Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979
234.Mektup
- Ayrıntılar
- Kategori: Mektubat-ı Rabbani
- Gösterim: 5842
234. MEKTUP
MEVZUU: a) Vacibül-vücud'un hakikati.
b) Mümkinatın hakikatleri..
c)— «Nefsini bilen Rabbıni bilir.»
Hadis-i şerifinin ifade ettiği, mana.
d) Zatî tecellinin manası..
e)— «Allah semaların ve yerin nurudur.» (24/35)
Ayet-i kerimesinin ifade ettiği mana.. Ye., bu münasebetle bazı hususların
beyanı..
NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Mahdumu Azam Şeyh Muhammed Sadık'a yazmıştır. Allah sırrının kudsiyetini artırsın.
***
Rahman Rahim Allah'ın adı ile başlarım.
Bundan sonra..
Misalden münezzeh Yüce Allah'a hamd olsun. Salât onun Hadi Peygamberine..
***
Pek Reşid Oğul bilmeli ki,
Sübhan Hakkın hakikati sırf varlıktır. Asla ona bir şey inzimam etmemiştir. Sırf varlık olan Sübhan Hakkın bu hakikati, bütün hayrın ve kemalin menşeidir; her hüsnün ve cemalin mebdeidir. Cüz'i hakiki basit olarak hiç bir şey onun terkibine girmemiştir. . Zihni ne de harici.. Hakikat ciheti ile Öyle bir şeyin tasavvuru mümtenidir. Muvataat yolu ile Yüce Zat'a haml'olunur; iştikak yolu ile değil.. Aslına bakılırsa, bu yerde, haml'edilme nisbetinin dahi mecali yoktur. Zira burada, bütün nisbetler itibardan düşmüştür.
Avam ve havasın varlığı, o yüce varlığın gölgesinde müşterektir. Bu gölge varlık o yüce Mukaddes varlığın zatına hamledilir. Sair eşvaya dahi, teşkil vollu iştikak olarak hamledilir; muvataat olarak değil..
Bu varlığın:
— Zili (Gölge)..
Olarak anlatılışından murad: O has varlık, tenezzülat mertebelerinde; bu gölge fertlerinden şerefli, kıdemli, ilk ferdde zuhurudur. Bu dahi, onun zatına iştikak yollu hamledilmiştir.
Bu manadan ötürü:
— Allah vücuddur (var veya varlıktır).. Diyebilmemiz mümkündür; ama şöyle diyemeyiz:
— Allah mevcuttur. (Yani: varlık olmuştur.) Ancak, zili (gölge) mertebesinde Allah:
— Mevcud..
Olarak tasdik edilir; Allah vücud olarak değil..
Hükema ve sofiyeden bir taife bu manadan (Zili - Gölge için):
— Vücudun aynıdır.
Demişlerse de, bu farkın hakikatma muttali olamamışlardır. Aslı gölgeden ayırd etmemişlerdir. Haml-i muvatıî ile haml-i iştikakîyi bir mertebede isbat etmişlerdir. Dolayısı ile, haml-i iştikakî için zorlama ile bir yer arama ihtiyacını duymuşlardır. Amma hakikat Sübhan Allah'ın ilhamı ile benim tahkik ettiğimdir.
Bu asalet ve zıllıyet, (yani: Gölge) sair sıfatların hakikati ve zılhyeti gibidir.
Bu sıfatları asalet mertebesine hamletmek muvataat yolu iledir; iştikak yolu ile değildir. İşbu asalet ise., icmal ve gaybm da gaybı makamıdır. Bu manadan ötürü:
— Allah-ü Taâlâ ilimdir..
Demek mümkündür; ama şöyle demek mümkün değildir:
— Allah-ü Taâlâ âlimdir..
Şundan ki: İştikak yollu hamletmek işinde, itibarî olsa dahi, muğayeret husulü gereklidir. Ama bu makamda, öyle bir şey yoktur. (Yani: Muvataat makamında.) Hem de tam manası ile.. Tağayüre gelince, ancak zıllıyet mertebesinde olur. Halbuki anlatmaya çalıştığımız makamda, zıllıyet yoktur. Çünkü bu: Taayyün mertebesinden nice merhale yüksektir. Burada şekillerin hiç biri ile, eşyaların mülâhazasına yol yoktur.
İştikakı hami dahi doğrudur; ama zıllıyet mertebesinde.. Ki bu zıllıyet, o icmalin tafsilidir. Fakat, muvataatta, böyle bir hami doğru değildir.
BU sıfatın ayniyeti, o mertebede Yüce Allah'ın vücudu ayniyeti bir fer'idir ki o: Bütün hayrın ve kemalin mebdeidir; her hüsnün ve cemalin menseldir.
Bu Fakir'in yazdığı kitap ve risalelerin hangisinde vücud ayniyeti nefvedilmiş ise., bundan, zilli vücud murad olunmalıdır. Ki bu: İştikaki hami için, sağlam yoldur. Bu zilli vücud dahi, haricî eserlerin mebdeidir. Bu vücudla muttasıf olan mahiyetler ise., mertebelerden her bir mertebede, haricî mevcudat olmak lâzım gelir. Bu manayı anla.. Çünkü: Bir çok yerlerde sana faydalı olacaktır. Hakikata bağlı sıfatlar dahi, harici mevcutlardır. Mümkinat da aynı şekilde hariçte mevcutlar sırasına dahildir.
***
Ey Oğul,
Şu derin manalı sırrı iyi dinle.. Yüce Mukaddes Hazret-i Zat mertebesinde zata bağlı kemalâtlar, Hazret-i Zat'ın aynıdır. Meselâ: İlim sıfatı, o makamda Hazret-i Zat'ın aynıdır. Kudret, irade ve diğer sıfatlar dahi aynı şekildedir.
Aynı şekilde, yine bu makamda Hazret-i Zat tamamiyle ilimdir; tamamiyie kudrettir; ama, onun bazısı ilim, kalan kısmı da kudret değildir.
Zira bu makamda, bölünme ve parçalanma muhaldir.
Ve., bu kemalât sanki, Hazret-i Zat'tan intiza yollu gelen şeylerdir. İlim makamında ona tafsil arız olmuştur; dolayısı ile arada, bir temyiz meydana gelmiştir. Durum böyle iken; Yüce Mukaddes Hazret-i Zat, icmal yollu tek varlığında sadeliği ile bakidir. Ve bu makamda, o tafsile dahil olmayan bir şey de yoktur. Ayırd edilme durumu da yoktur. Tek tek zatın aynı olan bütünüyle kemalât, ilim mertebesine girmiş; zilli bir vücud olarak, ikinci mertebede mufassal manada kemalâtı iktisab etmiştir. Ayrıca sıfat ismini de aldıktan sonra, kendisine Hazret-i Zatla kıyam hâsıl olmuştur. İşbu Hazret-i Zat, onun aslıdır.
Fusus'un sahibine göre (Yani: Muhiddin-i Arabî): Ayan-ı Sabite.. Bu mufassal kemalâttan ibarettir. Ki: İlim makamında, ilmî rücud iktisab etmişlerdir.
Fakir'e göre, mümkinatın hakikati: O ademlerdir ki (yokluklar manasına) kendisine akseden bu kemalâta rağmen, şerrin ve noksanlığın mebde'leri olmuşlardır.
***
Üstte anlatılan kelâm, tafsilat ister.. Bu da, akıl kulağı ile dinlenmelidir.
Allah-ü Taâlâ, seni irşad eylesin..
Adem (yokluk), vücudun (varlığın) mukabilidir. Her manada onu, çürütür. Bütün şerrin ve noksanlığın da menşei olmaktadır. Hatta bütün şerrin ve fesadın aynıdır. Tıpkı icmal mertebesinde vücud, hayrın ve kemalin aynı olduğu gibi..
Vücud aslın da aslı olan makamda iştikak yollu zata hamledilmediği gibi: aynı şekilde bu vücudun mukabili olan adem dahi istikak yollu ademin mahiyetine hamledilmiş değildir. Ve bu mertebede, o mahiyet için:
— Madumdur. (Yok olmuştur.)
Denemez Çünkü, sırf yokluktan ibarettir. (Yani: Ademden..)
Bu ademe bağlı mahiyete taalluk eden ilmî tafsil mertebelerinde o mahiyetin parçaları:
— Adem (yok).
Diye sıfatlanır. Bunun için, o mahiyete iştikaki hami ile:
— Adem (yok).
Demek yerinde olur.
Adem mefhuma, icmal yollu ademiyet mahiyetinden ayrılmış ve buna bir zili olmuş gibidir ki: İştikak tariki ile bütün mufassal fertlerine hamledilir.
Bunun beyanı, sonra gelecektir.
İcmal mertebesinde bu adem, her şey ve fesadın aynıdır. Allah-ü Taâlâ'nın ilminde, şer ve fesat efradından her ferd diğer bir ferdden ayrılmıştır. Nasıl ki, vücud canibinde dahi icmal mertebesinde Hazret-i Vücud her hayrın ve kemalin aynıdır ve ilmî tafsil mertebesinde dahi hayır ve kemal ferdlerinden her bir ferd, diğer bir ferdden ayrılmıştır: bu kemalât-ı vücudiye ferdlerinden her biri, ilim mertebesinde kendi mukabilinde bulunan ademe bağlı noksan ferdlerinden birine akseder; ilmî olan suretlerde, biri diğeri ile imtizaç eder..
Bu ademler, şerlerden ve noksanlardan ibarettir. Bu ademlere, o kemalât, in'ikâs etmiş olmasına rağmen o şer ve noksanlar hâsıl olmuştur. İlmi tafsil olan Hazret-i ilim mertebesinde mümkinatın mahiyeti bunlara göredir.
Bu babda asıl anlatılacak mesele şudur:
Bu ademler, o mahiyetlere bir asıl ve onların maddeleri gibidir. O kemalât ise., onda halet olan suretler gibidir.
Bu Hakir katında ayan-ı sabite ise., o ademlerden ibarettir.
Biri diğeri ile imtizaç eden kemalâta gelince.. Yüce Sultan Kadir Muhtar; levazimi ile birlikte o ademiyet mahiyetini ve üzerinde vücuda bağlı kemalât zıllyeti akseden kemalâtı ki buna ilim makamında:
— Mümkinatın mahîveti..
İsmi verilmiştir; dilediği vakitte zilli vücud boyası ile boyanmıştır. Ve onu: Harici mevcudat eylemiştir; harici eserlerin de mebdei kılmıştır.
***
Şunun bilinmesi gerekir ki., mümkinatın ayan-ı sabitesi ve onların mahiyeti olan ilmi suretlerin vücudla boyanmış olması; ilmi suretlerin ilim yatağından çıkması ve ona harici bir varlık hâsıl olması manasına değildir. Böyle bir şey, Sübhan Hak için cehaleti gerektirir ki mahaldir. Allah-ü Taâlâ böyle bir manadan çok çok yücedir. Bunun asıl manası şu manayadır: Mümkinata: ilmi vücud ötesinde, ilmi suretlere uyan biçimde haricen bir vücud peydah olmuştur.
Burada bir mobilya ustasını misal olarak alabiliriz. Bu usta, bir mobilya suretini zihninde tasavvur eder. Sonra, onu hariçte yapar. Bu yapılan surette, o mobilyanın mahiyeti mesabesinde elan zihindeki mobilyanın sureti çıkmaz.. Ancak ona, zihindeki mobilya suretine benzeven bir suret arız olur.. Anla..
Bilmiş olasın ki,
Her adem, mukabili bulunan ve kendisine in'ikâs eden vücuda bağlı kemalât gölgelerinden bir gölge ile boyandığı zaman; hariçte kendisine bir vücud ve ağırlık arız olur. Ama, sırf adem böyle değildir. O. bu gölgelerin hiç biri ile müteessir olmaz. Bir renk ve bir boya da kabul etmez. Nasıl etsin; o, bu gölgelerin mukabilinde değildir. Zira o: Yüce Mukaddes Hazret'in katıksız varlığıdır.
Marifeti tam olan bir irfan sahibi, katıksız olan Hazret-i Vücud'a telakkiden sonra, sırf adem makamına nüzul eylediği zaman, ona tevessülü dolayısı ile, bu adem için Hazret-i vücudla bir boyanma hâsıl olur. Onun için ağırlık bulur ve güzelleşir. İşte o zaman, bu arifin bütün adem mertebelerine icmal ve tafsil olarak bir güzellik ve hayırlılık gelir. Ki bu mertebeler, hakikatta onun zati mertebeleridir.
Anlatılan mertebeler için; cemal de hâsıl olur kemal de.. Zatî mertebelerin, tümüne sirayet eden bu hayriyet, anlatılan irfan sahibi gibilere mahsustur. Onun gayrine bir hayır sirayet ederse., ya zati ademlerinden tafsiliyet mertebelerinin bazısında kalır; yahut tafsiliyet mertebelerinin tümüne, değişik derecelerine göre sirayet eder. Ama, ikinci kısmın olduğu nefisdir.
Ademin icmal mertebesine gelince, ki o: Şerrin ve noksanlığın aynıdır. Orada, adı geçen irfan sahibinden başkasına hayır kokusu gelmez. Hatta güzellikten yana bir şey de gelmez. Bu tam hayırla muttasıf olan irfan sahibinin şeytanına dahi, İslâm'ın güzelliği gelir. Aynı zamanda emmare nefsi mutmainne derecesine çıkar ve Mevlâsından razı olur.
Bu mana icabı olarak. Resulûllah S.A. efendimiz şöyle buyurdu:
— «Şeytanım Müslüman oldu.»
Durum anlatıldığı gibi olunca, gazalarda, hiç bir gazi onu geçemez. Şeytan gibi, hiç bir kimse, hayra delâlet edemez.
***
Sübhanellah..
Bu Hakir'den zuhur eden marifet duyguları gayr-i ihtiyarîdir.
Büyük bir topluluk biraraya gelse., onların tasavvuruna çalışsalar; yapabilirler mi yapamazlar mı bilinmez?.
Herhalde, geleceği vaad edilen Hazret-i Mehdî'nin bu maariften bol nasibi olsa gerektir. Allah ondan razı olsun.
Bir şiir:
Padişah çalarsa kapısını kocakarının;
Olmaya gidesin yolunmasına bıyığının.
***
— «Yaratıcıların en güzeli Allah'ın şanı yücedir.» (23/14)
Âlemlerin Rabbı Allah'a hamd olsun.
Üstte anlatılan manalar açısından bakılınca: bu mümkinatın kendileri, ademlerden ibaret olmaktadır. Ama. onların üzerine vücuda bağlı kemalâlin gölgesi ve zineti aksetmiştir.
Hiç şüphe edilmeye ki: Mümkinat bütün şerrin ve fesadın yatağıdır. Her kötülüğün, noksanın, inadm da sığınağıdır. Onda bulunan hayır ve kemalât ise., sırf hayırdan ibaret olan Hazret-i Vücud'dan kendisine verilen bir emanettir. Ondan, kendisine bir feyiz olarak gelmiştir. Şu âyet-i kerime, bu mananın şahididir:
— «Sana bir iyilik isabet ederse, Allah'tandır: şayet bir kötülük isabet ederse, o da nefsindendir.» (4/79)
Anlatılın mana gereğince, bir salike: Bu emanet olma durumunu görmek istilâ ederse., ki bu, Allah'ın fazlı ile olacaktır. Bütün kemalâtı da o taraftan görürse., işte o zaman, nefsini sırf şer ve halis noksan olarak bulur. Artık, hiç bir şekilde kendi nefsine ait bir kemalât görmez. İsterse, in'ikâs yollu olsun. Bu hali ile o: Emanet elbise giymiş bir üryan gibi olur. Bu emanet olma durumu, artık onu son derecede istilâ eder; hayalinde, o elbiseyi tamamen sahibine verir; zevk yollu kendisini çıplak bulur. İsterse o emanet elbise üzerinde dursun.
Üstte anlatılan görüşün sahibi, bütün kemalâtın üstünde olan kulluk makamı ile müşerref olmuştur.
Hayrın ve şerrin, kemalin ve noksanın bir arada bulunması, işte vücudla ademin hakikat ta biraraya gelmesidir. Ama bu: Birbirini nakzeden iki şeyin biraraya gelmesi gibi muhal sayılan cinsten değildir. Çünkü sırf vücudu nakzeden, sırf ademdir. (Yani: Yokluk.) Ama bu zılliyetet mertebeleri, vücud canibinden, asıl olan zirveden tenezzülât derinliğine düştüğü gibi; aynı şekilde, adem canibinde, sırf adem olma derinliğinden terakki eder. Hatta bunların biraraya gelmesi; o zıd edelerin biraraya gelmesi gibidir ki: Birbirine karşı zıd olan suretleri kırılmıştır.
Zulmetle nuru biraraya getiren Yüce Zat, noksan sıfatlardan münezzehdir.
***
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
— Daha önce, sırf ademin, kendi nakzedeni olan sırf vücudla boyandığı üzerine hükmetmiştir. Bu manadan da, iki zıddın biraraya gelmesi hâsıl oldu.
Bunun için şu cevabı veririm:
— Asıl muhal olan, iki nakzedici şeyin bir mahalde içtimaidir. Ama o iki nakzedici şeyden birinin diğeri ile kıyamı ve onun sıfatına bürünmesi muhal değildir. Nitekim erbab-ı akıl şöyle demişlerdir:
— Vücud madumdur; vücudun ademle ittisafı dahi muhal değildir.
Bu manaya göre, adem vücudla boyandıktan sonra mevcut olursa muhal sayılmaz..
Tekrar şöyle bir şey sorulabilir:
— Adem (yokluk) ikinci derecedeki makulattandır. Böyle bir şey ise., hariçte var olamaz. O zaman bu adem, haricî bir vücudla nasıl ittisaf edebili mi?.
Bunun için şu cevabı verebilirim:
— İkinci makulattan olan, ademin mefhumudur; onun mısdakı değildir. Bu durumda, adem ferdlerinden bir ferdin vücudla ittisafında ne gibi bir fesad olabilir. Nitekim erbab-ı makul, vücud Hakkında istiskal yollu şöyle demişlerdir:
— Bu vücudun, Vacib'ül-vücud olan Yüce Zat'ın aynı olması lâzım gelmez. Zira, ikinci makulattan sayılan bu vücudun, hariçte bir varlığı yoktur. Halbuki, Vacib'ül-vücud'un zatı hariçte vardır; onların aynı da olamaz. Bundan başka cevab olarak şöyle dediler:
— İkinci makulatta olan vücudun mefhumudur; cüz'iyatı değil.. Ama, onun cüz'iyatından birinin hariçte bir vücud almasında çürütücü bir durum voktur. Hatta onun hariçte var olması da mümkündür.
Tekrar şöyle bir şey sorulabilir:
— Daha önceki tahkikten de bilindi ki; hakikî sıfatların varlığı ancak gölgeler mertebesindedir. Amma, asıl olan mertebede onların vücudu yoktur. Ancak, bu kelâm, ehl-i hak zatların görüşüne aykırıdır. Allah onların çalışmalarını şükrana lâyık eylesin. Çünkü onlar sıfatların zattan ayrılmasına cevaz vermemişlerdir. Hatta ondan ayrılmasını muhal görürler.
Bunun için de şöyle cevab veririm:
— Anlatılan beyandan, infikâkin cevazı lâzım gelmez. Zira gölge, aslın ayrılmaz parçasıdır; infikâk olamaz.
Bu babda asıl söylenecek söz şudur:
— O irfan sahibi ki, onun teveccüh kıblesi, Yüce Mukaddes Zat'ır ehadiyetidir; onun için ve sıfatlardan yana hiç bir şey mülâhaza edilemez. Elbette o makamda, zatı bulur. Orada, kendisi için esma ve sıfattan bir şeyin mülâhazası yoktur, ama o vakitte esma ve sıfat hâsıl olmaz manasına değildir. Zira, Hazret-i Zat'tan sıfatın infikâki, sabit olsa dahi, bu irfan sahibinin mülâhazası itibarı iledir; işin aslına göre değildir ki, onda ehl-i sünnetin görüşüne muhalif bir durum meydana gele..
İşte buraya kadar anlatılan manalardan:
— «Nefsini bilen Kalıbını bilir.»
Manası da, açıklanmış oldu. Şöyle ki: Bir kimse, nefsini, şer ve noksanlık yönü ile bilirse., yine bilirse ki; kendisinde bulunan hayır, kemal ve güzellik Yüce Mukaddes Vacib'ül-vücud Zat'tan gelen emanettir. İşte o zaman da, zarurî olarak Yüce Hakkı: Hayır, kemal ve güzellikle bilir.
***
Yine bu tahkikattan:
— «Allah-ü Taâla, yerin ve semaların nurudur..» (24/35)
Mealine gelen âyet-i kerimenin tevilli manası açıklanmış oldu.
Zira, tebeyyun ettiğine göre, bu mümkinat baştan sona, ademlerden ibarettir. Bunların tümü, şer ve zulmettir. Onda bulunan hayır, kemâl, güzellik ve cemal ise.. Hazret-i vücud'dan feyiz yollu gelmektedir ki o: Yüce Mukaddes Hazret-i Zat'ın aynıdır. Her hayrın ve kemalin de aynı yerin ve semaların nurudur: ki o: Hazret-i vücud olup Yüce Mukaddes Vâcib Zat'ın hakikatidir.
Yerin ve semaların nuru olması zılâl (gölgeler) tavassutu ile olduğundan, bu nur için miral getirildi. Ta ki: Onun vasıtasız olacağını sanan kimsenin tevehhürnü ortadan kalka.. Bunun için, Allah-ü Taâlâ şövle buyurdu:
— «Onun nuruna misal, içinde fener bulunan bir hücredir.» (24/35)
Bu mana, vasıtaların sübutunu ilândır. Bu âyet-i kerimenin tevil tafsili inşaallah bir başka yerde gelecektir. Zira, bunda kelâma çok yer vardır ki; bu mektup onun tafsilatını alamaz..
***
Yukarıdaki âyet-i kerimeyi anlatırken:
— Tevilli
Tabirini kullandık. Şunun için ki: Tefsirde nakil ve duymak şarttır. Her halde:
— «Bir kimse, kendi görüşüne göre, Kuran tefsir ederse., kâfir olur.»
Manasına gelen hadis-i şerifi duymuş olacaksın. Ancak, tevil böyle değildir. Kur'an'a ve hadise aykırı olmamak şartı ile mücerred ihtimal yeter..
***
Buraya kadar anlatılan manalarla takarrür etti ki: Mümkinatın kendileri ve asılları ademdir. Onların sıfatları dahi, noksanlık ve düşüklüklerdir. Ki bu durumlar, ademlerin muktazalan arasındadır ve Yüce Sultan Kadir Muhtarın yaratması ile vücud bulmuşlardır. Bunlarda bulunan kâmil sıfatlar dahi. Yüce Mukaddes Hazret-i Vücud'un kemalât gölgelerinden gelen emanetlerdir Kadir Muhtar Zat'ın icadı sonunda, in'ikâs yolu ile onlarda zuhura gelmiştir.
***
Eşyanın güzelliğini ve çirkinliğini anlamak kolaydır. (Yani: Anlatılan manalar açısından dikkatle bakılınca..) Şöyle ki:
Gözü âhirette olan ve onun için hazırlık yapana, âhiret güzeldir; isterse o, zahirde güzel görülmesin..
Her ne zaman ki, dünyaya bakılır ve onun için hazırlık yapılır; bu da kabihtir. İsterse, böyle bir şeyin kötülüğü açıkta belli olmasın. Tatlı tazeliklerle burada zahir olan şeyler, dünya muzahrefatı cinsi şeylerdir. Bu mana içindir ki, Şeriat-ı Mustafaviye, tüysüz delikanlıya ve yabancı kadına meyli, dünya muzahrafatını temenni etmeyi vasat etmiştir. Çünkü bu güzellik ve tazelik, adem muktazasından gelmektedir ki, her şerrin ve fesadın yatağıdır. Eğer bunun menşei kemalât-ı vücudiyeye bağlı cemal ve güzellik olsaydı; elbette men edilmezdi.. Ancak, aslın varlığı ile zılla teveccühün oluşu cihetinden men olunurdu ki bu: Müstehcen ve müstakbah olacağı içindir. Ve bu men ediliş istihsanî sayılır; ama üstte anlatılan men ediliş böyle değildir.
Dünyaya ait güzel mazharlarda zuhura gelen iyilik, Yüce Hakkın güzelliğinden değildir; ademin levazımı arasında olup zahirde güzel ile komşuluğu vasıtası ile iktisab etmiştir. Yoksa o, hakikatfa çirkindir; nakıstır. Şekere belenmiş zehir gibidir. Altın yaldızlı necaset gibidir.
Nikâhla alınıp güzel kadınlardan faydalanmak, güzel cariyelere sahib olmak için verilen cevaz ancak şunun içindir: Çocuk sahibi olmak, matlub olan nesli devam ettirmektir. Bu da bu âlemin nizamını sağlamak içindir.
Sofiyeden bazıları, güzel yüzlere ve tatlı nağmelere şu hayale dayanarak dalmışlardır: Bu güzellik ve cemal, Yüce Mukaddes Hazret-i Vacib'ül-vücud Zat’ın kemalâtından müsteardır; bu yerlerde zuhura gelmiştir. Bu iptilayı dahi iyi ve güzel zannederler. Hatta, böyle bir şeyi vusul yolu tasavvur ederler. Ancak, daha önce de anlatıldığı gibi, bu Fakir katında bu zannm aksi sabit olmuştur.
Asıl şaşılacak durum şu ki, onlardan bazıları:
— «Bilhassa tüysüz delikanlılardan sakının; çünkü onlarda, Allah'ın rengine benzer renk vardır.»
Cümlesini, gayelerine dayanak yapmışlardır. Onları:
— «Allah'ın rengine benzer..»
Cümlesi, yanıltmıştır. Ama, anlayamazlar ki, bu cümle onların taleplerinin tam aksinedir ve bu Derviş'in fikrini teyid eder. Çünkü onda tahzir edatı vardır ki; onlara teveccühü yasak eder..
Bu arada galat menşei de açıklanmış oldu. Şöyle ki: Onların güzelliği. Hakkın cemaline ve güzelliğine benzer; ama onun güzelliği ve cemali değildir. Bu şekilde, onlara anlatıldı ki: Yanılıp galata düşmeyeler..
Resulûllah S.A. efendimiz, bir başka hadis-i şerifinde dünya için şöyle buyurdu:
— «Dünya ve âhiret ancak iki kuma gibidir; birini razı etsen, diğeri darılır.»
Bu hadis-i şerifte dahi, mübaynet ve birbirini nakzettiğinin manası, açıkça bellidir. Yani: Dünyanın güzelliği ile âhiretin güzelliği ve cemalleri arasında..
Anlatılan manalardan mukarrer olan durum şu ki: Dünyaya ait güzellik, kendisinden hoşnut olunan bir şey değildir. Ahirete ait güzellikte ise., rıza vardır. Böyle olunca, şer: Dünyaya ait güzelliğin ayrılmaz bir parçası sayılır. Hayır ise., âhirete ait güzelliğin ayrılmaz bir parçası olur.. Artık zarurî olarak bilinir ki: Birincinin menşei ademdir: ikincisinin menşei ise., vücuddur.
Evet..
Eşyalardan bazıları vardır ki; bir yüzü âhirete, bir yüzü de dünyaya dönüktür. Bu da, bir yönü ile çirkindir; ikinci bir yönü ile de güzeldir. Bu iki şeklin arasını ayırd etmek, çirkinliğini ve güzelliğini fark etmek, şeriat ilmine bırakılmıştır. Bu manada da, Allah-ü Taâlâ, şöyle buyurmuştur:
— «Resulün size getirdiğine tutununuz; size yasak ettiği şeyden de kaçınınız.» (59/7)
Bir haberde şöyle anlatıldı:
— «Allah-ü Taâlâ, dünyayı yarattığı günden bu yana, dünyaya dargın olduğu için, hiç bakmamıştır.»
Bunun sebebi de, onun kötülüğü, şerri ve fesadıdır. Bunlar dahi, adem muktaziyatıdır. Adem dahi, bütün fesatların yuvasıdır. Dünyanın Güzelliği, cemali, halâveti ve tazeliği., tek tek yola atılmış gibidir ki: Bakılmaya değmez. Asıl bakılmaya değer olan, âhiretin güzelliğidir. Çünkü o: Sübhan Hakkın razı olduğu bir şeydir. Allah-ü Taâlâ dünya düşkünlerinin hallerinden şikâyet yollu şöyle buyurdu:
«Dünyanın arızî şeylerini istiyorsunuz; halbuki Allah, âhireti diler..» (8/67)
Allahım, dünyayı gözlerimizde küçült; âhireti de kalblerimizde büyült. Fakr hali ile iftihar dünyadan kaçman zat hürmetine.. Ona ve âline salâtların en tamamı, selâmların ekmeli..
***
Pek büyük Şeyh Muhyiddin b. Arabi Ks. mümkinatın şerrine, noksanına, çirkinliğine nazarı vaki olmadığı için; mümkinatın hakikatlerini Yüce Allah'ın ilminin suretleri yaptı. Bu manada şöyle dedi:
— Bu suretler, Hazret-i zat aynasına in'ikâs etmiştir.
Böylece, ondan başka şeyin vücuduna kail olmayıp şöyle devam etti:
— Bu in'ikâs sebebi ile o suretlere haricî bir zuhur hâsıl oldu.
Bu manada, o ilmî suretleri. Vacip Taâlâ'nın şuun ve sıfatlarından başka bir şey olarak görmemektedir. Mana böyle olunca, şüphesiz, vahdet-i vücud hükmü vermekte ve mümkinatın vücudu ile, Yüce Mukaddes Zat'ın vücudunun ayniyetine kail olmaktadır.
Bunlardan başka, şerrin ve noksanlığın nisbî olduğuna kail olmuş; mutlak şerri ve sırf noksanlığı nefyetmiştir. Yine bu mana icabı olarak, bizzat kötünün varlığına da kail olmaz. Bunun için de şöyle der:
— Küfrün ve dalâletin kötülüğü, imana ve hidayete nisbetledir; kendi zatlarına göre değildir. Patta, her ikisini de, erbabına göre hayır ve yararlı olarak görüp doğruluklarına hükmeder. Şu âyet-i kerimeyi de bu manaya şahid gösterir:
— «..Yürür hiç bir mahluk hariç olmamak üzere, hepsinin alnından tutan odur..» (11/56)
Evet..
Bir kimse, vahdet-i vücud hükmünü verdikten sonra, bu gibi cümlelerden sakınmaz.
Amma bu Fakir'e zahir olan mana şudur: Bu mümkinatın mahiyetleri: kendilerine vücudiyet in'ikâs etmiş ve onunla imtizaç bulmuş olmasına rağmen, adem (yok) sayılırlar. Bu mananın tafsilâtı daha önce de geçti..
Hakkı yerine getiren Sübhan Allah'tır; bu yola hidayet eden odur.
***
Ey Oğul,
Ehlûllah'tan hiç birine sarih olarak ne de işaretle bu ilim ve maarifi dile getirmemiştir.
İlimlerin ekmeli, maarifin ekmeli bin sene sonra, zuhur makamından doğmuştur. Böylece, Vacib Taâlâ'nın hakiket yüzünden ve mümkinatın hakikatından: nasıl uygunsa ve lâyıkı üzere nikab açılmıştır. Öyleki: Onlarda, Kur'an ve hadis manalarına aykırı bir durum yoktur. Bunlarla ehl-i hak zatların sözleri arasında hiç bir ayrılık yoktur.
Herhalde, Resulûllah S.A. efendimizin:
— «Allahım, bize eşyanın hakikatini olduğu gibi göster.»
Manasında yaptığı duâ, ümmetine talim için kendisinden sudur etmişe benziyor. (Yani: Murad ve maksud olan bunları öğrenmeye teşviktir.)
İşte o hakikatler, bu ilimlerin zımnında beyan edilmiştir. Hem de, zülle, inkasara delâlet eden kulluk makamına yakışır bir şekilde.. Kulun durumuna uygun olarak..
Kulun, kendi nefsini; Kadir Mevlâ'sının aynı görmesinde ne gibi bir hayır ve kemal vardır. Kaldı ki böyle bir görüş, edebin olmayışını gösterir.
***
Ey Oğul,
Bu vakit, öyle bir vakittir ki; geçmişte gelen ümmetlerin zulümle dolu vakti gibidir ve böylesine bir vakitte ülül'azm peygamberlerden biri gönderilirdi. Ta ki: Gelsin; şeriatı ihya edip yenilesin.
Bu ümmete gelince, ümmetlerin hayırlısıdır; peygamberlerin dahi Hatem'ür-rüsül'dür. Ona ve âline salâtlar ve selâmlar.
Bu ümmetin âlimlerine Beniisraiiin peygamberlerine verilen mertebe; verildi: peygamberlerin varlığı yerine ulemanın varlığı ile yetinildi.
Her yüz sene başında bu ümmetin uleması arasından bir muceddid gelecek ve şeriatı ihya edecektir. Bilhassa, aradan bin sene geçdikten sonra.. Zira, böyle aradan bin senenin geçtiği vakit, geçen ümmetlerde ülülazm bir peygamberin geldiği vakittir. Ama, bu aralarda hangi peygamber olsa iktifa edilirdi.
Bu içinde bulunduğumuz vakte gelince., marifette tamam bir arifin ve âlimin gelmesi gerekir ki; geçen ümmetlerde gelen ülülazm bir peygamberin makamına kaim olabilsin.
Bir şiir:
Alsaydı ruhül-kudüsten yardımını;
İsa'nın gayrı, yapardı yaptığını..
***
Ey Oğul.
Sırf varlığın mukabili, sırf yokluktur. Daha önce de anlatıldığı gibi: sırf varlık. Yüce Mukaddes Vacib"ül-vücud Zat'in hakikatidir. Huyun ve kemalin aynıdır; isterse bu ayniyet mülâhazası burada olmasın, isterse icmal yollu zılıyet şaibesi onda bulunmasın..
Sırf ademe gelince; hiç bir nisbet ve izafet ona gelmemiştir. Her şer ve noksanlığın aynıdır. İsterse bunda da ayniyete bir mecal bulunmasın. Yani: Onda bir izafet varlığının kokusu için..
Şu da malum bir şeydir ki: Bir şeyin tam manası ile hakikî zuhuru, ancak hakikî mukabilinde tasavvur edilir.
Eşya dahi, ancak, zıddı ile tebeyyün eder. Durum böyle olunca, zaruri olarak, varlığın tam manası ile zuhuru sırf adem (yokluk) aynasında hâsıl olur.
Şu dahi mukarrer bir durumdur ki: Uruc, ancak nüzul mikda-nr.ca olur. Bir kimsenin urucu. Sübhan Allah'ın inayeti ile Hazret-i Vucud'da taHakkuk ederse; zaruri olarak, onun nüzulü, mukabili olan ademe gelir. Amma, uruc vaktinde, irfan sahibinin istihlâki vardır; 0 anda da cehalet onun ayrılmaz parçasıdır. Nüzul vaktinde ise., ayık-jfc hali taHakkuk etmiştir. Bu halinde o: İlimle, marifetle muttasıf-tn- Çünkü: Makamı avıklıktır.
***
Bu ayıklık makamında o: Zati tecelli ile müşerref olmuştur. Bu zati tecelli ise., zıllıyet şaibesinden beridir. Şuun mülâhazasından zati itibarlardan da münezzehtir. Bu makamında ona malum olur ki: Ondan önce olan bütün tecelliler; esma, sıfat, şuun, itibarların gölgesinden bir gölgenin perdesinde olmuştur. Eğer irfan sahibi o tecellileri: İsimlerin, sıfatların, şuun ve itibarların bilir ve Sübhan Allah'ın Vücudî tecellileri sayarsa., o zaman, bu her şerrin ve noksanlığın yatağı olan adem, Hazret-i Vücud'un onda tam zuhuru sebebi ile güzellik kesbeder.
Ve., hiç kimsenin eremeyeceği nailiyete erer. Zatı için kabih bulunan arızi olan güzellik sebebi ile pek güzel olur. Ondaki, bizzat şerre nail olan nefs-i emmare-i insaniyesi ile., ki onda: Herkesten çok ademle münasebet vardır. Bunun için dahi, has tecellide, her şeyden üstün olur. Terakki ve ihtisasda her şeyi geçer.
Bir mısra:
İkrama en haklısı, asileridir halkın..
***
Şunun bilinmesi gerekir ki: Marifeti tanı olan irfan sahibi; uruc makamlarını ve nüzul mertebelerini tafsilatı ile alıp sırf adem makamına geldikten sonra, kendisi için Hazret-i Vücudda ayna olma durumu hâsıl olursa., bütün isimleri ve sıfatları onda zuhura gelmeye başlar. Hemen hepsi tafsilatı ile zuhur etmeye başlar. Hem de iclal makamının tazammum ettiği letaifle beraber..
Ve., böyle bir devlet, ondan başkasına müyesser olmaz.
Ve., bu ayna olma durumu, öyle güzel bir libastır ki: Tam onun boyuna göre dikilmiştir.
Bu suretlerin tafsili, her nekadar Hazret-i ilm-i ilâhî hazinesinde sabit ise de, lâkin onlar, Hazret-i ilimde ayna olmuşlardır. Bu irfan sahibinin ayna olma durumu ise., hariçteki mertebededir. Bunun için de, bu kemalâtı hariçte izhar eder..
Burada şöyle bir şey sorulursa:
— Ademin (yokluğun) ayna oluşunun manası nedir?. Zira, o hiç bir şey olmamak durumundadır. Durum böyle olunca, hangi itibarla ona:
— Vücud için ayna.
Deniyor?.
Bunun için, şu cevabı verebilirim:
— Adem, haricî itibarla katıksız olarak hiç bir şey değildir. Amma ilimde, onun için bir imtiyaz hâsıl olmuştur. Hatta ona ilmi bir varlık hâsıl olmuştur. Müntehiler katında onun zihnî bir varlığı vardır. Onun için:
Vücudun aynası..
Denmesi şu itibarladır ki; adem, mertebesinde şer ve noksan olarak sübut bulur. Kendisini nakzeden vücuddan elbette soyulmuştur. Hangi kemal ki, adem mertebesinden soyulmuş olur; o zaman Hazret-i Vücud'da sabit olur. Bu manadan ötürü, hiç şüphe edilmeye ki: Adem, vücuda bağlı kemalâtm zuhuruna sebeb oldu. Ayna olmak manası dahi ancak budur. Anla.. Sana faydalı olur. İlham eden noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'tır.
***
Ey Oğul,
Yazılan bu maarif duyguları için, temenni ediyoruz ki; içinde şeytanî vesveselerin bulunmadığı Rahmani ilhamlar olsun. Bunun doğruluğuna delil şudur: Bu ilimleri yazmaya başladığım zaman. Allah-ü Taâlâ'nın mukaddes zatına iltica ettim. O zaman gördüm ki: Melâike-i kiram, şeytanları bu makamın çevresinden tard edip kovuyorlar. Bu mekânın çevresine girmelerine müsaade etmiyorlardı.
İşin hakikatini, en iyi bilen Sübhan Allah'tır.
Büyük nimetleri açıklamak, hamdlerin en güzeli ve büyüğü olduğundan; bu büyük nimetleri izhar etmeye cesaret ettim. Dileğim o ki: Ucüp zannından beri ola..
Bunda nasıl ucüp olsun ki, zatî olan noksanım ve kabahatim, gözönünde durmaktadır. Ama her zaman.. Bu Allah'ın bana bir yardımıdır.
Bütünüyle kemalât, Yüce Allah'ındır.
Evvel âhir Alemlerin Rabbı Allah'a hamd olsun.
Daima ve her zaman, salât ve selâm onun Resulü üzerine olsun.
Keza onun âl-i kiramına ve ashab-ı izamına da.. Sair hidayete tabi olanlara ve
Mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara da..
Resulûllah S.A. efendimize ve âline salât ve selâm..