Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979
220.Mektup
- Ayrıntılar
- Kategori: Mektubat-ı Rabbani
- Gösterim: 4670
220. MEKTUP
MEVZUU : Sofiyyenin bazı galatları ve bu galatların (mana dalgınlığı sonunda yanılmaları) menşeinin beyanı.
***
NOT : ÎMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu, Şeyh Hamid Bengali'ye yazmıştır.
***
Âlemlerin Rabbı Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm Seyyid'ül-mürselin ve onun tümden âli ve ashabı üzerine olsun.
***
Bilesin ki,
Bu taraftaki fukaranın (dervişlerin) halleri ve vaziyetleri gün gün şükrün artırılmasını icab ettirecek kadar iyidir. Uzaktaki dostlarımızın da aynı şekilde olmalarını diliyoruz.
***
Ey Aziz,
Bu yolda, saliklerin ayaklarının kayması, çoktur; bu yol, gaybın da gaybı olan bir yoldur.
Bu durumda, salike düşer ki: Şeriat bağlarına tutunarak yaşantısını devam ettire.. Yani: İtikada ve amele dair işlerde..
Bir gaflet vukuunu düşünerek; ayrılıkta ve huzurda size nasihatim budur..
***
Üstte anlatılan mana icabı olarak, bize bazı sofiyenin galatlarını ve o galatların menşeini yazıp tayin edeceğim.
Buna ibret nazarı ile bakılıp düşünülmesi gerekir. Bu anlatılan parçalar dışında kalanları da bunların ölçüsüne göre kıyaslamak gerekir.
Bilesin ki,
O sofiye galatları diye anlattığımızdan bu tanesi şudur: Bir salik kendisini zaman zaman, uruc makamlarında, icma-i ulema ile daha faziletli oldukları sabit olan cemaattan daha üstün bulur. Halbuki, yakın derecede bilinir ki: Kendisinin makamı, onların makamlarından daha aşağıdır.
Hatta bu anlatılan yanlış benzerlik, peygamberlere karşı dahi olur. Kaldı ki onlar, kesin olarak mahlukatın en faziletlileridir.
Böyle bir yanlışa düşmekten Allah korusun.
Hali anlatıldığı şekilde olan cemaatın yanılmasının menşei şöyledir:
Nebilerin ve velilerin uruc nihayetleri evvelâ, ilâhî isimlere kadardır. Ki bu isimler: Onların varlık taayyün mebde'leridir. Bu uruc iledir ki, velâyet ismi taHakkuk eder ve o isim salikin istihkakı olur.
İkinci uruc bu isimlerden başlar; sonra da bu isimlerden Allah'ın dilediği yere kadar çıkar.
Ancak, onlardan her birinin yeri, mercii ve menzili; varlığının taayyünü için bir mebde olan baştaki isimdir.
Anlatılan mana icabıdır ki: Bir salik onları aradığı zaman, yani: Uruc makamlarında, o isimlerde onları bulur.
O büyüklerin uruc mertebelerinde uruc yerleri, bu isimlerdir. Oradan iniş ve çıkışları dahi bazı arızi sebeplerden ileri gelir.
Bu duruma göre, üstün yaratılışlı bir saliki düşünelim. Seyir halinde, bu isimlerin üstüne çıkabilir. Hiç şüphe yok ki, o isimlerin daha âlâsına terakki eder. Halbuki onun daha yukarısına çıktığı isimler; peygamberlerin ve diğer büyük velîlerin taayyünlerinin başlangıcıdır. İşte, anlatılan üstünlük tevehhümü, buradan başlar..
Önceki yakin halinin zail olup gitmesinden, peygamberlerin daha faziletli oluşlarına, veli kulların daha ileri olduklarına karşı şüpheye düşülmesinden Allah'a sığınmak lâzımdır. Zira onların daha faziletli oldukları ve üstünlükleri icma ile sabittir.
Bu makam, saliklerin ayaklarının kaydığı makamdır. Anlatılan makama yükselişi sırasında, salik bilemez ki: O büyükler, bu isimlerden sonsuz yükselişlere kadar yükselip gitmişlerdir ve daha yukarısına çıkılması mümkün olmayan mahalle ulaşmışlardır. Ve bilemez : Bu isimler, onların tabiî mekânlarıdır. Aynı şekilde kendisinin dahi, tabiî bir mekânı vardır; amma o isimlerden daha altta ve daha aşağıda.. Zira, herkesin faziletli oluşu, kendi taayyününe mebde olan ismin daha kıdemli olmasına bağlıdır.
Meşayihten bazılarının söylediği dahi bu kabildendir ki; şöyle demişlerdir:
— Bazı kereler, uruç makamlarında, irfan sahibi berzahivet kübrayı bir hail olarak bulmaz; onun vasıtlığına ihtiyaç duymadan terakki eder..
Bu manada, Hazret-i Şeyhimiz şöyle demişti:
— Rabia, bu cemaattan idi..
Hali anlatılan cemaat, berzahiyet-i kübranın taayyün mebdei olan o ismi geçtikleri, daha yukarı yükseldikleri için, sanmışlardır ki berzahiyet-i kübra, arada bir hail olarak kalmamıştır.
Bu berzahiyet-i kübra, tabirleri ile de, Hatem'ür-risalet'in hakikatini kasd etmişlerdir. Ona ve onun âline salât ve selâm.. Bir de bu yolda olacak muamelenin hakikatini murad etmişlerdir.. (Yani-Usulüne göze yapılacak işlem..) Zira onlar bütün bu muamelenin yukarısına geçmişlerdir.
***
Anlatılan zümreden bir başka taifenin galat menşei ise., şöyledir;
Salikin seyri, bir isme düşer ki; burası onun taayyün mebdeidir. Ve bu isim, icmal yollu olarak bütün isimlen camidir. Kaldı ki, insanın camiiyyet durumu dahi, bu isim sebebi iledir.
Durum yukarıda anlatıldığı gibi olunca, o isim zımnında, diğer meşayihin taayyün mebde'lerini kat etmiştir. Ama, icmali seyirle.. Onları bir bir geçer son seyri, o ismin müntehasına kadar gider.. İşte o zaman, salik diğer zatların daha yukarı çıktığı vehmine kapılır. Ama. bilmez ki: Geçip gittiği o meşayihin makamları, onların bîrer numuneyidir, hakikati değildir.
O salik kendisini, cami (toplu manada) bulduğu, diğerlerini dahi, kendisinin parçaları sandığı için; hiç şüphe yek ki, bu durum kendisinin daha faziletli olduğu vehmini verir.
Anlatılan makamda, sekr halinin ağır basması sonucu olarak, Bayezid-i Bistamî Hz. şöyle dedi:
— Sancağım, Muhammed'in sancağından daha imkandadır.
Ancak, o kendi sancağının daha yüksekte oluşunu; Muhammed'in S.A. sancağına göre değil de, onun modülüne nisbetle daha yüksek olduğunu anlayamadı. Bu modülü dahi kendi isminin hakikatında müşahede etmişti.
Yine bu manadan olarak, kalbinin genişliğinden kinaye söyle dedi:
— Eğer arşı ve içindekileri irfan sahihinin kalbinden bir köşeye koysalar, bunun ağırlığını hissetmez..
Bu mana dahi, hakikatle modülün karıştdığını gösterir. O arş ki Allah-ü Taâlâ, onun Hakkında:
— «Azim (Büyük)..» (9/129)
Buyurmuştur. Bunun yanında, kalbin nasıl bir itibarı ve mikdarı olur?. Arşta olan zuhurun, yüzde biri dahi, görülmez. İsterse bu kalb irfan sahibinin kalbi olsun. Uhrevî rüyet dahi, arşa bağlı bir şekilde zuhur edecektir.
Bu kelâm, her nekadar bazı sofiyeye ağır gelecek ise de; ama âhirette onlara malum olacaktır.
Bu bahsi, aşağıda anlatılacak bir misalle izah edelim; Şöyle ki:
İnsan bütün unsurları ve eflâki özünde camidir. Bu camiiyet durumuna nazarı vaki olduğu zaman, unsurları ve eflâki, kendi nefsinin parçaları olarak görür. Bu durumda, anlatılan görüşü, kendisine ağır basar ve şöyle demesi çok görülmez:
Ben küre-i arzdan daha büyük, semalardan daha azametliyim.
O, bu sözleri söylediği zaman, aklı başında olan kimseler; onun büyüklüğünün ve azametinin, nefsinin cüzlerine nisbetle olduğunu anlar. Zira küll cüzden daha büyüktür. Ama, kürre-i arz, hakikatta onun cüzlerinden değildir; belki onların cüzlerinin modülleridir. Onun daha büyük oluşu dahi, bu modüller dolayısı iledir. Bunlar dahi, kürre-i arza ve semalara nazaran, onun cüzleri sayılır.
Bu karışık durum sebebi ile; yani: Modülün hakikatle karıştırılması dolayısı ile, Fütuhat-ı Mekkiye sahibi Muhyiddin b. Arabi şöyle dedi:
— Cem-i Muhammedi, cem-i ilâhî'den daha ileridir. Çünkü Cem-i Muhammedi, ilâhî ve kevnî hakikatleri şümulünde toplamıştır. Bunun için cem' itibarı ile daha ileridir.
Ama, bilmemiştir ki: O şümul, üluhiyet mertebesi gölgelerinden, bir gölgenin şümulüdür. Onun modüllerinden bir madüldür. O, mukaddes mertebenin hakikatini şümulüne almamıştır. Cem-i Muhammedi'nin o mukaddes mertebeye nisbetle bir değeri yoktur. Zira, o mukaddes mertebenin levazimi arasında azamet ve kibriya vardır.
Toprak nere Rabb'ül-erbab nere?.
***
Yine salikin seyrinin vaki olduğu bu makamda, bir isme düşer ki o kendinin Rabbıdır. Zaman zaman, bu kimse sanır ki: Kendisinden daha faziletli olan büyükler, kendisinin tavassutu ile vâsıl olmuşlar; bazı yüksek derecelere kendi vesilesi ile çıkmışlardır.
Böyle bir şey, dahi, ayakların kaydığı yerdir. Sübhan Allah'tan korumasını dileriz. , O kimse, kendisini bu kemalle pek faziletli görür; hüsrana düşer..
Bu ne biçim ucüp ve bu ne biçim fazilet?. Meselâ:
Bürhanı tam şanı büyük bir sultan, vezirlerinden birinin delaleti ile, ki bu vezir tam olarak hükmü altında ve itaatındadır. O vezirin tavassutu ile de bazı mahallere gider. O vezirin vesilesi ile beldeleri ve mevzileri de fetheder.
Burada söylenecek netice söz şudur:
Bu makamda, cüz'i bir fazilet mevzuu vardır ki, bu bahis dışıdır Zira, her hacamatçının ve kumaş dokuyucunun da kendine has bir faziletli yanı vardır. Bu dahi, onun şahsına mahsustur. Bu hususi özellikleri ile, fenler bilen bir bilgine ve hazik bir hekime nazaran bir üstünlükleri olabilir. Ama bu fazilet, itibardan düşüktür. Asıl önemli olan külli fazilettir ki: Bu Alim ve Hakim zatındır.
Bu Fakire dahi, yukarıda anlatıldığı şekilde değişik haller oldu. Hem çokça.. O karışık durumdan, bir hayli tahayyülat meydana geldi. Bu halet kendisinde uzun bir müddet kaldı. Durum böyle iken, Sübhan Hak onu korudu, halini toplu tuttu. Eskiden olan yakin halin? kıl kadar bir oynaklık gelmedi.. İcma ile sabit olan itikad manasına, hiç bir kesiklik gelmedi. Bunun için Allah'a hamd ve şükürler olsun. Hatta bütün nimetleri için.. İcma ile, sabit manadaki itikadına aykırı bir durum geldiği zaman, onu itibardan düşürdü; onu en güzel yorumlara götürdü.
İcmali ilimle şu kadarı bilinmiş oldu ki: Keşifte, müşahede edilen o fazlalık, sıhhat durumu varsa., cüz'i bir fazilete racidir. Eğer bu fazilete bir vesvese arız olursa., o zaman o faziletin medarı ilâhi yakınlıktır. Bu fazlalık dahi, o ilâhî yakınlıktan geliyor. Cüz'i fazlalık nereden olsun.. Ama bu vesvese dahi, daha önceki yakin hali yanında, toz oldu. Artık ona hiç bir itibar kalmadı. Hatta tevbe istiğfar ile Yüce Hakka iltica etti. Hem de inkisarla ve inabe ile.. Tazarru ve iptihal ile ona yalvardı. Ta ki, bu gibi keşifler onda meydana gelmeye.. Ta ki, kıl kadar olsa dahi ehl-i sünnet vel-cemaat itikadına aykırı bir itikadı olmaya..
Bir gün, bu keşiflerden ötürü muaheze, bu tevehhümlerden ötürü, mesuliyet korkusu ağır bastı. Bu korkunun ağır basması, beni kararsız hale getirdi. Bana sıkıntı verip mustar bir hale koydu. Bunun üzerine, Yüce Mukaddes Hak Sultan'a karşı iltica ve tazarru kat kat olmaya başladı.
Bu halet, bende uzun bir müddet devam edip gitti. Tam bu sıralarda idi; yolum büyük zatlardan birinin kabrine düştü. Başıma gelen hal için ondan meded dileyip yardım istedim. Derhal, o esnada Şanı Yüce Hakkın inayeti bana yetişti. İşte o dem işin hakikati olduğu gibi meydana çıktı.
Yine o vakit, Hatem'ür-risalet'in S.A. ruhaniyeti de hazır oldu. O Âlemlere rahmettir. Mahzun gönülü teselli etti.
İşte o zaman bana malum oldu ki: Evet, ilâhi yakınlık, külli manada fazileti muciptir. Ancak, sana gelen bu yakınlık, ülûhiyet mertebeleri gölgelerinden bir gölgedir. Rabbın olan bir isme mahsustur. Bunun için, bu yakınlık küllî manada faziletli olmayı icab ettirmez.
Misali olan bu makamın sureti öyle bir açıldı ki: Arada hiç bir şüphe yeri kalmadı; tevehhüm tamamen zail olup gitti.
***
Bu Derviş, kitaplarında ve risalelerinde bazı ilimler yazmıştır ki: Onlarda bir karışıklık yeri, tevil ve tevcih yolu vardır. Anlatılan manada müjdeyi alınca, o ilimlerin galat yanlarını yazmak istedim. Ama, Allah'ın fazlı ile ve bana açılan surette.. Onları böylece açıklamış oldum.
Şundan ki: Açıktan işlenen günahların, tevbesi de açıktan yapılmalıdır. Ta ki, insanlar, o ilimlerden şeriatın hilâfına bir şey anlamayalar.. Sonra, uyup da dalâlete saplanırlar. Ta ki, taassup ve tekellüf yolundan başkaları (Yani: Kendisini) da dalâlet ve bilgisizlikle itham etmeyeler..
***
Bu misilli çiçeklerin, bu tarikatta açtığı çok olur. Zira, bu gaybın da gaybı bir tarikattır. Ve bu çiçekler, nicelerinin hidayet sebebi oldukları gibi, bazılarına da cehaletleri icabı dalâlet sebebi olur.
***
Muhterem babamın şöyle dediğini dinledim:
— Yetmiş iki bid'atçı fırkadan pek çoğunun dalâlete sapmasına ve doğru yoldan çıkmasına sebeb odur ki; sofiye yoluna girmişler, ama işin hakikatına vâkıf olamamışlardır. Sülûkü tamam etmeden düşmüş ve dalâlete sapmışlardır.
Vesselam..