamayacak ve haddimi bileceğim!» Hindu hoca, gayenin keramet değil, Allah'ta fâni olmaktan başka bir şey olmadığını anlıyor, affediliyor ve ho­ca hazretleri emrinde sadakatle çalışıyor.

*

Mevlânâ İsmail Firketî... iltifat ve alâkaya mazhar olanlar­dan... Babası, hoca Bahaeddin Nakşibend hazretlerinin müridlerinden Mevlânâ Seyfüddin Minarî... Bu yüzden kazandığı tevec­cüh büyük oluyor ve hoca hazretlerinin himmetlerine nail olmak fırsatını kazanıyor... Rüyasında beyaz bir toğan kuşunu elinden kaçırdığını görmüş ve hoca hazretlerinden şu tâbir ile müjdelenmiştir: «Toğan av kuşudur; sen de bizden alacağın feyiz ile haki­katleri avlamaya memur edileceksin!. Toğanı elinden kaçırdığın için üzülme, nisbetini sıkı tut ki, o tekrar sana dönecektir.»

*

Mevlânâ İsmail Firketî:

— Firket'te hoca hazretlerinin yakınlariyle oturuyorduk. Meclisimiz hararetliydi. «Ah, ne olur, hoca hazretleri meclisimize şeref verseler!» diye düşündük. Çok geçmedi, teşrif buyurdular ve müridlerin hâlini görüp memnun oldular ve bir beyit okudu­lar :

ŞİİR

Sen şeker yersin, mizacın sevdaî,

Safraî mizaçlılar elbette ondan yoksun..

*

Mevlânâ İsmail Firketî:

— Hoca hazretlerinin Firket'deki bu teveccühlerinden müridlerde öyle bir keyfiyet doğdu ki, işleyen bir yara gibi gönülle­re saplandı ve sürdükçe sürdü.

Günün Sözü

"“Sefere çıkınız ki, sıhhat bulasınız ve ganîmet elde edesiniz.” (Hadîs-i Şerîf—Kuzâ‘î; İmam Ahmed b. Hanbel)"
Telif Hakkı © 2024 Open Source Matters. Tüm Hakları Saklıdır.
Joomla!, GNU Genel Kamu Lisansı altında dağıtılan özgür bir yazılımdır.