Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979
266.Mektup
- Ayrıntılar
- Kategori: Mektubat-ı Rabbani
- Gösterim: 22578
266. MEKTUP
MEVZUU: a) Ehl-i sünnet vel-cemaatın
görüşlerine göre, bazı mesail-i kelamiyenin beyanı.. Ki bunlar kendisine keşif
ve ilham yolu ile zahir olmuştur: zan ve vehim yolu ile değil.
b) Felsefecileri, felsefecilere tabi olanları, zındıkları, sofiyeye benzeyen
mülhidleri red..
c) Namazla alâkalı bazı meselelerin beyanı..
d) Tarikat-ı Nakşibendiye'nin medhi.
e) Şarkı-çalgı dinlemeyi, raks meclisinde bulunmayı men etmek..
Ve, bu münasebetle bazı hususların beyanı..
***
NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu.
Mahdumeyn-i Mükerremeyn'e yazmıştır. Yani: Şeyhinin iki oğlu Hace Abdullah'a ve
Hace Ubeydüllah'a..
***
Allah'a hamd olsun. Allah'ın Resulüne
salâvatlar olsun. Sizlere de dualar ettiğimi bildiririm.
***
Mükerrem Mahdumların malumu olsun ki: Bu
Fakir, baştan ayağa muhterem babanızın ihsanına gark olmuştur. Bu Tarikat-ı
Aliyye'nin Elif-Ba'sını onda okudum. Yine Tarikat-ı Aliyye'nin sair harflerinin
hecesini dahi ondan aldım. Nihayetin bidayete derc edilmesi devletini dahi,
onun sohbeti bereketi ile elde ettim.
Ona yaptığım sadakatli hizmet sonunda,
VATANDA SEFERİ buldum.
Onun mübarek teveccühünün bereketi ile bu
kabiliyeti olmayan Fakir iki buçuk ay gibi kısa bir zaman içinde, Nakşibendiye
intisabına ve o büyüklerin has olan huzur ihsanına ulaştı.
Bana az bir müddet içinde hâsıl olan
tecellileri, zuhuratı, nurları, levnleri ve lâlevniyeti, lakeyfiyeti nasıl şerh
edeyim ve nasıl beyan edeyim?. Bütün bunlar, ona uymakla oldu.
Onun teveccühü bereketi ile; tevhid ve
ittihad, ihata, sereyan inceliklerinden bu Fakir'e açılmayan hiç bir incelik
kalmadı.. Keza, muttali olunmayan hiç bir şeyde kalmadı.
Bunlardan başka kesrette vahdet müşahedesi,
vahdette ise kesret müşahedesi ne zaman olacağı anlatıldı. Zira bu ikisi,
anlatılan maarifin mukaddimelerinden ve ilk hallerindendir.
***
Bu büyüklerin has huzuru, Nakşibendiye
intisabı yanında: Anlatılan maarifi dile getirmek, şühudun ve müşahedenin
alâmetini beyan etmek ne ola ki?. Hatta böyle bir şey, kısa görüşten ileri
gelir.. Zira. bu büyüklerin muamelesi cidden çok yüksektir. Hiç bir döneğin ve
hilekârın böyle bir şeyle nisbeti olamaz..
Hazret-i şeyhimizden böyle bir büyük devlete
erdim ya, bundan yana hiç bir şeyin Hakkını eda edemem.. İsterse, ömrüm
boyunca, o yüksek kapının hadimlerinin ayaklarına başımı süreyim..
Kusurlarımdan size ne arz edeyim?.
İnfialimden neleri açıklayayım?.
Ancak.. Allah-ü Taâlâ, Hace Hüsameddin
Ahmed'i bizden yana hayırlı mükâfatla mükâfatlandırsın.. Bu vazifede bizim için
yeterli oldu. O yüce kapıya hizmet işinde himmet kuşağını bağladı.. Bizim gibi
kusurluları o vazifeden aldı..
***
Bir şiir:
Olsa dahi fenimin kıl biten her yerine:
Dil, güçsüzüm şükr için binde bir nimetine..
***
Hazret-i Şeyhimizin üstün hizmet kapısını üç
kere öpmek şerefe nail oldum. Sonuncusunda şöyle dedi:
— Bedenime zaaf bastırdı. Hayat ümidi de az.
Çocukların hallerinden haberdar olmalısın..
Bundan sonra, sizi yanına getirmeyi emretti.
O sıralarda siz, süt anaların kucaklarında idiniz.
Bundan sonra, Fakir'e size teveccüh etmeyi
emretti. Emrine imtisalen, size teveccüh ettim. Hatta, bu teveccühün eseri
zahirde belli oldu..
Bundan sonra şu emri verdi:
— Onların analarına da gıyabı olarak teveccüh
et..
Emir icabı olarak, onlara da teveccüh ettim.
Ümid edilen odur ki: Onun mübarek huzuru bereketi ile, bu teveccühün semereleri
meydana gelir..
Sanmayasınız ki: Onun imtisali gerekli emri
unutuldu ve yapılması herhalde lâzım olan vasiyeti için gaflete düşüldü. Hayır,
böyle bir şey hiç olmaz. Elbette, bunun için bir işaret ve izin bekliyorum.
İşte şu anda dahi, nasihat yollu fıkralar
yazmak istiyorum. Onları akıl kulağı ile dinlemek gerek..
Allah sizleri mes'ud eylesin..
Akıllı olan kimselere ilk farz olan, ehl-i
sünnet vel-cemaatın görüşüne göre itikadı düzeltmektir. Zira onlar, fırka-i
naciyedir. Allah onların çalışmalarım şükrana lâyık eylesin..
Bunun için, gizli bazı itikada dair
meseleleri de beyan edeceğiz..
***
Şunlar m bilinmesi vaciptir:
Allah-ü Taâlâ, mukaddes zatı ile mevcuttur;
eşya dahi, Allah-ü Taâlâ'nın icadı ile mevcuttur.
Allah-ü Taâlâ, zatında, sıfatında ve fiillerinde
birdir.
İşlerin hiç birinde, hiç kimsenin Allah ile
hakikatte bir ortaklığı yoktur. Ne vücutta, ne vücudun gayrında., isim
münasebeti, lafız ortaklığı bu bahsin haricindedir.
Allah-ü Taâlâ'nın sıfatı ve fiilleri; zatı
gibi, misilden ve keyfiyetten münezzehtir. Bunlarla, mümkinatın sıfatları ve
fiilleri arasında hiç bir münasebet yoktur.
Meselâ: Allah-ü Taâlâ'nın ilim sıfatını ele
alalım. Bu, onun kadim sıfatıdır. Hakikî manası ile basittir.. Onda bir taaddüd
ve çoğalma yoktur, isterse, taallukatın taaddüdü itibarı ile olsun. Zira orada,
basit olan bir inkişaf vardır. Ezelî ve ebedî malumat onunla inkişaf etmiştir.
Allah-ü Taâlâ, bu ilmi ile; bütün eşyayı,
kendilerine münasip ve zıd olan halleri ile, külliyatını ve cüz'iyatını,
onlardan her birine mahsus vakitlerde basit olan bir anda bilir.
Allah-ü Taâlâ, misal olarak şöyle
bilmektedir: Şu anda Zeyd mevcut, madum, cenin, sabi, şabb, şeyh, hay, meyit,
ayakta, oturmakta, bir yere dayanmış, yan yatmış, gülüyor, ağlıyor, lezzet
alıyor, elem çekiyor, aziz, zelil, berzahta, haşirde, cennette, lezzetlere
dalgındır.. Bu makamda, taallukun taaddüdü yine yoktur. Zira, taallukun
taaddüdü, onların dahi, mütaaddid olmasını ister; zamanların tekessürünü icap
ettirir. Halbuki burada basit bir andan başka bir an yoktur.. Taa, ezelden
ebede kadar böyle.. Asla onda bir taaddüd yoktur. Zira, Allah-ü Taâlâ üzerine
zaman yürümediği gibi, takaddüm ve taahhür dahi yürümemiştir.
Allah-ü Taâlâ'nın ilminin malumatla taalluku
olduğunu tesbit ettiğimize göre, bu taalluk dahi bir olur. Bu taalluk ile de,
bütün malumat ile mütaallik olur.
İşbu taallukun dahi, keyfiyeti bilinmez;
misalden ve keyfiyetten münezzehtir. Tıpkı: İlim sıfatı gibi..
Üstte yapılan tasvirin, uzak görülmesini bir
misal getirerek, def edelim; bunun için derim ki:
— Bir şahsın, kelimeyi; birbirinden ayrı
kısımları, başka başka halleri, birbirine zıd itibarları ile bir vakitte
bilmesi caizdir. Böyle olunca, o kelimeyi o vakitte; isim, fiil, harf, süiâsî,
rübaî, mureb, mebni, mütemekkin, gayr-ı mütemekkin, münsarif, gayr-ı münsarif,
marife, nekre, mazi, müstakbel, emir ve nehiy olarak bilir.
Üstte anlatılan mana açısından, o şahıs şöyle
diyebilir:
— Bütün bu kısımları ve itibarları kelime
mertebelerinde, bir vakitte tafsilatı ile görmekteyim..
Onun böyle demesi de yerindedir.
Üstte anlatılan mana açısından bakılınca:
Bütün zıdlar, mümkin mertebesinde olan bir şahsın ilminde olduğu tasavvur
edilir.. Peki, Vacib Taâlânın ilminde daha önce anlatıldığı gibi olması nasıl
uzak görülür?. En yüksek mesel Allah'ındır.
Şunun bilinmesi gerekir ki: Her nekadar
burada zıddiyet suret olarak var ise de, lâkin hakikatte aralarında zıddiyet
yoktur. Şöyle ki: Eğer Allah-ü Taâlâ, Zeyd'i bir anda mecud ve madum olarak
biliyorsa, ancak bunu şu anda şöyle bilmektedir: Zeyd, hicretten bin sene sonra
mevcud olacaktır. Daha önceki ademi de (yani: Yokluğu) bu muayyen seneden
evveldir. Bundan sonra ona gelecek adem ise.. bin yüz sene sonradır. Bu
durumda, zaman değiştiği için aralarında bir zıddiyet yoktur. Sair hallerde
dahi, bu kıyas sürdürülebilir. Anlamaya çalış..
***
Üstte yapılan tahkikten anlaşılıyor ki:
Allah-ü Taâlâ'nın ilmine mütagayyir cüz'iyata taalluku ile tagayyür şaibesi
düşmemiştir. Felsefecilerin sandığı gibi, onda bir hüdus zannı tevehhüm
edilemez. Zira tagayyür, ancak şu takdirde tasavvur edilir: Allah-ü Taâlâ'nın
ilmi, birine taalluk ettikten sonra, diğerine taalluk ederse.. Ama Allah-ü
Taâlâ'nın ilmi, hemen herşeye bir anda taalluk eder. Böyle olunca, onda
tagayyür ve hüdus tasavvur edilemez. Bu durumda taallukatın müteaddid olmasına
da hacet yoktur ki, tagayyür ve hudus bulunsun; o taallukata raci olsun; ama
ilim sıfatına değil., Tıpkı: Bazı mütekelliminin, felsefecilerin şüphesini def
etmek için yaptığı gibi..
Evet.. Malumat canibinde, taallukatın
müteaddid olduğunu isbat ettiğimiz zaman, bunun yeri vardır.
***
Allah-ü Taâlâ'nın kelâmı da böyledir; basit
bir birdir. Allah-ü Taâlâ, bu bir kelâmla konuşur. Hem de ezelden ebede kadar.
Eğer bir emir varsa, ondan neş'et eder. Eğer
bir nehiy varsa ondan neş'et eder. Eğer verilen bir malumat varsa., ondan
alınmıştır. Öğrenilecek bir durum varsa, ondan alınmıştır Eğer bir temenni
varsa, yine ondan istifade edilir. Eğer bir rica varsa, yine ondandır.
Bütün indirilmiş olan kitaplar, gönderilen
sahifeler. o kelâm-ı basitten bir varakadır.
Tevrat ondan tenassuh etmiştir.
İncil, lafız suretlerini ondan almıştır.
Zebur, ondan yazılmıştır.
Kur'an-ı Azimüşşan dahi ondan inzal
buyurulmuştur.
Bir şiir:
Elbet İlâh Mevlâmızın kelâmı vahid; Haktır,
lâkin oldu nüzulde müteaddid..
***
Allah-ü Taâlâ'nın fiili de birdir. Bütün bu
yapılanlar, o bir fiil ile mevcuddur. Şu âyet-i kerime bu manaya işarettir:
— «Emrimiz ancak birdir; gözle bir işaret
gibi..» (54/50)
Öldürmek ve diriltmek bu fiile bağlıdır.
Elem vermek, nimet ihsan etmek, yine bu
fiille olmaktadır.
Var etmek, yok etmek, yine bu fiilden
naşidir.
Burada dahi, fiile taallukatm taaddüdü isbat
edilemez. Bütün geçmiş ve gelecek mahlukat, kendilerine mahsus olan vakitlerde
bir taalluk ile mevcud olmuşlardır.
Anlatılan taallukun dahi, keyfiyeti meçhul
olup misli yoktur. Tıpkı: Allah-ü Taâlâ'nın kendi fiilinde olduğu gibi.. Zira,
keyfiyetten münezzeh olana, belli bir keyfiyetin yolu yoktur.
Sultanın ihsanını, ancak sultanın
taşıyıcıları taşıyabilir.
Eş'ari, Yüce Sultan Hakkın fiiline muttali
olmadığı için: Tekvin sıfatının ve Yüce Allah'ın ef'alinin hüdus olduğunu
söyledi. Amma anlayamadı ki: Bu hadisat, Yüce Allah'ın ezelî fiilinin eseridir;
fiillerinin kendisi değildir.
Bazı sofiyenin tesbit ettiği dahi bu
kabildendir. Yani: Tecelli-i efal olarak.. Ki o: Bu yerde, mümkinatın fiilleri
aynasında, Fail-i Hakikî'nin fiilinden başka bîr şey görmez.. Bu tecelli dahi,
Sübhan Hakkın fiil eserlerinin tecellisidir; fiilinin kendi tecellisi değil.
Zira, Yüce Hakkın fiili, misalden ve keyfiyetten münezzeh olup zatı ile kaim ve
kadimdir. Onun için:
— Tekvin..
Denir ki; muhdesatın aynaları onu alamayacağı
gibi: mümkinatın mazharlarında dahi, onun bir zuhuru yoktur.
Bir şiir:
Bu dar suret kabına mana mı sığar;
Yadlar kulübesinde sultan ne arar?.
***
Fakir'e göre: Tecelli-i ef'al ve tecelli-i
sıfat, tecelli-i zat olmadan tasavvur edilemez. Fiillere ve sıfatlara; Hazret-i
Zat'tan ayrılmak asla yoktur ki: Tecelli-i zat olmadan onların tecellileri
tasavvur edilsin.
Yüce Mukaddes Zat'tan ayrılan, ef'al ve
sıfatın zılâlidir. Böylece, o ayrılan, fiillerin ve sıfatın zılâl tecellisi
olmaktadır; fiillerin ve sıfatın tecellisi değildir. Amma, bu kemali, herkesin
idrâki alamaz..
— «Bu, Allah'ın fazlıdır; onu.dilediğine
verir. Ve Allah, büyük fazlın sahibidir.» (62/4)
***
Biz, yine asıl söze dönelim.. Deriz ki:
— Allah, hiç bir şeye hülûl etmediği gibi;
hiç bir şey dahi ona hülûl etmiş değildir.
Amma, Allah-ü Taâlâ eşyayı ihata etmiştir;
onlara bir yakınlığı, bir beraberliği vardır. Ne var ki; bu ihatayı, bu
yakınlığı, bu beraberliği kısa anlayışımızla idrâk edemeyiz. Böyle bir kısır
anlayış onun şanına lâyık değildir. Her ne şey ki, keşif yolu ile idrâk edilir
Yüce Allah, o şeyden münezzehtir. Çünkü: Yüce Hakkın zat, sıfat ve ef'alinden
yana; mümkinatın cehalet ve hayretten başka bir nasibi yoktur.
Hasılı: Gaybe İman edip, inkişaf edip meşhud
olanı:
- LÂ.. (Yoktur, değildir, olamaz..)
Kelimesi ile nefyetmek gerekir..
Bir şiir:
Nasıl nasıl avlasın bir kimse ankayı;
Bu işten geri dur, bırakıp yorulmayı.
Hazret-i Şeyhimizin mesnevisinden şu beyt, bu
makama münasiptir:
Bu saha yücelikte yüce; Dikkat, visal tamahı
nice?
***
İnanıyoruz ki: Allah-ü Taâlâ, eşyayı ihata
etmiştir; eşyaya yakınlığı vardır; onunla beraberdir. Lâkin, onun ihatasının,
yakınlığının ve beraberliğinin manasını ve nasıl olduğunu bilemeyiz.
İlmi olan ihata ve beraberlik müteşabih
tevilâtındandır; bu manada söz budur. Amma, biz onun taviline kail olanlardan
değiliz.
Allah-ü Taâlâ, hiç bir şeyle asla ittihad
etmemiştir. Hiç bir şey dahi, asla onunla ittihad etmiş değildir.
Bazı sofiyenin, ittihad vehmi veren
ibarelerinden muradları başkadır. Çünkü, onların muradları ittihad vehmi
doğurur. Burada, onların şu sözlerini murad ediyorum:
— Fakr hali tamam olunca, o Allah olur.
Bunun manası, daha çok şudur:
— Fakr hali tamama olur; sırf izmihlal,
katıksız bir silinme meydana gelirse., o zaman, baki kalan Allah-ü Taâlâ olur.
Zira, böyle bir şey küfür ve zındıklıktır.
Allah-ü Taâlâ, zalimlerin vehmettiği şeyden çok çok yücedir. Hazret-i Şeyhimiz
şöyle dedi:
— Enel-Hak.. İbaresinin manası:
— Ben Hakkım.
Demek değildir. Bunun asıl manası şudur:
— Ben madumum, Hak mevcuttur.
Sübhan Hakkın zatında, sıfatında, fiillerinde
tagayyür ve tebeddül yolu yoktur.
Kâinatın hadiseleri ile; zatında, sıfatında,
ef'alinde tagayyür olmayan; Yüce Zat, Sübhandır.
Sofiye-i vücudiyenin isbata çalıştığı
tenezzülât-ı hamse, vücup mertebesinde tagayyür ve tebeddül eden kabilden
değildir. Zira, öyle bir sözün isbatı küfürdür ve dalâlettir. Elbette, bu
tenezzülâtı, zuhurat mertebelerinde Yüce Hakkın kemali olarak itibar
etmişlerdir. Hem de, onun zatına, sıfatına ve fiillerine bir tagayyür ve
tebeddül düşürmeden..
Allah-ü Taâlâ, mutlak ganidir. Hiç bir şeye
asla muhtaç değildir. Hem de işlerin hiç birinde., ne zatında, ne sıfatında, ne
de fiillerinde. Allah-ü Taâlâ, vücudda muhtaç olmadığı gibi, zuhurda dahi,
muhtaç değildir. Bazı sofiyenin söylediği:
— Allah-ü Taâlâ, isimlerinin ve sıfatlarının
kemalâtının zuhuratında bize muhtaçtır.
Cümleden anlaşılan mana, Fakir'e cidden giran
gelmektedir. Bu manada itikadım şudur:
Mahlukatın yaratılmasından, mevcudatın
icadından maksad, kendilerine kemalât husulüdür. Yüce ve Mukaddes Zat'a ait
olan bir kemal husulü değildir. Nitekim şu âyet-i kerime, bu manayı teyid eder:
— «Cinni, insi bana ibadet etmeleri için
yarattım.» (51/56)
Yani: Bana karşı irfan sahibi olsunlar diye..
Bu manaya göre: Cinnin ve insin yaratılmasından maksad; kendilerinde marifetin
husule gelmesidir. Bu da, onların kemalidir. Yüce Mukaddes Sübhan Hakka ait bir
iş değildir.
Bir kudsî hadiste belirtilen:
— «Halkı bilinmem için yarattım.»
Manası şu demektir:
— Onların marifetleri için..
Amma şu demek olmaz:
— Sübhan Hak maruf olsun.. Onların marifeti
ile, kendisine kemal hâsıl olsun..
Allah-ü Taâlâ, böyle bir manadan yana çok çok
yüceliğin sahibidir.
Allah-ü Taâlâ, bütün noksan sıfatlardan
münezzeh ve müberradır. Hatta, hüdus namını almaktan da.. Bir cisim değildir.
Bir cisme, mekâna, zamana da bağlı değildir.
Bütünüyle kemal sıfatları Yüce Allah'ındır.
Onlardan sekizi, Yüce Zat varlığı üzerine zaid olarak vardır; şunlardır: Hayat,
ilim, kudret, irade, basar, sem', kelâm, tekvin.. (Sırası ile şu manayadır.
Canlı olmak, bilmek, güçlü olmak, dilemesi olmak, görmek işitmek, konuşmak,
kâinatı yaratmak..)
Bu sekiz sıfat hariçte mevcuttur. Amma,
ilimde, zat üzerine zaid bir vücudla mevcut, hariçte dahi ayniyle mevcut
değildir. Meselâ bazı sofiyenin zanna kapılıp şöyle dediği gibi değildir:
Taakkulde gayrıdır Sıfatı Hak zatın; Lâkin
taHakkukta aynıdır zat sıfatın..
Zira, böyle bir şey, hakikatta, sıfatı
nefyetmektir.
Mutezile ve felsefeciler misali, sıfatı
nefyedenler de ilmî tegayüre ve haricî ittihada kaildirler. Bunlar, ilmî
tagayürü inkâr etmedikleri gibi, şöyle de demiyorlar:
— İlim mefhumu, zat mefhumunun aynıdır veya
kudret, irade mefhumunun aynıdır.
Hatta şöyle diyorlar:
— Harici vücud itibarı ile aynıdır.
Ne var ki, bu durumda, harici vücudun
tegayürüne itibar etmemeleri sebebi ile, sıfatları nefyedenler zümresinden
çıkamıyorlar. İtibarî olarak tegayüre kail olmak, yani:
— Mefhum ve taakkul cihetinden.
Demek istiyorum, onlara hiç bir fayda
sağlamaz. Yani: Bilindiği gibi..
Allah-ü Taâlâ, kadimdir, ezelidir. Allah-ü
Taâlâ'dan başkası için, bir kıdem ve bir ezeliyet yoktur.
Kendilerine güvenilir kimselerden hemen
herkes bu hükümde birleşmişlerdir. Buna göre bir kimse:
— Allah-ü Taâlâ, kadim va ezelî değildir.
Derse, küfre düşmüş olur. Bu mana icabı
olarak, İmam-ı Gazali Rh. İbn-i Sina'nın ve Farabî'nin kâfir olduklarına kail
olmuştur. Hatta bunlara benzeyen diğerlerinin de.. Zira bunlar: Akılların,
nefislerin, heyulanın, suretin kadim olmalarına kail olmuş, semaların dahi,
içindekilerle birlikte kadim olduklarını söylemişlerdir.
Hazret-i Şeyhimiz, Allah sırrının kudsiyetini
artırsın; şöyle anlattı:
Şeyh Muhyiddin b. Arabî, kâmil zatların
ruhlarının kıdemine kaildir. Bu kelâmı, zahirî manasından alıp tevile
götürmeli. Taki: Ehl-i milel icmama aykırı düşmeye..
***
Allah-ü Taâlâ, kadirdir, muhtardır. İcab
şaibesinden münezzehtir. Istırar zannından dahi, beridir.
Ahmak felsefeciler, Vacib Taâlâ'dan ihtiyarı
atıp, icabı isbata çalıştılar. (Yani: Tercihe Hakkı olmadığını, belli şeyleri
yapmaya Mecbur olduğunu kabul ettiler.) Bunu da: Kemal icabıdır..
Şeklindeki bir zanna kapılarak yaptılar..
Bu sefihler, Vacib Taâlâ'yı muattal ve mühmel
kıldılar. Yeri ve semaları yaratan Yüce Zat'tan:
— Yaratılmış olanlardan başka bir şey sudur
etmemiştir. Dediler. Bu söz dahi, onlardan icab sebebi ile çıkmıştır. Ayrıca
bunlar, yaratılmışların varlığını akl-ı faale (bir bakıma mcieke kesb eden
akıla) bağlamışlardır. Bu tür akıl dahi, vehimlerinden başka bir yerde sabit
olmadığı gibi, kendilerine yaptığı bir şey de yoktur. Onların fasit
inançlarında Yüce Sübhan Hakka karşı bir alâka dahi yoktur. Bunun için de,
mustar kaldıkları zaman, akl-ı faale iltica ederler; asla Yüce Sübhan Hakka
müracaat etmezler. Zira onların fasit zanlarına göre; Yüce Sübhan Hakkın
hadiselerin meydana gelmesinde bir dahli yoktur. Fasit zanlarına göre:
Hadiselere icad eden, o akl-ı faaldir.
Onların bu fasit zanlarına göre: Akl-ı faale
dahi müracaat etmemeleri gerekir; zira onun da, belâlarını def etmekte bir
ihtiyarı yoktur.
Bu şakiler, fesatta ve ahmaklıkta,
dalâletteki fırkaların tümünden ileridirler. Zira, küffar, Allah-ü Taâlâ'ya
iltica eder; belânın defini ondan taleb ederler. Amma, bu sefihler öyle
değildir.
Diğer dalâlette kalan erbab-ı belâhet
fırkalara nazaran, bunlarda iki şey fazladan vardır:
BİRİNCİSİ: Ahkâm-ı münzeleyi inkâr eder kâfir
olurlar. Peygamberlerin haberlerine inatlasın düşman olurlar..
İKİNCİSİ: Tehlikeli maksat ve taleplerinin
isbatı için, batıl şahid ve deliller uydurup fasit mukaddimeler tertip
ederler..
Maksatlarının isbatı için, bunlardan sudur
eden fesat, asla hiç bir sefihten sudur etmemiştir.
Şöyle ki: Bunlar, işlerin oluşunu, semaların
ve yıldızların harekeline ve vaziyetlerine bağlamışlardır. Halbuki semalar ve
yıldızlar, bütün vakitlerde mustarip ve mütaharriktirler. Böylece, gözlerini,
semaları yaratandan, yıldızlan icad edip hareket ettiren ve kendi işlerini dahi
tedbir eden Yüce Zat'tan yummuşlardır. Hadiselerin oluşunu. Yüce Zat'a
dayandırmayı uzak bulmuş, ondan yüz çevirmişlerdir.
Bunların, akıldan uzaklığı o kadar çok ki!.
Bunların hizlanda kalışları, saadetten mahrum oluşları o kadar şaşırtıcı ki!..
Bunlardan daha sefihi ve daha ahmakı dahi,
onları zeki ve erbab-ı fatanet sayanlardır.
Bunların muntazam ilimleri arasında hendese
ilmi vardır. Bu dahi, anlatılan manada bir şey vermez; geçerli bir yanı da asla
yoktur.
Üçgen şeklin toplamı, üç dik çizginin ikisine
müsavi olması, ne şeye lâzım olur ve faydası nedir?.
Canları mesabesinde tuttukları şekl-i arusî
ve şekl-i memuni hangi garaza bağlıdır?.
Tıp ilmi, nücum ilmi, ahlâkı güzelleştirmek
ilmi, bunların en şerefli ilimleri arasında sayılır. Amma, bunların her biri
geçmişte gelen peygamberlerin kitaplarından aşırılmıştır. Resulûllah efendimize
ve onlara salât selâm.. Bunlarla, batıl işlerini terviç ettirmeye
girişmişlerdir.
Nitekim, İmam-ı Gazali Rh. Elmünkızü
mined-dalâl adlı eserinde bunları sarahaten anlatmıştır.
Delillerde ve burhanlarda, şeriat ehli ve
peygamberlere tabi olanların yanılması pek zararlı olmaz. Zira, bunların esas
işlerinin dayanağı, peygamberlere mü'cabaattir. Zira bunlar ancak, delilleri ve
burhanları; yüksek taleplerini isbat için getirirler ki bu: Teberru yolludur.
(Yani: Hiç de kendilerine böyle bir şey vacip değildir.) Halbuki, onlara
yeterli olan, o büyük zatlara uymaktır.
Bu şakilere gelince, boyunlarını uymak
bağından sıyırdılar; delillerle de isbat yoluna saptılar. Böylelikle de, hem
dalâlette kaldılar; hem de başkalarını dalâlete sürüklediler..
Eflatun, bu hizlanda kalanların en büyükleri
idi. İsa'nın a.s. daveti kendisine ulaştığı zaman, şöyle dedi:
— Bizler, hidayeti bulmuşuz; bize hidayet
edecek kimseye ihtiyacımız yoktur.
— (Yahut şöyle demiştir:
— Biz tehzip olmuş (pâklenmiş) kimseleriz;
bizi tehzip edecek kimseye ihtiyacımız yoktur.)
Bu ne sefihlik, bu ne şekavet!. Şu cihetten
ki: Bir şahsı duyuyor ki; ölüleri diriltiyor, anadan doğma körün gözünü açıyor,
abraş illetine tutulanı iyi ediyor. Bütün bunlar da, onların hikmetlerinin
dışındadır. Bununla beraber, üstteki cevabı veriyor. Hem de hiç görmeden,
halini inceleyip anlamadan, siretini mülâhaza etmeden.. Böyle biri ise., inadın
ve sefahetin bütünüyle kendisinde bulunmasından ileri gelir..
Bir şiir:
Sefihliktir felsefe ekseriyetle, hem de;
Tümü, zira her hüküm ekseriyetedir de..
Allah-ü Taâlâ, onların kötü itikadlarının
zulmetinden bizleri kurtarsın..
***
Oğlum Muhammed Masum, bugünlerde, Şerh-i
Mevakıf'den Mebhas-i Cevahiri tamamladı. Dersi esnasında, bu sefihlerin
kabahatlerini izah etti. Bunun için, çok faydalar terettüb etmiştir.
Bir âyet-i kerime meali:
— «Allah'a hamd olsun ki: Bizi buna
kavuşturdu. Allah bize hidayet etmeseydi; biz buna kavuşamazdık. Rabbımızm
resulleri gerçeği getirdi.» (7/43)
***
Muhyiddin b. Arabi'nin, Allah sırrının
kudsiyetini artırsın: ibareleri de icaba nazırdır. Kudret manasında,
felsefecilerle bir uyar tarafı vardır. Şöyle ki: Kadir Muhtar zat için, bir
şeyi terki sağlıklı görmez. Fiil tarafının lüzumlu olacağına inanır. Şaşılacak
durum şu ki: Şeyh, keşif nazarında, makbullerden görülmektedir.
İlimlerinin pek çoğu, ehl-i hak görüşlerine
muhalif olup doğrunun gayrı hata zuhur eder. Amma, herhalde, keşfe dayalı
hatada mazur olmalıdır, îçtihaddaki hata misali, ondan ayıplama kalkmalı:
ayıplanmamalıdır.
Bu, Fakir'e has olan Şeyh Muhyiddin b. Arabi
Hakkındaki itikaddır. Kendisinin, makbullerden olduğuna itikad ediyorum. Ama
muhalif ilimlerini, hata ve zararlı görüyorum.
Bu taifeden bir kavim, Şeyh Muhyiddin b.
Arabi'ye atmaktadırlar ve onu bütün ilimlerinde hatalı bulmaktadırlar.
Bu taifeden bir başka cemaat ise.. Şeyh
Muhyiddin b. Arabi'ye uymayı tercih edip onu bütün ilimlerinde isabetli itikad
ederler. Delillerle, şahidlerle haklı olduğunu isbata çalışırlar.
Hiç şüphe yok: Her iki taraf da, onun
Hakkında ifrat ve tefrit tarafını seçmişlerdir. Orta halli olmayı
bırakmışlardır; ondan ayrılmışlardır.
Şeyh Muhyiddin b. Arabî, makbul velîlerden
olduğu halde, keşfe dayalı hata sebebi ile nasıl reddedilir?.
Savaptan uzak, ehl-i hak görüşlerine aykırı
olan ilimleri, katıksız bir şekilde uyularak nasıl kabul edilir?.
Bu hususta hak olan orta halli olmaktır. Ki
Allah-ü Taâlâ, ihsanı ve keremi ile beni muvaffak eylemiştir.
Evet..
Bu taifeden büyük bir topluluk, Şeyh
Muhyiddin b. Arabi ile, vahdet-i vücud meselesinde müşterektir.
Her ne kadar Şeyh'in bu meselede kendine has
bir tarzı var ise de, sözün aslında onlar beraberdirler.
Bu mesele dahi, her nekadar ehl-i Hakkın
inançlarına aykırı ise de, lâkin bir tevcih tevil yanı vardır. Onunla bir
birlik kurulabilir.
Bu Fakir, Allah'ın inayeti ile, Hazret-i Şeyhimizin
rübaiyet şerhinde bu meseleyi, ehl-i hak itikadına mutabık getirdi; aralarını
birleştirdi ve iki tarafın niza halinde olduklarını lafza aktardı. Her iki
tarafın da şek ve şüphelerini halletti. O kadar ki: O meselede, şek ve şüphe
yeri kalmadı. Bu durum, oraya bakanlara gizli bir şey olmaz.
Bilinmesi gerekir ki;
Bütünüyle mümkinat ki: Cevherleri, arazları,
cisimleri, akılları, nefisleri, felekleri, unsurları ite, bir Kadir Muhtar
Zat'ın yaratmasına dayanmıştır. O Yüce Zat: Bunları ketm-i ademden bu vücud
meydanına çıkarmıştır.
Bunların tümü, icad işinde nasıl Yüce Hakka
muhtaç iseler: aynı şekilde, beka işinde dahi o Sübhan Zat'a muhtaçtırlar.
Allah-ü Taâlâ sebeplerin ve vasıtaların
varlığını, kendi fiilinin yüzüne bir peçe yaptı. Hikmeti dahi, kudretine
kubbeler eyledi. Amma, sebepleri, kendi fiilinin sübutuna delil, hikmeti dahi,
kudretinin varlığına bir vesile kıldı.
Basiretleri, peygamberlerin mütabaat sürmesi
ile sürmelenen erbab-ı fetanet bilirler ki: Sebepler ve vesileler vücutta
Allah-ü Taâlâ'ya muhtaçtırlar ve onlara, Allah-ü Taâlâ'dan gelen ve onunla olan
bir sübut ve kıyam vardır.
Ve.. Onlar hakikatta sırf cemadat iken, kendi
gibi bir başka şeye nasıl tesir edebilirler?. Nasıl bir hadise olarak, icad
edip meydana getirirler?. Elbette, bu sebeplerin ötesinde bir Kadir Zat var ki,
o şeyi icad eder ve ona lâyık olan kemalâtı verir.
Görmez misin ki.. Akıllı olan kimseler, sırf
cemad olan bir şeyden bir fiil gördükleri zaman, zihinleri, ondan geçip onun
asıl failine ve muharrikine intikal eder:
Zira onlar bilirler ki: Bu fiil, o cemadın
havsalasında olan bir şey değildir; elbette onun ötesinde, bu fiilin bir mucidi
vardır.
Akıllı zatlar katında, cemad olan şeyin bir
fiili, Fail-i Hakikî'nın fiiline bir peçe olamaz. Hatta o fiilin, sudur yerinin
cemadiyet olması dahi, Fail-i Hakikî'nin varlığına bir delil olur.
Bu mana böyledir..
Evet..
Cemadatın fiili, Fail-i Hakiki'nin fiiline
bir nikahtır; ama eblehin nazarında.. Gabavetinin tam oluşundan, bu fiilin
ondan suduru dolavısı ile, onu kudret sahibi sanır ve Fail-i Hakikî'ye karşı
kâfir olur.
Bir âyet-i kerime meali:
«Çoğu onunla hidayet bulduğu gibi, çoğu da
onunla dalâlete düşer.» (2/26)
Üstte anlatılan bilgi, nübüvvet kandilinden
alınmıştır: herkesin anlayışı onu kavrayamaz. Bunun için görürsün ki: Bir
taife; kemali sebeblerin kaldırılmasında ve eşyanın Sübhan Hakka bağlanmasında
bilirler. Hem de başta ve sebeplere tavassut etmeden.. Ama anlayamazlar ki:
Sebepleri kaldırmak, zımnında sayısız yararlı işler bulunan hikmeti
kaldırmaktır.
Bir âyet-i kerime meali: .
— «Rabbimiz, sen bunu batıl olarak
yaratmadın..» (3/191)
Nasıl böyle olmasın ki; peygamberler dahi bu
sebeplere riayet ederlerdi. Bu riayetle beraber, işlerini Sübhan Hakka
ısmarlarlardı.
Nitekim, Yakub a.s. göz değmesini düşünerek,
çocuklarına vasiyet edip şöyle dedi:
— «Ey oğullarım, bir kapıdan girmeyiniz ayrı
ayrı kapılardan giriniz.» (12/67)
Onda sebeplere karşı bu riayet var iken,
işini Hakka ısmarlayıp şöyle dedi:
— «Allah'tan gelen biç bir şeyi sizden
alamam; hüküm ancak Allah indir. Ona tevekkül ettim; tevekkül edenler, ancak
ona tevekkül etsinler.» (12/67)
Sübhan Allah, onda görünen bu bilgiyi tasvip
etti; güzel buldu ve zatına bağlayıp şöyle buyurdu:
— «Şüphesiz o, kendisine öğrettiğimiz şey
için ilim sahibi idi. Lâkin, insanların pek çoğu bilemezler.» (12/68)
Ayrıca Sübhan Hak, Kur'an-ı Mecid'inde
Resulûllah S.A. efendimize yaptığı şu hitapla dahi, sebeplerin tasavvutuna
işaret etmiştir:
— «Ey Peygamber, sana ve sana tabi olan
müminlere Allah yeter.» (8/64)
***
Şimdi söz, sebeplerin tesirine geldi.
Caizdir ki: Allah-ü Taâlâ, bazı vakitlerde,
sebeplerde tesir halk eyleye.. o dahi bu şekilde müessir ola..
Yine caizdir ki: Allah-ü Taâlâ. bazı
vakitlerde onlarda tesir halk etmeye., zarurî olarak, onlarda hiç bir tesir
terettüb etmeye..
Nitekim, bu manayı biz, bazı vakitlerde
müşahede etmekteyiz..
Bazı sebeplere, dolayısı ile meydana
geldikleri şeylerin vücudu terettüb eder. Bazı zamanlar dahi, onlardan yani hiç
bir eser zahir olmaz.
Sebeplerin tesirini mutlak surette inkâr
etmek, inaddır. Tesire kail olmalı ve itikad etmeli ki: Bu tesirin meydana
gelmesi, sebebin vücudu gibi, Sübhan Allah'ın icadıdır.
Bu meselede, Fakirin görüşü budur; en iyisin
Sübhan Allah bilir.
***
Üstte anlatılan beyandan anlaşıldı ki:
Sebeplere yapışmak, tevekküle münafi değildir. Tıpkı: Nakıs olanların sandığı
gibi.. Elbette, sebeplere yapışmak, tevekkülün kemalidir. Zira, Yakub a.s.
sebeplere riayet üzerine tevekkülü itlak eyledi. Hem de, işleri Hakka
ısmarlamak sureti ile.. Ki şöyle dedi:
— «Ona tevekkül ettim; tevekkül edenler ancak
ona tevekkül etsinler..» (12/68)
***
Allah-ü Taâlâ, hayrı da, şerri de iradesi ile
murad eder; her ikisinin de yaratıcısıdır. Lâkin, hayra rızası vardır; şerre de
rızası yoktur.
İrade ile rıza arasında ince bir fark vardır.
Sübhan Allah, bu fark yolunu, ehl-i sünnete hidayet eylemiştir. Sair fırkalar,
bu fark yolunda hidayet bulamadıkları için, dalâlette kalmıştır. Bu manadan
olmak üzere, Mutezile şöyle demiştir:
— Kul, fiilinin halikıdır.
Böylelikle, küfürün ve masiyetlerin icadını
kula bağlamıştır. Şeyh Muhyiddin Ks. ve ona tabi olanların kelâmında dahi şu
mana anlaşılıyor:
— İman, Hadi isminin gereğidir; keza yararlı
ameller de.. Küfür ise.. Mudili isminin gereğidir; keza masiyetler de..
Bu kelâm, ehl-i Hakkın üzerinde durduğu
manaya aykırıdır. Ve bunda, icaba meyil vardır; zira, onun menşei rıza oluyor..
Tıpkı:
— Doğmak güneşin gereğidir..
Dendiği gibi..
***
Allah-ü Taâlâ, kullarına kudret ve irade
vermiştir. İhtiyarları ile, kudrete ve iradeye göre fiilleri işlerler.
Fiillerin yaratılması, Allah-ü Taâlâ'ya
bağlanmıştır; onların Kesbi ise., kullara bırakılmıştır.
Sübhan Allah'ın âdeti şöyle cereyan eder:
Kul bir şeyi yapmak istediği zaman, onun
sebeplerine teşebbüs edince, Allah-ü Taâlâ'nın yaratması o yapılacak işe
taalluk eder.
Eğer o fiilin kuldan süduru kasdı ve ihtiyarı
ile olmuşsa., ona taalluk eden şunlardır: Medih, zemm, sevap, ikap..
— Kulun ihtiyarı zaiftir.
Şeklinde söylenen cümleye gelince.. Eğer
bundan murad:
— O, Allah'ın iradesine nisbetle zaiftir..
Demeğe geliyorsa., bu doğrudur. Şayet:
— Emr olunduğu fiili yapmaya yeterli
değildir.
Demeğe geliyorsa., böyle bir şey sahih olmaz.
Zira, Allah-ü Taâlâ, hiç bir kula, gücünün yetmeyeceği şeyi teklif etmez.
Hatta, Allah kolaylığı murad eder; zorluğu murad etmez..
Bu bapta asıl söz şu ki:
Muvakkat fiile, ebedî ceza verilmesinin
hikmeti.. Yüce Hakkın takdirine ve ilmine göredir. Allah-ü Taâlâ, muvakkat
küfür üzerine gelen muhalled ceza için şöyle buyurdu:
— «Uygun bir ceza..» (78/26)
Aynı şekilde, daimî lezzetleri dahi muvakkat
iman sebebi ile verdi; ona müretteb kıldı. Bu manada da bir âyet-i kerime
şöyledir:
— «Bu, mutlak galib, herşeyi Hakkı yi e bilen
Allah'ın takdiridir.» (36/38)
Lâkin, Allah-ü Taâlâ'nın ihsan ettiği başarı
ile biliyoruz ki:
Allah-ü Taâlâ'ya nisbetle küfrü tercih etmek;
hem de o, zahir ve batın nimetlerin sahibi, yerin ve semaların yaratıcısı, her
ne çeşit kemal ve azamet varsa, onun için sabit olduğu halde., iktiza eder ki:
Bu küfrün cezası en şiddetli ikap, cehennemde dahi ebedî kalmak ola..
Böyle şanı büyük nimet ihsan eden Zat'a iman
edip onu tasdik etmek dahi öyledir. Bütün şeytanın, nefsin sıkıntısı, sair
kevnî şeylerin mümanaatı varken., bu durumda ister ki: Bu imamn mükâfatı dahi,
mükâfatların en faziletlilerinden ola.. Bu dahi, cennetlerde nimetlere ve lezzetlere
dalıp ebedî kalmaktır.
Meşayihten bazısı şöyle demiştir:
— Cennete girmek, hakikatta Yüce Hakkın
fazlına kalmıştır, imana bağlı olması şu manaya göredir ki; amellerin mükâfatı
daha lezzetli ola..
Fakir'e göre de, mana şudur:
Cennete girmek imana bağlıdır. Lâkin iman
dahi; Mennan Zat'in fazlı, kerem ve ihsan sahibinin karşılıksız bir iyiliğidir.
Cehenneme girmek ise., küfre bağlıdır. Küfür
dahi, nefsin nevasından ve tuğyanından gelir,. Bu manada şu âyet-i kerime
vardır:
— «Sana isabet eden iyilik Allah'tandır; sana
isabet eden kötülük ise.. nefsindendir..» (4/79)
Şunun bilinmesi yerinde olur ki: cennete
girmek imana bağlıdır Hakikatte, imana tazim, kendisine iman edilen Yüce Zat'a
olan bir tazimdir. Bunun için de, böyle kadri azim bir ecir terettüp eder.
Cehenneme girmek dahi, küfre bağlıdır. Bu
dahi küfrü tahkir içindir. İmana nisbetle, küfre düşenin noksanlığını
belirtmektir. Dolayısı ile, böyle daimî bir ceza terettüb etmiştir.
Bu görüş, bazı meşayihin sözü hilâfına olup
o, böyle bir incelikten halidir.
İman için, anlatılan şekil, küfrün muadili
olan cehenneme girmekte yürümez. Zira cehenneme girmek, hakikatte küfre
bağlıdır.
Bu hususta, doğruyu ilham eden Sübhan
Allah'tır.
Müminler, âhirette cennet içerisinde, Sübhan
Hakkı göreceklerdir. Hem de cihetsiz, misilsiz ve benzersiz..
Ehl-i sünnetin dışında, kitaplısı, kitapsızı,
bütün fırkalar bunu inkâr ettiler. Zira onlar, cihetsiz ve şekilsiz olarak
rüyete cevaz vermiyorlar..
Hatta Muhyiddin b. Arabi, uhrevi rüyet
tenezzülünü, neshedip surî tecelliye indirdi. Bundan başka tecelliyi dahi caiz
görmüyor.
Hazret-i Şeyhimiz, bir gün, Şeyh Muhyiddin b.
Arabi'den naklen şöyle dediğini anlattı:
— Eğer Mutezile rüyeti tenzih mertebesi ile
kayıtlamamış olup teşhibe kail olsalardı; rüyeti dahi bu tecellinin aynı olarak
tasavvur etmiş olsalardı, asla rüyeti inkâr etmezlerdi ve onu muhal
görmezlerdi. Yani: Onların, rüyeti inkâr etmeleri, cihetsiz ve keyfiyetsiz
olduğu içindir. O da, bu tecellinin hilafınadır. Çünkü cihet ve keyfiyet bunda
mülâhaza edilmiştir.
Şu gizli kalan bir şey değildir ki: Uhrevi
rüyeti, surî tecelliye indirmek, hakikatta onu inkâr etmektir. Burada anlatılan
suri tecelli, her nekadar, dünyaya ait surî tecellilere mugayir ise de, Yüce
Hakkın da rüyeti değildir.
Bir şiir:
Müminler onu görecek, yeliyet muhal;
Ne idrâk vardır, keza ne de darbı misal..
***
Peygamberlerin gönderilmesi, âlemlere
rahmettir. Onlara salât ve selâm..
Eğer bu büyüklerin vasıtalığı olmasaydı;
Vacib'ül-vücud Hakkın zatına vasıtasını bilmeyi kim bize delâlet edecekti?.
Şanı Yüce Mevlâ'nın razı olduğu şeylerle,
razı olmadığı şeyleri bize kim ayırd edecekti?.
Zira, noksan akıllarımız, onların davet nuru
olmadan, bu gibi manaları anlamaktan yana çok uzaktır. O büyüklere uymak
olmadan, bu gibi muameleyi anlamaktan yana fehimlerimiz kusurludur.
Evet..
Akıl dahi bir hüccettir; ama hüccet olmakta
tam değildir. Buluğ mertebesine de ulaşmamıştır. Asıl hüccet-i baliğa (yeterli
hüccet) peygamberlerin gönderilmesidir. Onlara selâm.. Âhirete ait sevap ve
azap onların gönderilmesine bağlıdır.
Burada şöyle bir şey sorulabilir:
— Âhiretin daimî azabı, peygamberlerin
gönderilmesine bağlı olduğuna göre, bu bi'setin (peygamber gelmesinin) âleme
rahmet olduğunun manası nedir?.
Buna şu cevabı veririm:
— Bi'set aynı rahmettir. Çünkü o: Yüce
Mukaddes Vacib'ül-vücud'un zatını ve sıfatını bilmeye sebeptir. Dünya ve âhiret
saadetini de tazammum etmiştir. Bu bi'set devleti ile, onun Yüce Mukaddes
Zatına lâyık olanla, ona lâyık olmayan ayırd edilmiştir. Zira bizim kör ve
aksak akıllarımız, imkân ve hüdus damgası ile damgalanmıştır. Bu durumda,
Hazret-i Vücub'un kıdem levazimi arasında bulunan esma ve sıfatını nasıl bilir
ve nasıl idrâk eder?.. Bu arada, ona münasip düşmeyeni nasıl bilir?. Ta ki:
— Şu ona lâyık.
Deyip itlak eylesin; sonra:
— Şu dahi ona yakışmaz..
Diyerek kaçınsın.. Hatta o, noksan durumu
dolayısı ile, çoğu kez; kemali noksan, noksanı dahi kemal sanır..
Peygamberlerin gelmesi ile, üstte anlatıldığı
gibi hâsıl olan temyiz, Fakir katında, zahir ve batın nimetlerin en büyüğüdür.
Saadet mahrumiyeti cihetinden en zorlu olan o kimsedir ki: Yüce Mukaddes Hakka
lâyık olmayan şeyleri isbat eder; ona lâyık olmayan şeyleri bağlar..
Hakkı batıldan ayırd eden bi'settir.
İbadete müstahak olanla, ibadete müstahak
olmayanı ayırd eden yine bi'settir.
O vasıta ile, kullar Yüce Hak yoluna
çağırılır.. Mevlâ'nın yakınlık saadetine ve vuslatına onunla ulaşırlar.
Daha önce de anlatıldığı gibi, Şanı Yüce
Mevlâ'nın razı olduğu işlere muttali olmak onunla müyesser olur.
Yüce Hakkın mülkünde tasarrufun caiz olanı
ile tasarrufun caiz olmayanı yine onunla ayırd edilir..
Hülâsa: Bi'sette bu misilli faydalar pek
çoktur.
Buraya kadar anlatılan manalardan anlaşılıyor
ki: Bi'set âlemlere rahmettir.
Bir kimse, nefsine boyun eğer; Lain Şeytan'ın
hükmüne tabi olarak bi'seti inkâr eder ve bi'setin hükmü iktizasına göre amel
etmezse bunda bi'setin günahı ne?. Onun hizlanı sebebi ile, nasıl bi'set rahmet
olmaz?.
Burada şöyle bir şey sorulabilir:
— Şanı Yüce Allah'ın hükümlerini bilmek
Hakkında, aklın tam olmadığını, haddi zatında noksan olduğunu kabul ettik. Ama,
tafsiye ve tezkiyeden sonra; neden akıl için keyfiyetsiz olarak vücup mertebesi
ile ittisal hâsıl olmuyor ki; bu münasebet ve ittisal ile hükümleri oradan
ala.. Böylelikle de, arada melek vasıta olan bi'sete ihtiyaç kalmaya..
Bunun için şu cevabı veririm:
— Akıl için, her nekadar münasebet ve ittisal
hâsıl olsa da, bu heyulanı cisimle tamamen alâkası zail olmaz. Tam bir mücerred
olmak onun için hâsıl olmaz. Kuvve-i vehmiye daima onun peşindedir.
Kuvve-i hayaliye asla onun hayal eteğini
bırakmaz.. Kuvve-i gazabiye ve şeheviye bütün zamanlarda onun iki arkadaşıdır.
Hırs ve tamah rezilleri onun iki nedimidir
her zaman..
Daima, insan nev'inin levazimi sayılan
yanılmak ve unutkanlık ondan kopmaz:
Bu hayatın özelliği sayılan hata ve yanlışlık,
ondan hiç ayrılmaz..
Durum yukarıda anlatıldığı gibi olunca, akla
dayanmak yerinde ve uygun olamaz. Onun vasıtası ile alman hükümler dahi, vehmin
sultasından, hayalin tasarrufundan, hata şaibesinden, nisyan zannından masum
olamaz.. Amma melek, böyle değildir. O, bu vasıflardan münezzehtir; anlatılan
düşük durumlardan münezzehtir. Bunun için de itimada hak kazanır. Ondan alman
hükümler, vehim, hayal şaibesinden, haya ve nisyan zannından masundur.
Bazı vakitlerde hissolunduğuna göre:
Ruhanîlerin telakkisi ile alman hükümlere, onlardan alman maarife; onlarm
tebliği esnasında kuvveler ve hisler yolu ile, doğru olmayan bazı kabul edilen
mukaddimeler eklenir. Ki onlar; vehim, hayal ve bunlardan başka yolla hâsıl
olmuştur. Yani: Gayr-ı ihtiyari.. O derecede ki; onların o vakitte, anlatılan
hükümden ayırd edilmesi mümkün olmaz. Çok kere bir başka vakitte temyiz
edildiği vaki olduğu gibi; hiç temyiz edilemediği de olur.
Bu durumda, hiç şüphe yok ki; anlatılan
mukaddimelerin karışması ile, o ilimlere yalan şekli arız olur. Bu durumda,
dahi onu itimat edilir halden çıkarır.
Bu cevabı şöyle de verebiliriz:
— Tezkiyenin ve tasfiyenin hâsıl olması,
yararlı amelleri işlemeye bağlıdır. Ki bunlar, Sübhan Hakkın razı olduğu
işlerdir. Bunu bilmek de, daha önce anlatıldığı gibi. bisete bağlıdır. Yani:
Peygamberlerin gelmesine.. Tasfiyenin ve tezkiyenin hakikatinin husulü, bi'set
olmadan mümkün değildir.
Küffar ve f asıklar için hâsıl olan safaya
gelince., bu: Nefsin safası olup kalbin safası değildir. Nefsin safası ise.,
dalâletten başka bir şey artırmaz; hüsrandan başka bir şey getirmez..
Kâfirlere ve fasıklara, nefislerinin
tasfiyesi vaktinde hâsıl olan bazı gaybî işlerin keşfi, onlar için istidractır.
Bununla onların helak olup hüsrana düşmeleri kasd olunur.
Allah-ü Taâlâ. bizleri böyle bir beliyyeden
korusun.
Seyvid'ül-mürselin hürmetine.. Ona salât ve
selâm olsun.
***
Üstte yapılan tahkikattan anlaşıldığına göre:
bi'set yolu ile, sabit olan şer'î teklifler aynı şekilde rahmettir.
Zındıklardan ve mülhidlerden bazı münkirlerin itikad ettiği gibi; külfet ve
gayr-i makul değildir. Hatta şöyle de dediler:
— Bu ağır işleri kullara yaptırmanın şefkat
neresinde?. Sonra da onlara şöyle deniyor:
— Bu teklif iktizasına göre amel eden cennete
girer; ona aykırı hareket eden dahi cehenneme girer.
Niçin onları teklifsiz bırakmıyorlar?. Hatta
onları öyle bırakmalılar ki; yesinler, içsinler, akıllarına göre yürüsünler;
tabiatlarının iktizasına göre hareket etsinler..
Bunları böyle derler de, hiç bu hüsrandaki
habisler bilmezler ki: Aklı başında olan için, nimet verene şükretmek vaciptir.
Bu şer'i tekler dahi, o şükrün eda edilişini beyandır. Böylece o teklifin
aklen, vacib olduğu anlaşılır.
Yine bilmezler mi ki: Bu âlemin nizamı,
işlerinin intizamı, bu tekliflere bağlıdır. Herkes haline terk edilir ve
tabiatına göre hareket etmeye bırakılırsa., şerden ve fesattan başka zahir olan
bir şey olmaz. Her hevese gelen, bir başkasının canına ve malına saldırır.
Şer'i tedbirler olmayınca: habaset ve fesat kendisine üstün gelir; kendini
kaybeder; hatta başkalarını da.. Bu gibi şeylerden Allah-ü Taâlâ'ya sığınmak
gerek.. Bir âyet-i kerimede şöyle buyuruldu:
— «Sizin için kısasta hayat vardır ey akıl
sahipleri..» (2/179)
Bir şiir:
Sarhoş zenci Kabe haremine kusardı;
Hakimin, cop ardına saklı olmasaydı..
Şu cevabı vermemiz de mümkündür:
— Allah-ü Taâlâ, mutlak hâkimdir. Kullar dahi
bütünüyle, o Sübhan'ın mallarıdır. Bu durumda, onlara her ne hüküm icra
ederse., her ne tasarrufu olursa., o aynen hayırdır. Ve., bu işlerde de o Yüce
Zat, zulüm şaibesinden ve fesattan münezzehtir. Şu âyet-i kerime bu manayı
anlatır:
— «Yaptığından sual edilemez..» (21/23)
Bir şiir:
O kimdir, söz eder işi Hakkında;
Ey sözcü, rıza ve teslim dışında..
***
Bütünüyle cehenneme koysa., onlara ebedî
azapla azap etse., bunun için, hiç bir itiraza mahal yoktur. Zira bu,
başkasının mülkünde bir tasarruf değildir ki; onda bir zulüm şaibesi olsun.
Ama, bizim mülkümüzdeki tasarruflarımız böyle değildir; şundan ki, bunların
hemen hepsi, hakikatte Allah'ın mülküdür. Onlarda yanlış yapılan bir tasarruf,
aynen zulümdür.
Çünkü, şeriat sahibi bu mülkü, ancak bazı
maslahatlar için bize bağladı.. Amma hakikatte, bütün mülk, Yüce Allah'ındır.
Bizim ondaki tasarrufumuz, ancak, Mutlak Malik'in bize cevaz verdiği ve mubah
ettiği kadardır.
Bu büyük zatların haber verdiklerinin tümü,
Allah'ın bildirmesi iledir.
Hükümlerden yana her ne haber vermişlerse..
doğrudur ve vakıalara mutabıktır. Her nekadar, ulema, onların içtihada dayalı
hükümlerinde hataya cevaz vermişlerse de; hata üzerinde kararlı olacaklarına cevaz
vermemiş, şöyle demişlerdir:
— Hemen onlar ayıktırırlar; bir erteleme
olmadan doğruya kavuştururlar.
Şüphesiz, böyle bir şey de hatadan sayılmaz..
***
Kâfirlere ve müminlerden bazı asi kimselere
kabir azabı olacağı haktır.
Bunun böyle olacağını, Muhbir-i Sadık
Resulûllah S.A. efendimiz haber vermiştir.
***
Kabirde, müminlere've kâfirlere Münkir Nekir
meleklerin suali de haktır.
Kabir, dünya ile âhiret arasında bir
berzahtır.
Kabir azabı bir bakıma dünya azabına benzer
ki, inkıta kabul eder. Bir bakıma da âhiret azabına benzer.. Amma, hakikatta
âhiret azabına benzer.. Bu manada gelen şu âyet-i kerime, kabir azabı
Hakkındadır:
— «Sabah akşam ona uğrarlar..» (40/45)
Kabir rahatının da iki ciheti vardır.
Said olan o kimsedir ki; zelleleri ve
masiyetleri, kerem kemali ve merhameti icabı olarak, bağışlanır ve muaheze
olunmaz.. Eğer muhaze olunursa., dünya elemleri ve mihnetleri onun için bir
muahaze olur ki; burada çektikleri için günahları kefaret olur. Bu dahi
rahmetin kemalindendir. Şayet ondan bir bakiye kalmış ise., orada hazırlanan
mihnet ve kabir sıkıntısı kefaret olur. Böylece, mahşere pâk ve temiz olarak
çıkar..
Şayet bir kimse, anlatılan muameleye tabi
olmaz ve azabı âhirete tehir edilirse., bu dahi aynı adalettir. Lâkin asilere
ve hatalılara yazıktır.
Bir kimse, Ehl-i İslâm ise., onun sonu
rahmete çıkar., ebedî azaptan mahfuz tutulur. Bu dahi, büyük bir nimettir.
Bir âyet-i kerime meali:
— «Rabbımız, nurumuzu tamamla; bizi bağışla.
Şüphesiz sen her şeye kadirsin..» (66/8)
Seyyid'ül-mürselin hürmetine.. Ona ve
öbürlerine salât ve selâm olsun..
***
Kıyamet günü haktır.
Semalar, yıldızlar, dağlar, denizler,
hayvanlar, bitkiler, madenler yok olup bir şey olmayacaklar.
O gün, semalar parçalanacak, yıldızlar
dağılacak, yer ve dağlar toz olup atılacak..
Bu yok olup tükenmeler, birinci nefhada
olacaktır.
İkinci nefhada ise., yaratılmışlar
kabirlerinden kalkacak; mahşer yerine gidecekler.
Felsefeciler, semaların ve yıldızların fena
bulup fesada varmasına cevaz vermeyip onların ezeliyetine ve ebediyetine kail
olurlar. Bununla beraber, onların son gelenleri kendilerini Ehl-i İslâm
zümresinden saymıştır. Bazı îslâmi hükümleri de yerine getirirler. Yani:
Onlarla amel ederler.
Şaşılacak durum şu ki: Ehl-i İslâm'dan
bazıları bu manayı, onlardan yana olup nasıl da tasdik eder?. Hiç sakınmadan da
onları Müslüman kabul eder..
Bundan daha da şaşılacak bir durum var ki:
Müslümanlardan bazısı, bu cemaattan bazılarının Müslümanlığını kâmil sanır ve
onlara taan edip ayıplamayı kötü görür. Halbuki onlar, kat'î nasları inkâr edip
peygamberlerin icmaını inkâr ederler.. O peygamberlere salât ve selâm olsun..
Bu manalar üzerine Allah-ü Taâlâ, şöyle
buyurdu:
— «Güneş durulduğu zaman; yıldızlar döküldüğü
zaman..» (81/1-2)
Diğer âyet-i kerime de ise, şöyle buyurdu:
— «Gök yarıldığı, Rabbını dinleyip boyun
eğdiği zaman..» (84/1-2)
Diğer âyet-i kerimede ise.. Allah-ü Taâlâ
şöyle buyurdu:
— «O gün, sema açılıp kapı kapı olmuştur.»
(78/19)
Yani: Yarılmıştır.
Kur'an-ı Kerim'de buna benzeyen âyet-i
kerimeler çoktur. Acaba onlar, bilmezler mi ki: İslâm'da yalnız kelime-i
şehadeti söylemek yeterli değildir. Elbette, zarurî olarak, dinî yönden
gelenleri tasdik edip küfür ve onun levaziminden ayrılmak lâzımdır. Ta ki,
İslâmiyet tasavvur edilsin. Bunun dışında kalanlar, savrulan kuru ağaç
dikenleridir.
***
Sırat haktır.
Mizan haktır.
Hesap haktır.
Bütün bunların haberini, Muhbir-i Sadık
Resulûllah S.A. efendimiz vermiştir. Ona ve âline salât ve selâm..
Bazı cahillerin, bu işlerin varlık haberini
vermeyi, nübüvvet tavrından uzak görmeleri itibardan düşmüştür. Zira, nübüvvet
tavrı, aklın ötesindedir. Peygamberlerin bütün haberlerini akıl gözüne tatbik
edip aralarında bir uyarlık aramak; hakikatta nübüvvet tavrını inkârdır. Burada
yapılacak iş, ancak uymaktır.
Onlar bilmezler mi ki: Nübüvvet tavrı, akıl
tavrına muhaliftir. Hatta, o yüce matluplara ulaşmaya güç yetiremez. Yani:
Peygamberlere uyma teyidi olmadan.. Onlara salât ve selâm olsun.
Muhalefet, idrâkin olmayışından bankadır;
zira asıl muhalefet, idrâkten sonra tasavvur edilir..
***
Cennet ve cehennem, her ikisi de mevcuttur.
Kıyamet günü, hesaptan sonra bir taife
cennete girecektir; bir taife de cehenneme girecektir.
Cennet ehlinin sevabı ve cehennem ehlinin
ıkabı, ebedî iki şeydir; hiç kesilmezler. Kat'î tekidli naslar da buna delâlet
etmektedir.
Sahib-i Füsus Muhyiddin b. Arabi Ks. şöyle
dedi:
— «Rahmetim, her şeyi kuşatmıştır.» (7/156)
Âyet-i kerimesinin ifade ettiği manaya göre,
her şeyin sonu rahmete çıkar..
Küffara olacak azabı üç bin sene olarak
tesbit ettikten sonra şöyle diyor:
— Bundan sonra, cehennem onlar Hakkında,
serin ve selâmet olur..
Tıpkı: Halil'e a.s. olduğu gibi..
Yüce Hakkın, vaadinden dönmesine cevaz verip
şöyle diyor:
— Erbab-ı kulubdan hiç kimse, kâfirlerin
daimî olarak, cehennem azabmda kalacakları manası cihetine gitmemiştir.
Böylece, bu meselede, yine doğrudan uzak
kalmıştır. Sezememiş ki: Rahmetin genişliği ve şümulü müminler Hakkındadır.
Kâfirlere ise.. böyle bir şey, dünyaya mahsustur. Amma âhirette, rahmet kokusu,
kâfirlerin burunlarına girmez. Nitekim, Allah-ü Taâlâ, bu manada şöyle buyurdu:
— «Çünkü, Allah'ın rahmetinden ancak, kâfir
kavim meyus olur.» (12/87)
Bundan başka, Allah-ü Taâlâ:
— «Rahmetim, her şeyi kuşatmıştır.» (7/156)
Mealine gelen âyet-i kerimenin devamında
şöyle buyurdu:
— «Onu, müttakilere ve zekâtını verenlere
yazacağım. Ve şunlara ki: Âyetlerimize iman ederler.» (12/87)
Burada:
— «Sanmayasanız ki, Allah Resullerine
vaadinden döner..» (14/47)
Mealine gelen âyet-i kerimede, vaadden
dönmenin caiz olmamasında ayrı bir hususiyete delâlet yoktur. Burada manada,
vadden dönmemeye inhisar caiz değildir; zira burada esas mana şu demektir:
— Vaadden murad, resullerin tasarrufu ve
onların küffara karşı saltanatı ve onlara galip gelmeleridir.
Böyle bir mana ise., hem vaadi, hem de
(tehdid manasına) vaîdi birlikte tazammum eder. Yani: Resullere vaad, küffara
da vaid..
Bu âyet-i kerime, üstteki manaya göre delâlet
ediyor ki: vaadden dönüş olmayacağı gibi vaîdden dahi dönüş olmayacaktır. Bu
durumda, âyet-i kerime onun lehine değil; aleyhine şahittir.
Şu mana dahi vardır ki: Vaadden dönmek,
vaîdden dahi dönmek sayılır. Beyle bir şey de, yalanı müstelzimdir. Ve bu: Yüce
Hakkın şanına yakışmaz.
Zira üstte anlatılan manaya göre şöyle bir
durum ortaya çıkabilir:
Allah-ü Taâlâ, ezel ilminde küffarı ebedî
olarak cehennem azabında tutmayacağını biliyor. Bununla beraber bir maslahat
icabı olarak, ilminin aksini haber veriyor!. Şöyle diyor:
— Ben, onlara sonsuz azab edeceğim..
Böyle bir manaya cevaz vermek: tam bir
şenaattir. Bir âyet-i kerime meali:
— «Rabbül-izzet olan Rabbın, onların
yaptıkları vasıftan münezzehtir. Gönderilen peygamberlere selâm..» (37/180-181)
Küffarın cehennem azabında daimî kalmayacağı
üzerinde kalb sahiplerinin icmaı ise.. Şeyh'in Ks. keşfiyatından sayılır.
Keşifte ise., hata yeri çoktur. İcma-ı Müslimine muhalif olduğu için de itibara
alınmaz..
***
Melekler, Allah'ın kullarıdır. İsyandan
masum, hatadan ve nisyandan mahfuzdurlar. Allah'ın onlara emrettiği şeye isyan
etmezler. Emr olunduklarını yaparlar.
Onlar, yiyip içmezler.
Erkeklik ve dişilik vasıfları ile
vasıflandırılmazlar; her ikisinden de beridirler.
Kur'an-ı Mecid'de müzekker zamirleri onlara
racidir. Ama, şu itibarla ki: Erkekler sınıfının, dişiler sınıfına nisbetle
şerefini anlatır. Nitekim, Yüce Hak, kendi şanında dahi, müzekker zamirlerini
getirdi.
Allah-ü Taâlâ, meleklerden bazılarını risalet
için seçti. Tıpkı, bu devlete insanlardan da bazılarını seçtiği gibi..
Nitekim, bu manada, Allah-ü Taâlâ, şöyle
buyurdu:
— «Allah, meleklerden ve insanlardan elçiler
seçer.» (22/75)
Ehl-i hak uleması topluluğu şu karara
varmıştır: İnsanların havas zümresi, meleklerin havas zümresinden daha
faziletlidir.
İmam-ı Gazali, İmam'ül-Haremeyn, (İmam-ı Malik)
Fütuhat-ı Mekkiye sahibi (Muhyiddin b. Arabi): Meleklerin havassının,
insanların havassmdan daha faziletli olduğuna kail oldular.
Amma, bu Fakir'e zahir olan şu ki: Melek
velâyeti, enbiya velâyetinden daha faziletlidir. Onlara salât ve selâm olsun.
Lâkin, nübüvvet ve risalette, enbiya için, öyle bir derece vardır ki: Ona hiç
bir melek yetişemez. Bu derece dahi, unsurî türab cihetinden gelir; bu dahi
beşere mahsus bir durumdur.
Bu manada Fakir'e zahir olan şu: Nübüvvet
kemalâtına nisbetle, velâyet kemalâtına sayılı değer yoktur. Hatta, denize
nisbet, katre hükmü dahi yoktur.
Amma, nübüvvet yolundan neş'et edip gelen
meziyet; velâyet yolundan neş'et edip gelen meziyet üzerine kat kat ziyade
sayılır.. Buna gön: Daha faziletli olma durumu, mutlak surette peygamberleredir.
Onlara salât ve selâm olsun. Melekler için de cüz'î fazilet vardır.
Doğru olan, cumhur-u ulemanın kail olduğu
manadır. Allah-ü Taâlâ kıyamet günü, onların çalışmalarını makbul eylesin..
***
Üstte anlatılan manadan daha başka bir şey
anlaşıldı ki: Hiç bir veli derece itibarı ile, peygamberlerden birine ulaşamaz.
Hatta, devamlı olarak; velînin başı, bir nebinin kademi altındadır.
***
Şunun bilinmesinde fayda vardır ki:
Meselelerden bir meselede; ulema ile sofiye ihtilaf halinde olduğu zaman, tam
bir şekilde mülâhaza edilince görülecektir ki: Hak ulema tarafındadır.
Bu mananın sırrı şundadır: Ulemanın nazarı,
enbiyaya mütabaat vasıtası ile, nübüvvet kemalâtına ve ilimlerine geçerlidir.
Sofiye nazarı ise., velâyet kemalâtına ve maarifine inhisar etmiştir.
Bu duruma göre hiç şüphe edilmeye ki:
Nübüvvet kandilinden alınan ilim; velâyet mertebesinden alınan ilimden daha
doğru ve daha sağlamdır.
***
Anlatılan maarifin bazı tahkiki, pek reşid
oğluma yazdığım mektuba derc edilmiştir. Burada gizli bir yan varsa, oraya
müracaat edilsin. Bak: Mektup 260)
***
İmanın manası şudur: Zaruret ve tevatür yolu ile bize tebliğ edilen dinî şeyleri kalben tasdik etmek..
Bazıları dedi ki:
— Dille ikrar dahi, imanın bir rüknüdür.
Bunun için sukut ihtimali vardır.
Bu tasdikin alâmeti şunlardır: Küfürden teberri etmek, onun levaziminden ve hususiyetlerinden uzak kalmak.
Meselâ: Zünnar bağlamak ve emsali olan küffar işlerinin hemen hepsinden kaçmak..
Tasdik davası ettiği halde, bir kimse küfürden teberri etmezse zahir olur ki: Kendisinde irtidad alâmeti vardır. Hakikatta onun hükmü, münafık hükmüdür. Yani: Ne bu taraftandır: ne de o taraftan. İmanın taHakkuku için; mutlaka küfürden teberri lâzımdır.
Bu teberrinin en alt derecesi, kalbi olanıdır. Bu teberrinin en âlâ derecesi ise., kalb ve kalıp ciheti ile olandır..
Teberri: Yüce Hakkın düşmanlarına karşı olmaktan ibarettir. Bu düşmanlık, onların zararından korku bulunduğu takdirde, yalnız kable olabilir.. Amma hem kalb, hem de kalıpla olabilir ki: Onların zarar korkusu olmadığı takdirine göredir.
Allah-ü Taâlâ'nın şu emri, anlattığımız manayı teyid eder:
— «Ey Nebi, küffarla münafıklarla mücahede eyle. Onlara sert davran.» (9/73)
Zira: Allah sevgisi ve onun Resulünün sevgisi, Allah'ın ve Resulünün düşmanlarına düşman olmadan tasavvur edilemez.
Bir mısra:
Beni seven olmaz, düşmanları seven..
***
Üstte anlatılan kaziyeyi, Şia-i Şenia ehl-i beytin sevgisinde icra ettiği; teberriyi dahi, üç halife ve onların dışında kalan sahabeye o manada şart koştuğu münasip değildir. Şundan ki:
Dostluğun şartı olan teberri, düşmandan teberridir; mutlak olarak teberri değildir. Bunlardan başkalarına teberri caiz değildir, insaflı akıllı olan kimse, Resulûllah'ın S.A. ashabının düşman olduklarına cevaz vermez. Zira bu büyükler mallarını ve canlarını Resulûllah'a mahabbet yolunda vermişler, makamı ve riyaseti terk etmişlerdir. Nasıl onlara, ehl-i beyt için düşmanlık nisbet edilir. Halbuki, ehl-i beyte mahabbetin lüzumu, nass-ı kat'î ile sabittir. Ve şu âyet-i kerimede, onlara mahabbet, davetin ücreti kılınmıştır:
«De ki, bu davetime karşılık, akrabalığa sevgiden başka ücret istemiyorum.
Kim bir iyilik kazanırsa., bunda onun güzelliğini artırırız.» (42/23)
İbrahim a.s. dahi, yüksek derecelere, nail olacağı kadar nail oldu ve şecere-i nübüvvetin aslı sayıldı. Amma, buna, Allah-ü Taâlâ'nın düşmanlarından teberri etmesi sebebi ile erdi.
Allah-ü Taâlâ, bu manada şöyle buyurdu:
— «İbrahim'de ve onun beraberinde olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Zira onlar, kavimlerine şöyle demişlerdi:
— Biz, sizden ve sizin Allah'tan başka taptıklarınızdan teberri ediyoruz. Sizi inkâr ediyoruz. Sizinle aramızda ebedi bir düşmanlık ve buğuz başladı. Taa, siz tek olarak Allah'a iman edinceye kadar.» (60/4)
Amellerden hiç bir amel yoktur ki: Hakkın rızasının husulü için: bu teberriden daha faziletli olsun. Zira, Sübhan Hakkın küfürle ve kâfirlerle, afakî olan batıl ilâhlarla zatî bir düşmanlığı vardır.
Meselâ: Lât ve Uzza, onlara tapanlar bizzat Sübhan Hakkın düşmanlarıdırlar. Bu şeni amelin cezası: Ebedi cehennemde kalmaktır.
Anlatılan halet, batıl sayılan enfüsî ilâhlarda ve sair kötü amellerde yoktur. Bu anlatılanlara olan gazap ve düşmanlık zatî değildir. Eğer orada bir gazap varsa, sıfatlara racidir. Eğer ikap ve itap varsa, o dahi, fiillere racidir. İşbu sebepledir ki: Bu kötülüklerin cezası, ebedi cehennemde kalmak değildir. Elbette, bunları bağışlamayı. Yüce Hak arzusuna bırakmıştır.
Bilinmesi gerekir ki:
Küfür ve küffar Hakkında adavetin zatî olduğu taHakkuk ettiği için; rahmet ve re'fetin âhirette küffara şümulü mümteni olmuştur; zira, bu cemal sıfatlarındandır. Aynı şekilde, rahmet sıfatı, zatî adaveti de kaldıramaz.. Zira, zatin taalluk ettiği şeyler, sıfatın taalluk ettiği şeylerden daha kavi ve daha yüksektir. Bunun için: Zatın muktazasını, sıfatın muktazası tebdil ve tağyir edemez. Nitekim, bu mana:
— «Rahmetim, gazabımı geçti..»
Hadis-i kudsisinde anlatıldı. Burada anlatılan gazaptan murad: Müminlerin asilerine inhisar eden, sıfata bağlı gazap olsa gerek.. Müşriklere mahsus olan gazap değildir.
Şöyle bir şey sorulabilir:
— Yukarıda tahkikini yaptığınız gibi; küffarm dahi, dünyada rahmetten nasibi vardır. Bu durumda, nasıl olur da, rahmet sıfatı dünyada, zatî adaveti kaldırır?.
Bunun için şu cevabı veririm:
— Kâfirlere, dünyada iken rahmetin husulü, ancak zahir ve suret itibarı iledir. Amma, hakikatte bu onlar Hakkında istidraçtır ve keyddir. Nitekim, şu mealdeki âyet-i kerimeler, bu mananın şahididir:
— «Öyle mi sanıyorlar ki, kendilerine malla ve evladla yardım ediyoruz. Hayırlarda onlar için koştuğumuzu sanıyorlar.» (23/55)
Bir başka âyet-i kerimede ise, Allah-ü Taâlâ şöyle buyurdu:
— «Bilemeyecekleri cihetten, onları derece derece helake götürürüz. Onlara mühlet veriyorum; gerçekten keydim metindir.» (68/44)
Çok faydalı bir mesele..
Cehennemin ebedî azabı, küfrün cezasıdır.
Bu manada, sorulabilir:
— İmanı olmasına rağmen; bir şahıs küfür merasimini icra eder, küfür ehlinin merasimine de tazim eder, ulema dahi onun için: Fiilleri dolayısı ile küfür hükmünü verir; mürtedlerden sayar.. Nitekim, Hanud Müslümanları bu beliyyeye müptelâ olmuşlardır. Durum böyle olunca, o şahsın ebedî olarak cehennem azabında kalması gerekir. Ki ulemanın fetvasının muktazası dahi budur. Durum böyle iken, sahih rivayetlerde şöyle gelmiştir:
— «Kalbinde zerre kadar imanı olan, ebedî azap görmez; ateşten çıkarılır.»
Bu meselede senin tahkikin nedir?. Şöyle derim:
— Eğer o kimse, sırf kâfir ise., onun için daimî azabı, isabetli görürüz. Allah-ü Taâlâ, bizi ondan saklasın.
Bu küfür merasimlerini yapmasına rağmen, kalbinde zerre mikdarı iman var ise., ateşte azap görür. Lâkin umulan odur ki: Bu zerre kadar imanı bereketi ile, cehennemde ebedî kalmaktan kurtulur. Cehennem azabında istikrar bulmaktan necata erer.
***
Bir keresinde, bir hasta şahsın ziyaretine gittim. Ölüme yaklaşmıştı. Haline teveccüh ettiğim zaman gördüm ki: Kalbi, şiddetli zulmetler içinde.. Her nekadar bu zulmetin kalkması için, teveccüh ettiysem, hiç kalkmadı.
Çokça teveccühten sonra bilindi ki: Bu zulmetler, kendisinde saklı duran küfürden naşidir. Bu sıkıntıların menşei dahi, küfür ehli ile dost geçinip durmasıdır.
Bundan sonra bana belli oldu ki: Bu zulmetlerin defi için teveccüh yerinde bir iş değil.. Zira, onun bu zulmetlerden temizlenmesi cehennem azabına kalmıştır. Ki: Küfrün cezası odur.
Bu arada şu dahi bilinmiş oldu ki: İmandan bir zerre, onu ebedi cehennem azabında kalmaktan kurtaracaktır. Bu dahi o mikdar imanın bereketi ile olacaktır.
Bu durumu, onda müşahede ettikten sonra, hatırıma şöyle geldi:
— Bunun namazını kılmak caiz mi?. Yok caiz değil mi?.
Diye.. Bu da teveccühten sonra zahir oldu ki: Onun namazını kılmak yerinde olur.
O Müslümanlar ki, imanın varlığı ile beraber, ehl-i küfrün âdetlerini icra ederler ve onların günlerine tazim ederler., onların namazını kılmak yerinde olur. Onları, küffar arasına katmak doğru olmaz.. Nitekim, bu iş bugün yapılmaktadır.
Şu da yerinde olur ki: İşin sonunda, ebedi azaptan onların necatlar, umula..
***
Buraya kadar anlattıklarımızdan da anlaşılmış oldu ki: Ehl-i küfre af yoktur. Onlar için bağışlanmak da yoktur. Şu âyet-i kerime bu manada açıktır:
— «Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz.» (4/48)
Şayet katıksız kâfir ise., onun küfrünün, cezası, ebedi azaptır. Eğer ondaki fücura rağmen, zerre kadar îmanı var ise., onun cezası da muvakkat azaptır. Sair büyük günahlarını, Allah dilerse bağışlar; dilerse azab eder.
Fakir'in kanaatına göre, cehennem azabı, küfre ve küfür sıfatlarına mahsustur. İster bu azap muvakkat olsun; isterse ebedî muhalled olsun. Nitekim, bunun tahkiki gelecektir.
Tevbeye muvaffak olmayan büyük günah sahiplerine gelince., ölmeden evvel dolayısı ile günahlarının bağışlanması için tevbeye muvafkak olmazlarsa., şefaate de nail olmazlarsa., keza mücerred affa ve ihsana kavuşmazlarsa., bağışlanmazlar.. Bundan başka, onların büyük günahlarına dünya elemleri ve mihnetleri ve sekerat-ı mevtin şiddetleri kefaret olmaz..
Beklenin odur ki:
Onlardan bir taifenin kabir azabı ile yetinile.. Onlardan bir başka zümreye ise., kabir azabı ile kıyamet sıkıntıları ve şiddetleri de vardır. Böylece, cehennem azabına ihtiyaç duyulacak günahları kalmaz.
Şu âyet-i kerime, anlatılan manayı teyid eder:
— «O kimseler ki iman ettiler; imanlarına da zulmü karıştırmadılar. İşte onlar için emniyet vardır.» (6/82)
Bu âyet-i kerimede anlatılan zulüm şirktir. Bütün işlerin hakikatlerini en iyi bilen Sübhan Allah'tır.
Burada şöyle bir şey sorulabilir:
— Küfür dışında bazı seyyielerin cezası Hakkında, cehennem azabı tehdidi geldi. Nitekim, bu manada şu âyet-i kerime vardır:
— «Bir kimse, bir mümini taammüden öldürürse., onun cezası, içinde ebedî kalmak üzere cehennemdir.» (4/93)
Bir hadis-i şerifte dahi şöyle gelmiştir:
— «Taammüden bir kimse, bir vakit namazını kazaya bırakırsa.. cehennemde seksen sene kalacaktır.»
Bu manalar gösteriyor ki: Cehennem azabı küffara mahsus değildir.
Bunun cevabı için şöyle derim:
— Katil Hakkında gelen mana, bu öldürmenin helâl sayılmasına göredir. Müfessirlerin de anlattıklarına göre, katli helâl sayan kâfir olur.. Yani: Bu haram olan katli.. Nitekim, müfessirler de anlatmışlardır.
Cehennem azabı ile tehdid edilen, küfür dışındaki diğer seyyielere gelince, bu seyyieler dahi, küfür sıfatı şaibesinden hali değildir. Meselâ: O seyyieyi, hafife almak, küçük görmek, aldırış etmeden yapmak, şerî emirleri ve yasakları hakir görmek..
— «Şefaatim, ümmetimden kebair ehlinedir.»
— «Ümmetim, rahmete nail olmuştur; onlara âhirette azap yoktur.»
Manasına gelen iki hadis-i şerifle şu âyet-i kerime anlatılan manayı teyid eder:
— «O kimseler ki, iman ettiler; imanlarına da zulmü kanştırmadılar. İşte onlar için emniyet vardır.» (6/82)
Bunlar daha önce de anlatıldı..
***
Müşrik çocuklarının halleri, dağ başında yaşayan, fetret zamanının müşrikleri oğlum Muhammed Said'e yazdığım mektuba geçmiştir. Hem de tafsilatı ile.. Oraya müracaat edilsin. (Bak: Mektup 259)
İmanın ziyade olmasında, noksan olmasında ve her ikisinin de olmamasında, ulema arasında ihtilâf vardır.
İmam-ı Azam Ebu Hanife r.a. şöyle dedi:
— İman ne ziyade olur; ne de noksan olur..
İmam-ı Şafiî dahi şöyle dedi:
— İman, artar ve eksilir.. (Yani: Ziyade ve noksan olur.)
Hiç şüphe yok ki: İman, tasdikten ve kalbî yakinden ibarettir. Onda ziyadelik ve noksanlık tasavvur edilmez. O ki, ziyadelik ve noksanlık kabul eder; o zan dairesine girer; yakine değil..
Bu babda asıl söylenmesi gereken şudur ki:
Yararlı ameleri işlemek, bu yakine cila ve safa getirir. Razı olunmayan amelleri işlemek ise., onu kedere boğar ve ziyasını karartır.
Anlatılan manaya göre: Yararlı amelleri, yapmak ve onların zıddır. İşlemek, yakinin cilasına raci olup yakinin kendisine değildir.
Bir taife, yakinlerinde cila ve safa buldukları için onun ziyadeliğine kail oldular. Amma, bu cila ve sefa bulunmayan yakine nisbetle.. Bu durumda onlar, kendisinde cila olmavan yakini, yakin değil gibi gördüler. Elbette onlar, itikad ettiler ki: Yalnız, kendisinde cila olan yakin, yakindir. Ondan başkası yakin değildir. Bu mana dolayısı ile de, onun noksan olduğuna kail oldular..
Amma, kendilerinde keskin nazar olanlar, gördüler ki: Ziyadelik ve noksanlık, ancak yakinin vasfına racidir; kendisine değil.. Böyle olunca da. yakinin ziyadeliğine ve noksanlığına kail olmadılar.. Hem de zarurî olarak..
Bunun misali, iki aynanın misalidir ki; bunlar: Büyüklükte ve küçüklükte müsavi olup cila ve nuraniyet durumları ile değişiktirler.
Her ikisini de bir şahıs gördü; cilâlı olan için şöyle dedi:
— Bu ayna, cilâsı olmayana nazaran daha çok ve daha ziyadedir.
Bir başka şahıs dahi şöyle dedi:
— Her iki ayna da müsavidir. Birinin diğerine nazaran ziyadeliği olmadığı gibi noksanlığı da yoktur. Değişiklik ancak, her ikisinde de aynanın sıfatları olan, cilada ve göstermektedir.
İkinci şahıs, isabetli baktı; işin hakikatına nüfuz etti. Birinci şahıs ise., zahirde kaldı. Sıfattan zata geçemedi.. Bir âyet-i kerime meali:
— «Allah, sizden iman etmiş olanları ve kendilerine ilim verilenleri yükseltir.» (58/11)
Bu Fakir'in izharına muvaffak olduğu bu tahkik, bilhassa:
— İmanda ziyade ve noksan olmayacağına.
Dair kail olunan manaya itiraz eden muhalifleri bertaraf etmiştir.
Şu dahi mevzudur ki: Avam müminlerin imanı, enbiyanın imanı na mümasil ve müsavi olmasını gerektirmez. Amma, her bakımdan..
Çünkü: Peygamberlerin imanında tam bir cila vardır; nuraniyet vardır.
Ve., onların imanına, avam müminlerin imanına göre kat kat semere ve ziyade neticeler vardır. Ki: Avam müminlerin imanında kendi değişik derecelerine göre zulmetler ve karalıklar vardır.
Her halde, Hazret-i Ebu Bekir'in r.a. imanı, bu ümmetin imanına nazaran tartıda ağır gelmesi; ondaki cila ve nuraniyet itibarı iledir. Bu durumda ziyadelik, sıfat-ı kâmileye verilmiş olur.
Görmez misin ki, insaniyet özünde peygamberlerle, umum insanlar müsavidir; hakikatte ve zatta hemen hepsi birdir.
Aralarındaki faziletli olma durumu, sıfat-ı kâmile itibarı iledir. O kimsede ki, sıfat-ı kâmile yoktur; o kimse insan nev'inin haricinde demektir; onun faziletlerinden mahrumdur.
Anlatılan değişik durumun mevcut olmasına rağmen, insaniyetin özüne ziyadelik ve noksanlık düşmez. Durum böyle olunca, şöyle bir söz söylenmez:
— İnsaniyet fertleri, ziyadelik ve noksanlık kabul eder..
Bir başka manada onlar şöyle dediler:
— Bazılarına göre, imanı tasdik, mantıkî tasdiktir; bu da zannı ve yakini şümulüne alır. Bu takdirde: İmanın özünde ziyadelik ve noksanlık mümkündür. Lâkin sahih olan, burada tasdikten murad: Yakin ve kalbi iz'andır; zanna ve vehme şamil olan mana değildir. Bu manadan olarak, İmam-ı Azam r.a. şöyle dedi:
— Ben gerçek müminim.
İmam-ı Şafiî ise, şöyle dedi:
— İnşaallah ben müminim.
Hakikatta her ikisinin niyazı da lafızda kalır. Birincinin mezhebi, halihazır zamana göredir. İkincinin mezhebi ise., geleceğe ve hallerin akıbetine göredir. Amma insaflı olana da gizli kalmayacağı gibi; istisna suretinden kaçınmak, uygun ve yerindedir.
***
Evliyanın kerameti haktır. Onlarda, bu harika âdetlerin vukuu çok olduğundan, bu mana onlar için bir devamlılık kazanıp âdet-ı müstemirre olmuştur. Onların bu kerametlerini inkâr eden, âdet haline gelen ve zarurî ilimleri inkâr etmiş olur.
Bu kerametlerle, bir peygamberin mucizesi arasında hiç bir şüpheli fark yoktur.
Peygamberin mucizesi, nübüvvet davasına makrundur; amma evliyanın kerameti bu manadan halidir. Ne var ki bu: Mütabaat-ı nebiyi ikrara ve itirafa makrurdur. Münkirlerin sandığı gibi, bu ikisi arasında karışıklık çıkaracak bir durum yoktur.
***
Hülefa-i Raşidin arasındaki, daha faziletli olma tertibi, hilâfet tertibine göredir. Lâkin, Hazret-i Ebu Bekir ile, Hazret-i Ömer'in daha faziletli oldukları ashabın ve tabiinin icmaı ile sabittir. Nitekim, bunu, din imamları büyüklerinden bir cemaat anlattı. Bunlardan biri de İmam-ı Şafiîdir. Allah onlardan razı olsun, de imam-ı Şafiîdir. Allah onlardan razı olsun.
— Hazret-i Ebu Bekir'in, sonra Hazret-i Ömer'in faziletli, kalan ümmete nazaran katidir. Zehebi şöyle dedi:
— Hilâfeti zamanında, memleketini idare ettiği sırada, kendi şiası olan büyük bir cemaat arasında: Hazret-i Ali'den tevatüren anlatılmıştır ki: Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer, ümmetin en faziletlisidir.
Daha sonra şöyle dedi:
— Bunu, Hazret-i Ali'den r.a. seksen kadar kimse rivayet etti. Bu arada, onlardan bir kısmını da saydı. Daha sonra şöyle dedi:
— Allah-ü Taâlâ, rafızîleri takbih eylesin., o kadar cahiller ki!. Buharî Hazret-i Ali'den r.a. naklen şöyle anlatmıştır:
— Resulûllah'tan S.A. sonra en faziletli Hazret-i Ebu Bekir'dir; sonra Hazret-i Ömer, sonra da başka bir kimsedir.
Bunun üzerine, oğlu Muhammed b. Hanefiye şöyle dedi:
— Sonra sensin..
Bunun cevabı olarak. Hazret-i Ali r.a. şöyle dedi:
— Ben, ancak Müslümanlardan bir kimseyim..
Sahih olarak, Zehebi ve diğerleri, Hazret-i Ali'den r.a. naklen Şöyle anlattılar:
— Bana ulaştığına göre, bazı kimseler, beni o ikisi üzerine,, tafdil etmektedirler.. O ikisi üzerine beni tafdil edeni bulursam, o müfteridir, müfteriye gereken ona gerekir.
Bu misilli rivayetler, ondan ve ondan başka sahebelerden tevatür halinde gelmiştir. O kadar ki: Hiç birini inkâra mecal yoktur. Hatta Şia büyüklerinden Abdürrezzak şöyle dedi:
— Hazret-i Ali'nin o ikisini kendisi üzerine daha faziletli gördüğünden dolayı, Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer daha faziletlidir.
Onun böyle demesi olmasaydı; onları daha faziletli görmezdim. Benim için günah olarak şu yeter ki: Hazret-i Ali'yi seveyim; sonra da o muhalif davranayım.
Bütün bu rivayetler, Savık, adlı eserden istifade edilerek alınmıştır.
Hazret-i Osman'ın, Hazret-i Ali'den daha faziletli olma durumuna gelelim.
Ehl-i Sünnet ulemasının pek çoğu. Hazret-i Ebu Bekir'den ve Ömerden sonra, Hazret-i Osman'ın, daha sonra da, Hazret-i Ali'nin daha faziletli olduklarına zahib olmuşlardır. Allah onlardan razı olsun.
Dört Müctehid İmam'ın mezhebi dahi bu manayadır.
Hazret-i Osman'ın, Hazret-i Ali'den daha faziletli olmasında çekimser kalan İmam-ı Malik'in çekimser kalmasına gelince., bunun için. Kazi Iyaz şöyle dedi:
— Sonradan o, bu çekimserliğinden dönüp. Hazret-i Osman'ın daha faziletli olacağı üzerinde kaldı..
Kurtubi der ki:
— Esas olan da budur inşaallah..
Gelelim, tevakkuf (Yani: Çekimserlik) anlaşılan, İmam-ı Azam'ın şu ibaresine:
— Ehl-i sünnet vel-cemaat alâmetidir ki: Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer daha faziletli görüle ve iki damat (Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali de) sevile..
Fakir'e göre, onun bu ibareyi tercih etmesi, başka bir manaya hamledilmelidir. Şöyle ki:
Bu iki damadın hilâfeti zamanında, fitne ve insanların işlerinde karışıklık zuhur etti. Dolayısı ile, insanların kalblerinde bulanık haller meydana geldi. İşte, bu manayı düşünerek, İmam-ı Azam, onlar Hakkında:
— Sevmek..
Lafzını tercih etti. Ve., onlara mahabbeti, ehl-i sünnet vel-cemaat alâmeti olarak kabul etti.
Bu durumda, o ibarede, çekimserlik şaibesi mülâhaza edilemez..
Nasıl öyle bir mülâhaza olsun ki: Hanefi kitapları, hilâfet sırasına göre, onların efdaliyetlerini anlatmakla doludur.
Hülâsa: Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in daha faziletli oldukları, yakin derecesindedir. Hazret-i Osman'ın faziletli oluşu da bundan sonradır.. Allah onlardan razı olsun.
Ancak, bir ihtiyat olarak; Hazret-i Osman'ın, hatta Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in daha faziletli olma durumlarını inkâr edenleri tekfir etmemeliyiz; onlar Hakkında şöyle demeliyiz:
Müptedi, (bid'atçı) dalâlette kalmış..
Zira, ulemanın, bu daha faziletli olma durumunu inkâr edenler Hakkında ihtilâfı vardır. Bu işin kat'iyeti Hakkında, icrna için kıyl-ü kal nev'inden sözler vardır.
Ve., bu münkir, hizlanda ve hüsrandaki Yezid'in arkadaşıdır. Amma, buna lanet etmekten, ihtiyaten durulmuştur.
Hülefa-i Raşidin cihetinden, Resulûllah SA. efendimize isabet eder; eza; iki torunu cihetinden. Resulûllah S.A. efendimize isabet eder eza gibidir.
Bu manada, Resulûllah S.A. efendimiz şöyle buyrudu:
— «Allah Allah.. Benden sonra, ashabıma garaz bağlamayınız. Onları seven beni sevdiği için sever; onlara buğzeden dahi, bana buğzettiği için buğzeder. Onlara eziyet eden, bana eziyet etmiş olur; bana eziyet eden de Allah'a eziyet etmiş olur. Allah'a ve Resulüne eziyet edenin de muaheze olunma korkusu vardır.»
Allah-ü Taâlâ, bir âyet-i kerimede şöyle buyurdu:
— «O kimseler ki, Allah'a ve Resulüne eziyet ederler; dünyada ve âhirette, Allah onlara lanet etmiştir.» (33/57)
Mevlâna Sadeddin Taftazani'nin Akaid-i Nesefi şerhinde bu fazilet için saydığı insaf, insaftan uzaktır. Orada, anlattığı tereddüde yer yoktur.
Ulema katında, burada daha faziletli olmaktan murad: Allah katında daha çok sevap alma itibarıdır. Bu mana:
— Menkıbelerin ve faziletli hallerin daha çok zuhur etmesi..
Demek değildir. Zira, böyle bir durumun akıllılar katında bir itibarı yoktur. Şundan ki: Sahabeden ve tabiinden; Hazret-i Ali'den r.a. o kadar menkıbe nakletmişlerdir ki; bu kadarı, ondan başka hiç bir sahabeden nakledilmemiştir. Hatta bu manadan olarak. İmamı Ahmed şöyle demiştir:
— Hazret-i Ali Hakkında gelen fazilet rivayetleri, hiç bir sahabe için gelmemiştir.
Durum böyle olmasına rağmen; yine de daha faziletli olma durumu, diğer üç sahabeye verilmiştir.
Üstte anlatılan manalardan anlaşılıyor ki: Daha faziletli olma durumu, bir başka şeydir; bu faziletlerin ve menkıbelerin ötesindedir. Buna ıttıla ise., vahiy zamanına kavuşanlara ve onu müşahede edenlere müyesser olur. Bunlar, bu faziletli olma durumunu, saraheten veya karinelerle bilmişlerdir. İşbu zümre de, Resulûllah SA. efendimizin ashabıdır. Ona salât ve selâm..
Akaid-i Nesefiye Sarihinin dediğine gelince şöyle açıklayabiliriz:
Eğer daha faziletli olmaktan murad, sevabın çokluğu ise., o zaman, çekimserlik ciheti itibardan düşer.. Çünkü, çekimserliğin yeri ancak, Sahib-i Şeriat S. A. tarafından saraheten veya delâleten bildirilmediği takdirde olur. O da, bunu bildirdiğine göre: Duraklama neye?. Eğer bildirmemiş olsa, zaten daha faziletli olma hükmü verilmez..
O kimse ki: Her şeyi müsavi görür; birinin diğerine nazaran daha faziletli olma durumunu fuzuli sayar., kendisi fuzulîdir.. Hem de ne fuzuli!. Şu cihetten ki: Ehl-i Hakkın icmaını fuzulî sayar.. Fazileti; lafzı da, herhalde onu bu fuzuîluğa getirmiştir.
Gelelim, Fütuhat-ı Mekkiye sahibinin (Muhyiddin b. Arabi'nin Ks.) dediğine.. Diyor ki:
— Hilâfetlerinin tertibi, ömürlerinin tertibine göre idi..
Amma, bu cümleden, onların müsavi oldukları manası çıkmaz.
Yani: Fazilette.. Zira hilâfet işi, daha faziletli olma işinden başkadır İsterse, kabul edilsin.. Bu ve emsali şathiyattan sözleri, tutunmaya lâyık değildir. Zira, keşfiyatının çokları, ehl-i sünnet ilimlerine muhalif düşer; doğrudan uzaktır. Onlara, ya kalbinde maraz olanlar uyar. yahut da sırf mukallid..
***
Ashab-ı kiram arasında geçen, münazaayı ve müşacereyi, iyiye, yormak lâzım gelir. Onları, nevadan ve taassuptan uzak görmek gerek..
Hazret-i Ali'nin mahabbetinde ifrata varmasına rağmen, Taftazani şöyle diyor:
— Vukua gelen muharebeler ve muhalefetler, hilâfet meselesinden doğan bir niza değildi. Elbet, bir içtihaddan ötürü hata idi..
Hayali, ona yazdığı haşiyede ise., şöyle dedi:
— Muaviye ve hizipleri; Hazret-i Ali'yi r.a. zamanının en faziletlisi, olduğunu imamete en haklı bildiklerini itiraf ettikleri halde, onun taatından çıktılar.. Şu şüphe ile ki: Hazret-i Osman'ın r.a. katillerinden kısası kaldıracak sandılar.. Allah ondan razı olsun.
Kara Kemal dahi, haşiyesinde Hazret-i Ali'den r.a. naklen şöyle dedi:
— Bize karşı çıkan kardeşlerimiz kâfir değillerdi. Fasık dahi değillerdi.. Zira, onlar için tevil yolu vardır.
Hiç şüphe edilmeye ki, içtihada dayalı hata, levm edilmekten pek uzaktır. Taan edip şenaat isnad etmekten, o işin sahibi uzaktır.
Bu duruma göre, uygun düşer ki: Ashab-ı kiramın hepsi hayırla yad edile.. Bu dahi, Hayr'ül-beşer Resulûllah S.A. efendimizle olan sohbet Hakkına riayettir. Resulûllah S.A efendimizin sevgisi sebebi ile onlar sevilmelidir. Bu manada, Resulûllah S.A. efendimiz şöyle buyurdu:
— «Onları seven, beni sevdiği için sever; onlara buğzeden de bana buğzettiği için buğzeder..»
Demek olur ki:
— Ashabıma taalluk eden sevgi, bana taalluk eder. Keza onlara taalluk eden buğz dahi, bana taalluk eden buğuzdur.
Hazret-i Ali ile, muharebe edenlere karşı mahabbetten dolayı bize asla garaz tutulmamalıdır. Elbette bize düşen, onlardan dolayı eza duymaktır. Lâkin, Resulûllah'm S.A. ashabı oldukları için de, onları sevmekle memuruz; onlara buğzetmek, onlara eza etmek dahi bize yasak edilmiştir. Hiç şüphe yok ki, Resulûllah S.A. efendimizin sevgisi ile onları severiz. Onlara buğzedip eza etmekten dahi, sakınırız: zira böyle bir şeyin sonu Resulûllah'a S.A. çıkar.
Durum böyle olmasına rağmen, haklıya haklı, batıla da batıl, diyebiliriz.
Hazret-i Ali r.a. haklı idi; ona muhalif olanlar dahi hata üzere idiler..
Bu manada, anlatüandan ziyadesini söylemek fuzulîdir.
Bu bahsin tahkiki, Hace Muhammed Eşrefe yazdığım mektupta anlatılmıştır. Eğer gizli bir yan varsa, oraya müracaat edilsin. (Bak: Mektup 251)
***
Anlatıldığı üzere, itikadı düzelttikten sonra, fıkıh hükümlerini öğrenmek lâzımdır.
Farz, vacip, helâl haram, sünnet, mendup, şüpheli, mekruh olan şeyleri öğrenmekten kurtuluş yoktur. Bir de bunların gereği ile amel etmelidir. Bütün bunlar zaruridir.
Fıkıh kitaplarını mütalaa etmek, zaruriyattan sayılmalıdır.
Yararlı amelleri işlemeye çok gayret sarf edilmelidir.
Bu arada, bir mikdar namazın faziletlerinden anlatalım.. Onun erkânından yazalım.. Çünkü, namaz dinin direğidir. Dolayısı ile, bu anlatılanları iyi dinlemek gerekir..
Önce, abdesti güzel almalıdır. Bu arada, her uzvu üç kere yıkamak lâzımdır. Hem de tamam ve kemal üzere.. Ta ki: Bu vazife sünnet üzere eda edilmiş olsun..
Başı kaplamalı meshetmek gerekir..
Kulakları ve enseyi ihtiyaten meshetmelidir.
Ayak parmaklarını, sol elin küçük parmağı ile tahlil etmelidir. Rivayet böyle gelmiştir; buna riayet edilmelidir.
Müstehab amelleri ihmal etmek doğru olmaz. Zira o: Sübhan Hakkın sevdiği ve razı olduğu iştir. Eğer dünyanın tümünde, Yüce Hakkın sevip razı olduğu bir fiil bilinmiş olsa; onunla amel etmek dahi müyesser olursa., onu yapmayı bir ganimet bilmelidir. Bunun hükmü, nefis bir cevher hükmündedir ki; bir şahıs onu bir saksı parçasına satın almıştır. Yahut hiç bir değeri olmayan cemadı verip bir can satır, almaya benzer..
Tam temizlikten ve güzelce abdest aldıktan sonra; müminin miracı olan namaza niyet etmek lâzımdır.
Namazı cemaatle kılmaya riayet etmelidir.
İmamın ilk tekbirine yetişmeyi terk etmemelidir; bu tekbirde onunla beraber olmalıdır.
Namazı müstahab vaktinde kılmaya dikkat etmelidir. Namazda, sünnet oian mikdar Kur'an okumalıdır.
Rükûda ve secdede, itminan bulup vücud sükûnet üzere olması lâzımdır. Zira bu: Ya farzdır, yahut vaciptir. Tercih edilen kavil budur.
Ayakta iken, tam seviyeli dik durmalıdır. Şöyle ki: Her uzuv yerini bulup karargâhında kalmalıdır. Bunda dahi, tumaninet lâzımdır; (Yani: Vücudun normal bir vaziyette sükûnet bulması..) tam olarak, ayakta durduktan sonra.. Bu dahi, kavillerin muhtelif olmasına göre: Ya farzdır, yahut vaciptir.
Bu tumaninet, iki secde arasındaki oturmada dahi, lâzımdır. Oturduktan sonra, vücud sükûnetini bulmalıdır. Tıpkı ayakta iken olduğu gibi.
Rükû ve secde tesbihleri, kavillerin muhtelif olmasına göre: En azı üç olmak üzere; daha fazladan yediye veya on bire kadar çıkabilir.
İmamın okuyacağı tesbih, kendisine uyanların kudret haline göre olmalıdır.
İnsan, gücü yettiği ve tek halinde namaz kıldığı zaman, üç kereden az tesbih okumaktan utanmalıdır. Hatta, beş kere veya yedi kere okumalıdır.
Secde edileceği zaman; önce yere vücudun en yakın kısmı konmalıdır. Meselâ: Diz, eller, burun, alın.. Bu yere koyma işine önce sağdan başlamalıdır. Yani: Dizlerini ve ellerini yere koyarken.. Secdeden kalkacağı zaman dahi, önce semaya en yakın yerini kaldırmalıdır. Meselâ: Önce alnını kaldırmalıdır.
Ayakta iken, secde yerine bakmalıdır. Rükûda ise., ayaklarının üstüne bakmalıdır. Secdede iken dahi, burnunun ucuna bakmalıdır. Otururken de ellerine bakmalıdır.
Namazda, göz anlatılan yerlere bakarsa., dağınık yerlere bakmaktan alınırsa., namazı, bir gönül huzuru içinde eda müyesser olur. Aynı zamanda, huşu hâsıl olur. Nitekim, Resulûllah S.A. efendimizden menkul olan dahi budur.
Rükûda iken, parmaklan açmalıdır; secdede iken de, parmakları kapamalıdır. Buna riayet etmek lâzımdır. Parmakları açıp kapamak faydasız değil; çok çok faydalıdır. Şeriat Sahibi, Resulûllah S.A. efendimiz, bu faydanın mülâhazası ile, onları yapmayı emretmiştir. Bizim için, Resulûllah efendimize tabi olmaya müsavi gelecek hiç bir fayda yoktur. Ona ve âline salât ve selâm olsun.
Bütün bu anlatılan hükümler, fıkıh kitaplarında tafsilâtlı ve izahı ile anlatılmıştır. Burada maksad, fıkıh ilminin iktizasına göre amel etmeye teşviktir.
Allah-ü Taâlâ bizleri, yakin derecesindeki itikad tashihine muvaffak eyledikten sonra; hepimizi şer'î ilimler uyarınca amel işlemeye muvaffak eylesin. Resullerin efendisi hürmetine.. Ona ve diğerlerine ve her birinin âline salâtların en faziletlisini, selâmların ekmelini eylesin..
Namazın faziletlerini öğremnek, onun kemalâtına muttali olmak fevkini kendinizde bulursanız, birbirine muttasıl olan üç mektuba müracaat edip onları mütalaa etmelisiniz.
Birinci mektup: Oğlum Muhammed Sadık'ın adına yazılmıştır. (Bak: Mektup 260)
İkinci mektup: Mir Muhammed Nu'man'ın adına yazılmıştır. (Bak: Mektup 261)
Üçüncü mektup: Şeyh Taceddin'in ismine, yazılmıştır. (Bak: Mektup 263)
Amel ve itikad olan iki kanadı tahsil ettikten sonra; eğer Yüce Hakkın tevfikı refik ve delil olursa.. Tarikat-ı Sofiyye-i Aliyye'ye sülûk etmek gerekir. Ama bu: Bu itikad ve amel üzerine gelecek zaid bir şeyin tahsili garazı için değildir; onların dışında yeni bir şeye nail olmak da değildir. Böyle bir şey için yapmak, uzun emel olur ki: Hatalara ve zellelere iter. Mutlak olan şudur ki: Bu Tarikat-ı Aliyye'ye sülûk etmekten gaye, itikad edilen şeyler Hakkında yakin ve itminan elde etmektir. O derecede ki: Şekke götürmek isteyenin vereceği şek, onu zevale itmeye ve şüphe soğukluğu onu iptal etmeye.. Bu arada bir delil gelirse., onun sebatı olmamalı.. Zira, çamurdan yapılan saksının kararı olamayacağı gibi; o delil getirenin dahi temkini yoktur. Nitekim bu manada, Allah-ü Taâlâ, şöyle buyurdu:
— «Dikkat ediniz; ancak, Allah'ın zikri ile kalbler mutmain olur.» (13/28)
Bu arada şunları da sayabiliriz: Amelleri yerine getirmekte kolaylık ve rahatlık husule gelir. Nefs-i emmareden gelen tenbellik, inat, yan çizme zail olur..
***
Sonra..
Tarikat-ı Sofiyye'ye sülûkten maksad: suretleri, gaybi olan şekilleri müşahede ve lâkeyfi olan nurları ve renkleri muayene değildir. Zira, bu gibi şeyler, oyuna ve oyalanmaya dahildir. Bu hissi olan nurlarda ve suretlerde ne gibi bir noksanlık vardır ki; bir şahıs bunları bırakıp da, gaybî olan suretleri ve nurları temenni ede.. Hem de riyazetleri ve mücahedeleri irtikâb ederek.. Zira, bu suretler ve nurlar, o suretler ve nurlar tümden Hakkın mahlukudur. O Yüce Zat'ın varlığının delilidir.
***
Bu meyanda, Tarikat-ı Nakşibendiye'yi tercih etmek, yani: Diğer sofiye tarikatları arasından., yerinde ve uygun düşer.. Zira, bu Tarikat-ı Aliyye'nin büyükleri, sünnet-i seniyyeye mütabaatı iltizam etmiş, bid'at-ı şeniadan dahi kaçınmışlardır. Bu mana icabıdır ki, onları: Bu mütabaat devleti kendilerinde var ise., ferah ve sevinçli görürdün.. İsterse, kendilerinde hallerden yana bir şey bulunmasın.. Amma ne zaman ki. kendilerinde, mütabaat işine dair bir kesiklik hissederler; hem de halleri var iken., o halleri ne kabul ederler; ne de isterler..
Bundandır ki: Raksı ve semağı caiz görmezler; onlara terettüb eden halleri de kabul etmezler. Hem de aralarında bir ittifak ve icma ile.. Hatta, cehri zikri bid'at sayar; arkadaşlarını bundan men ederler. Buna terettüb eden semerelere dahi iltifat etmezler..
***
Hazret-i Şeyhimiz ile, bir gün yemek meclîsinde bulunmuştum. Bu esnada, Hazret-i Şeyhimizin ihlâslı bağlılarından Şeyh Kemaleddin açıktan:
— Bismillahirrahmanirrahim. (Rahman Rahim Allah'ın adı ile.)
Dedi.. Yemeğe başladı.. Onun bu hareketi, Hazret-i Şeyhimize münasip gelmedi; açık bir şekilde şöyle dedi:
— Ona mani olunuz; yemek meclisimizde bulunmasın.
***
Hazret-i Şeyhimizin şöyle dediğini işittim:
— Hace Muhammed Bahaeddin Nakşibend, Buhara ulemasını toplayıp onları şeyhi Emir Külâl'ın hanıgahına götürdü.. Şunun için ki: Onları cehri zikir yapmaktan men ede.. Oraya gelen ulema Emir'e şöyle dediler:
Cehri zikir yapmayınız, bid'attır.
Onlara cevab olarak Emir şöyle dedi:
— O halde yapmayız..
Bu Tarıkat-ı Aliyye'nin büyüklerinden cehri zikir için, böyle bir mübalağalı durum sudur ettikten sonra., semağ, raks, tevacüd haller ve vecidler için ne denir?.. Kaldı ki bunlar, gayr-ı meşru sebepler üzerine terettüb etmiştir. Fakir'e göre bu haller, istidraç kabilindendir. Zira haller, zevkler, istidraç ehline dahi zahir olur. Kendilerine, bu âlem suretlerinin aynasında tevhid keşfi, mükâşefe ve muayene zahir olur ki; Yunan filazofları, Hanud cukiyeleri, birehmenleri bu işlerde onlarla ortaktır. Hallerin doğru olmasının alâmeti: Haram, şüpheli işleri irtikâptan kaçınmak sureti ile şer'î ilimlere uygun düşmesidir.
***
Bilesin ki,
Raks ve semağ hakikatte oyun ve oyuncağa dahildir. Allah-ü Taâlâhın şu kavli, teğanniden men üzerine gelmiştir:
«İnsanlar arasında; bilgisizce, Allah yolundan saptırmak ve bir eğlence için boş lafa müşteri çıkan adam vardır.» (31/6)
İbn-i Abbas'ın talebesi ve tabiinin büyüklerinden Mücahid şöyle eledi:
— Bu âyet-i kerimede geçen:
— Boş laf (Lehv'el-hadis)..
Teğannidir. Bu manada, Medarik'te ise, şöyle geçer:
— Uydurma kıssa ve teğannidir.
İbn-i Abbas ve Ibn-i Mes'ud dahi yemin ederek dediler ki:
— Bunun manası, teğannidir.
— «O kimseler ki; yalana şahidlik etmezler...» (25/72). Âyet-i kerimesinin manasında Mücahid şöyle dedi:
— Yani, teğanni meclisinde hazır olmazlar.
İmam-ı Hûda Ebu Mansur Matüridî'den hikâye edildiğine göre şöyle demiştir:
— Zamanımızın Kurralarından birine, (teganni ile) Kur'an okurken:
— Güzel ettin..
Diyen kâfir olur.. Karısı kendisinden boş olur. Allah-ü Taâlâ, onun bütün hasenatını iptal eder.
Kazı Zahirüddin'in, Ebu Debusi'den naklen şöyle dediği anlatıldı:
— Bir kimse, muganniden teğanni (şarkı veya benzeri) ya da haram olan bir fiil görse; bunu da inanarak veya inanmayarak güzel kabul etse; Derhal mürted olur. Zira: Şeriat hükmünü batıl saymış olur.
Bir kimse, şeriat hükmünü batıl sayarsa., bütün müetehidler katında o mümin değildir. Allah-ü Taâlâ, onun taatını kabul etmez. Bütün iyiliklerini iptal eder. Allah-ü Taâlâ, bu gibi şeylerden bizi korusun.
Teğanninin haram oluşu Hakkında âyetler ve hadisler cidden çoktur. O kadar ki, onları saymak zordur.
Durum anlatıldığı gibi olunca, bir şahıs, teğanninin mubahlıgı üzerine, mensuh bir hadis, şaz bir rivayet anlatırsa., buna itibar edilmez. Zira, vakitlerin hiç birinde, fakihlerden hiç bir fakih, teğanninin mubah olduğu Hakkında fetva vermemiştir. Raks edip ayak vurmaya cevaz vermemiştir. Nitekim bunlar, İmam-ü Hümam Ziyaeddin Sami'nin Multakat risalesinde anlatılmıştır.
Sofiyenin amelleri, helâl ve haram işinde senet değildir. Onları mazur görmemiz yetmez. Onları ayıplamayız; işlerini Allah'a ısmarlarız.
Burada muteber olan, İmam Ebu Hanife'nin, İmam Ebu Yusuf'un, İmam Muhammed'in kavlidir. Allah onlara rahmet eylesin.. Şibli'nin ve Ebu Hüseyin Nuri'nin ameli değil..
Bugün, kusurlu sofiye, semağı ve raksı, dinleri ve şeriatleri haline getirmişlerdir. Şeyhlerinin amellerine dayanmışlardır. Onu taatları ve ibadetleri gibi tutmuşlardır. Bu manada bir âyet-i kerime şöyledir:
— «Onlar öyle kimselerdir ki; dinlerini bir oyun ve bir eğlence haline getirmişlerdir.» (7/51)
***
Yukarıda anlatılan rivayetlerden bilinmiş oldu ki: Bir kimse, haram bir fiili güzel kabul ederse.. İslâm zümresinden çıkar. Mürted olur.
Bunun üzerine, semağ ve raks meclisine tazim etmenin; hatta, onu taat ve ibadet haline getirmenin şenaatini düşünmelidir..
Allah'a hamd ve şükürler olsun.. Meşayihimiz bu gibi işlerle müptelâ olmamıştır. Bizim gibi uyanlarını dahi, o gibi şeylere uymaktan halâs ettiler..
***
Duyuyoruz ki, mahdumlar semağa meylediyorlarmış,. Cuma geceleri, semağ ve kaside meclisi kuruyorlarmış.. Arkadaşların pek çoğu da buna muvafakat ediyorlarmış..
Hayret., bin defa hayret..
Diğer silsilelerin müridleri, bu işi ancak şeyhlerinin ameline dayanarak, irtikâb ederler. Amelleri ile de, şer'î haramlığı def ediyorlar. İsterse, bu işte hak üzere olmasınlar. Peki, bu işi irtikâb etmekte, bizim arkadaşların mazereti nedir?. Halbuki bunda, bir tarafı ile şer'an haram olan bir şeyin irtikâbı vardır. Diğer taraftan ise.. Tarikat şeyhlerine karşı muhalif bir hareketin irtikâbı vardır. Böyle olunca, bu fiilden ne şeriat ehli razı olmakta; ne de tarikat ehli..
Böyle bir şeyde, yalnız şeriatın haram kıldığı bir şeyi irtikâb olmasa; mücerred olarak tarikatta yeni bir şeyin ihdası olsa dahi, yine şenidir. Bununla, şeriatta haram olan bir şeyin irtikâbının bir araya geldiği zaman, olacağı düşünmeli: Nasıl olur?.
Yakin olan bir durum var ki: Mirza Ciyo bu işe razı olmaz. Ama, size karşı edebi icabı sarahaten men edemiyor. Arkadaşları dahi bu sebeple bu içtimadan men edemiyor.
***
Fakir, gelmemde bir duraklama hissettim. Onun için de, bu fıkraları yazıp size yolladım. Mirza Ciyo'nun yanında evvelinden, ahirine kadar okumak yerinde olur.
Vesselam..