Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979
293.Mektup
- Ayrıntılar
- Kategori: Mektubat-ı Rabbani
- Gösterim: 6242
293. Mektup
MEVZUU : a) Resulûllah SA. efendimizin buyurduğu:
— «Benim Allah ile bir vaktim olur ki..»
Hadis-i şerifin manası..
Ebu Zer-i Gıffarî dahi aynısını söylemiştir,
b) Abdülkadir Geylâni Hz. nin söylediği:
— Şu ayağım her velinin boynundadır.
Cümlesinin manası.. Ki bu cümleyi başkası dahi söylemiştir.
Bu cümle ile murad, asrında bulunan bütün velîler midir, yoksa mutlak her velî
midir?. Bu münasebetle bazı hususların beyanı..
***
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu, Şeyh Muhammed Çeterî'ye yazmıştır.
***
Allah'a hamd olsun. Selâm, Allah'ın seçmiş olduğu kullarına..
Mübarek mektubunuzun gelmesi ile, sürura ve neşeye gark oldum. O kimsenin
nimeti nekadar büyüktür ki: Uzakta kalıp inkıtaa uğrayan Allah'ın velî
kullarını hatırlar.
***
O mektuba, Resulûllah S.A. efendimizin buyurduğu:
— «Benim, Allah ile öyle bir vaktim olur ki..»
Manasına gelen ve devamı bulunan hadis-i şerif de derc edilmiştir. Kaldı ki,
buna benzeyen bir cümle Ebu Zer'den r.a. dahi rivayet edilmiştir.
Ayrıca, Şeyh Muhyiddin Abdülkadir Geylâni Allah sırrının kudsiyetini artırsın;
şöyle demiştir:
— Bu ayağım, her velinin boynundadır.
Buna benzeyen bir cümleyi başkası dahi söylemiştir.
Bunları yazdıktan sonra şöyle diyorsunuz:
— Üstte anlatılan iki cümle zaman zaman münazaaya sebeb olmaktadır.
İnayetinizden taleb ederiz ki, bir mektup yazasınız; bu iki cümleyi içine ala
ve onlardan murad olan mananın ne olduğu anlatıla ve aralarındaki fark
bilinmesi için bize gönderile..
Bu mektup dahi tam teveccühle yazüsın; lehte ve aleyhte sözü şümulüne alsın. Bu
garibin anlayacağı şekilde dahi açık olsun..
Ey Mahdum,
Bu Fakir, risalelerinde yazdı ki: Resulûllah S.A. efendimizin devamlı olarak,
vakitleri aynı olmasına rağmen, nadirattan olan bir başka vakti dahi vardı. O
nadirattan olan vakit ise., namazın edası sırasında olmakta idi.. Herhalde şu
hadis-i şerifleri işitmiş olacaksın:
— «Namaz, müminin miracıdır.»
— «Beni rahatlat ey Bilâl..»
Üstte anlatılan iki hadis-i şerif, bu babda iki âdil şahittir. Yani: Anlatılan
mananın isbatında..
İhtimal ki: Ebu Zer-i Gifari r.a. dahi aynı devlet ile müşerref olmuştur. Yani:
Veraset ve tebaiyet yolu ile.. Çünkü: Resulûllah S. A. efendimizin her tabiine
onun bütün kemalâtından bolca nasip vardır. Yani: Veraset yolu ile..
Gelelim, Hazret-i Şeyh Muhyiddin Abdülkadir Geylânî'nin söylemiş olduğu şu
cümleye:
— Şu iki ayağım, her velînin boynundadır. Yahut, bütün velilerin.
Demiştir. Allah sırrının kudsiyetihi artırsın.
Sahib-i Avarif, Şeyh Ebünnecib Sühreverdî hazretlerinin müridi olup onun terbiyesinde
yetişmiş idi. Şeyh Abdülkadir Geylâni Hazretlerinin de mahrem-i esrarından ve
onun yakın arkadaşlarındandı. Anlatılan cümle için görüşünü şöyle belirtti:
— Bu kelime, o kelimelerdendir ki; sekir halinin bakiyesi sebebi ile meşayihten
ilk hallerinde sudur eder.
Nefehat adlı eserde anlatıldığına göre; Şeyh Hammad Hazret-i Şeyh Abdülkadir
Geylânî'nin şeyhlerinden idi. Bu zat, feraset yollu şöyle buyurdu:
— Bu Acemî'nin ayağı kendi vaktinde bütün velîlerin boynundadır. Ve, kendisi
elbette:
— Ayağım bütün Allah'ın velî kullarının boynundadır.
Demeye memurdur.
Elbette böyle dedikten sonra, bütün velîlerin boynuna ayağını basacaktır. Yani:
Tavazu ve hudu ile., herhalde.. Kaldı ki: Hazret-i Şeyh bu sözünde haklı idi..
İster sekir halinde, isterse ayık halinde söylemiş olsun; bir şey değişmez.
İster bu manayı izhar etmekle memur olsun; isterse olmasın.. Zira, o vakitte,
bütün velîlerin boynunda onun ayağı vardı. Hepsi, onun kademi altında idi..
Ancak, şunun bilinmesi gerekir ki: Bu hüküm, o vaktin velilerine mahsustur,
öncekilere ve sonrakilere değil.. Zira, onlar bu hükmün dışında kalırlar.
Nitekim, Şeyh Hammad'ın cümlesinden anlaşılan mana dahi budur. Yani: Onun
kademi, kendi zamanında bulunan bütün velilerin boynunda idi.
Anlatıldığına göre, Bağdad'da bir gavs vardı. Şeyh Abdülkadir, İbn-i Saka ve
Ebu Said Abdullah onun ziyaretine gittiler. Bu zat, feraset yolu ile şeyh
Abdülkadir Geylânî Hazretlerine şöyle dedi:
— Senin, Bağdad'da minbere çıktığını ve orada şöyle dediğini görüyorum:
— Şu ayağım, her Allah'ın velîsinin boynundadır.
Zamanındaki bütün velileri dahi görüyorum ki: Sana tazim, sana saygı için
boyunlarını büküp kademinin altına koymaktadırlar.
İşbu gavsün kelâmından da anlaşılıyor ki: Anlatılan hüküm, o vaktin evliyasına
mahsustur.
Sübhan Hak bir kimseyi keskin görüşlü basiret sahibi kılarsa., görecektir ki: O
vaktin evliyası onun kademi altındadır. Yani: Adı geçen keskin nazarlı gavs
gibi açıkça görecektir.
Anlatılan hüküm, o vaktin dışında kalan velilere geçerli değildir. Bu hüküm, geçmişteki
velilere nasıl geçerli olsun ki., onlar arasında ashab-ı kiram da vardır. Ki
onlar, yakinen Hazret-i Şeyh'ten daha faziletlidirler. Sonra gelenlere nasıl bu
hüküm yürüyebilir ki: Onlar arasında Mehdî aleyhisselâm vardır. Resulûllah S.A.
efendimiz onun kudümünü ve vücudunu müjdelemiş; şöyle buyurmuştur:
— «O, Allah'ın halifesidir.»
Aynı şekilde İsa a.s. dahi onlar arasındadır. Resulûllah efendimize ve ona
salât ve selâm.. İsâ a.s. ülül-azm peygamberlerden olup sabikundandır.
Resulûllah S.A. efendimizin şeriatına tabi olmak sureti ile, onun ashabı
arasına katılacaktır.
İhtimal ki, Resulûllah S.A. efendimizin buyurduğu:
— «Bilinmez, bu ümmetin evveli mî hayırlıdır; yoksa âhiri mi?.»
Hadis-i şerif bu ümmetin sonradan gelecek olanların üstün şanındadır.
Hülâsa:
Hazret-i Şeyh Abdülkadir Geylânî'nin velâyette büyük bir şanı vardır; yüksek
derecesi vardır. Sır yolu ile, velâyet-i Hassa-i Muhammediye'nin son noktasına
ulaşmıştır. Böylece, bu dairenin halka başı olmuştur.
Amma vehm'olunmayan ki: Hazret-i Şeyh, Velâyet-i Muhammediye dairesinin halka
başı olunca; bütün velilerden daha faziletli olması gerekir. Çünkü: Velâyet-i
Muhammediye tüm nebilerin velâyetlerinin üstündedir. Resulûllah S.A. efendimize
ve onlara salât ve selâm..
Biz şöyle diyoruz:
— Sır yolu ile hâsıl olan Velâyet-i Muhammediye'nin halka başıdır.
Ki bu cümle yukarıda da geçti. Ama, mutlak olarak, o velâyetin değil.. Ki o
yoldan daha faziletli oluşu gereksin.
Bu manada şöyle de diyebiliriz:
— Velâyet-i Muhammediye'nin halka başı olmak, mutlak surette daha faziletli
olmayı gerektirmez. Zira, mümkündür ki: Bir başkası ondan kıdem olarak daha
faziletli bulunsun. Yani: Tebaiyet ve veraset yolu ile Kemalât-ı Nübüvvet-i
Muhammediye'de.. O zaman, bu kemalât cihetinden fazilet, onun için sabit olur.
Hazret-i Şeyh Abdülkadir Geylânî'nin müridlerinden bir cemaat, onun Hakkında
galeyana gelip mahabbette ifrat tarafına geçmişlerdir. Tıpkı: Hazret-i Ali'yi
r.a. ifrat derecede sevenler gibi..
Bu cemaatın sözlerinden ve sarf ettikleri cümlelerin fehvasından
anlaşılmaktadır ki: Onlar, Şeyh'in mütakaddimin ve müteahhirin evliyadan daha
faziletli olduğuna itikad etmektedirler. Hiç bilinmemektedir ki: Onlar,
Hazret-i Şeyh üzerine, peygamberlerden başka birini daha faziletli görsünler..
Onlara salât ve selâm olsun. İşbu durum, ifrata varan mahabbetten ileri
gelmektedir.
Burada şöyle bir şey sorulabilir:
— Hazret-i Şeyh'ten zuhur eden kerametler ve harikulade haller, asla bir başka
veliden zuhura gelmemiştir. Böyle olunca da fazilet onun olur.
Bu soruya şu cevabı verebilirim:
— Harikulade hallerin zuhurunda, daha faziletli olmaya delâlet yoktur. Hatta
mümkündür ki, kendisinden asla bir harika hal zuhur etmeyen; kendisinden
harikalar ve kerametler zuhur edenden daha faziletli durumda ola..
Avarif, adlı eserde meşayihin harikulade hallerini ve kerametlerini anlattıktan
sonra, Şeyh-i Şuyuh şöyle dedi:
— Bütün bunlar, Allah-ü Taâlâ'mn mevhibeleridir. Bir kavme bunlar, keşif yollu
ihsan edilir. Ama, bunların bulunmadığı bir kimse, bu hallere sahip olanlardan
üstün olabilir. Zira bunlar, yakin halinin takviyesi içindir. Bir kimseye,
katıksız yakin hali ihsan edilince, bunlardan hiç birine ihtiyacı kalmaz. Bütün
bu kerametler, zikrin kalbde bir cevher haline gelmesinden daha alttır.
Harikulade kerametlerin çok olmasını daha faziletli olmaya delil eylemek;
Hazret-i Ali'den zuhur eden çok faziletli hallere ve menakıb dolayısı ile
kendisini Hazret-i Sıddık'tan daha faziletli bilmeye delil eylemek gibidir.
Zira, Hazret-i Sıddık'tan, onunki kadar fazilet ve menakıb zuhur etmemiştir.
Allah onlardan razı olsun.
Bir başka şiir:
Nice güzel var ki sevilmez ama zıddı;
Makbul olur yerine gözü dudağı haddi..
Ey Kardeş, dinle..
Harikulade kerametler iki çeşittir.
a) Bu kısım, ilimler ve maarif-i ilâhiyedir. Bunlar da, Vâcib Taâlâ'nın zatı,
sıfatları ve fiilleri ile alâkalıdır. Aynı zamanda bunlar, aklın görüş
zaviyesinin dışındadır. Alışılan mutad şeylerin de haricindedir. Sübhan Hak,
has kullarını onlarla imtiyazlı kılmıştır.
b) Bu kısım ise., mahlukat suretlerini keşfedip âlemle alâkalı muğayyebattan
haber vermektir.
Üstte birinci kısımda anlatılan, ehl-i Hakka ve marifet erbabına mahsustur.
İkinci kısım ise., hem haklıya hem de batıla şamildir. Zira o, istidraç ehline
dahi hâsıl olmaktadır.
Birinci kısımda anlatılanın, Hak katında şerefi ve itibarı vardır. Zira, o
kendisinin evliyasına mahsustur. Düşmanlarının, onunla bir ortaklığı yoktur.
İkinci kısımda anlatılanın ise., avam halk arasında itibarı vardır. Onların
nazarında mükerrem ve muazzezdir. O kadar ki: Onlar istidraç ehlinde zuhura
gelmiş olsa dahi, cehaletlerinden dolayı neredeyse ona tapacak ve önünde boyun
eğip itaat edecek duruma gelirler. Kuru yaş neyi emrederse onu yapacak olurlar.
Yasak ettiğini de yapmaz olurlar. Bunlar mahcuplardır. Birinci kısımda
anlatılanı, harikulade hallerden ve kerametlerden dahi saymazlar. Bunlara göre,
harikulade hal, ancak ikinci kısımda anlatılandır. Kerametler ise., bunlara
göre mahlukatın suretlerini keşfetmek ve kendilerine göre muğayyebat
sayılanlardan haber vermektir. Bunların durumu, akıldan o kadar uzaktır ki..
Mahlukatın hallerini bilmenin şereflilik ve keramet neresinde?. İster hazırı
olsun; isterse gaibi.. Belki de münasib olan, böyle bir ilimden geçip cahil
kalmaktır. Ta ki: Mahlukatı ve hallerini unutmak hâsıl ola.. Asıl şerefli
olmaya ve keramet sayılmaya lâyık olan Yüce Mukaddes Hakkın marifetidir. Aziz
bilmeye ve ihtirama o müstahaktır.
Bir şiir:
Melek yüzlüdür o işvede, nazda şeytan;
Akıl gidiyor bu şaşırtıcı oynaştan..
***
Anlattığımıza yakın manada, Şeyh'ül-İslâm Herevi İmam-ı Ansari Menazilüs-Sâirin
ve onun şerhinde şöyle dedi:
— Bana göre tecrübe ile sabit olan marifet ehlinin feraseti şu yolda
olmaktadır: Yüce Allah'a lâyık olanı onun zatına lâyık olmayandan ayırd etmek..
Onlar, Yüce Allah ile meşgul olan, cem mertebesine ulaşan istidad sahiplerini
tanırlar. İşte marifet ehlinin feraseti budur.
Riyazet ehlinin feraseti ise., açlıktır, halvettir ve batın tasfiyesidir.
Bunların, Yüce Hak canibine vuslatı yoktur.
Bu son anlatılanların feraseti; suretlerin keşfi, halka mahsus olan
muğayyebattan haber vermektir. Bunlar, ancak halktan haber verebilirler. Zira,
Yüce Hak'tan mahcup durumdadırlar.
Marifet ehli olanlara gelince., bunların iştigali. Yüce Hak'tan gelen maarif
varidatı iledir. Dolayısı ile, bunların vereceği haber, ancak Yüce Hak'tan
olacaktır.
Alem halkının ekserisi, inkıta ehlidir; mana olarak Sübhan Hak'tan kopmuş
durumdadırlar. İştigalleri de dünya iledir. Dolayısı ile, bunların kalbleri;
suretleri keşfedip mahlukatın ahvali cinsinden gaipte bulunanları anlatanlara
meyil eder. Bunlara tazim edip kendilerini ehlûllah ve onun has kulu kabul
ederler. Hakikat ehlinin keşfinden iraz edip onları itham ederler. Bilhassa,
Sübhan Hakka dair verdikleri haberlerde.. Derler ki:
— Eğer bunlar zannettikleri gibi, ehl-i hak olmuş olsalardı; bizim
hallerimizden ve mahlukatın hallerinden haber verirlerdi. Mahlukatın hallerini
keşfe güçleri yetmediğine göre, bunların daha âlâsına nasıl güçleri yeter?..
Bu şekilde, üstte anlatılan fasit kıyas ile onları tekzib ederler; dolayısı ile
sağlam haberler onlara kapalı kalır. Ama, şunu bilmezler ki: Allah-ü Taâlâ
onları halkının mülâhazasından korumuştur. Kendisine has kul edip onları himaye
ile kıskanıp zatından gayrı ile meşgul olmaktan almıştır. Eğer onlar, halkın
ahvali kendilerine arz edilen kimselerden olsalardı; Sübhan Hakka yararlı
olmazlardı.
Kaldı ki, biz, şunu da görmekteyiz: Ehl-i Hak olan kimseler, en az bir şekilde
suretlerin keşfine iltifat edecek olsalar, başkalarının idrâkten aciz kaldığı
şeyleri idrâk ederler. Bunu, marifet ehli için sabit olan ferasetle yaparlar.
Bu öyle bir ferasettir ki, Sübhan Hakka ve onun yakınlarına taalluku vardır.
Ama, hariçte kalan safa ehlinin halka taalluk eden feraseti ile Sübhan Hakka
hiç taalluku yoktur. Keza, ona yakınlık bulan zatlara da taalluku yoktur. Zira
bunda, Müslümanlar, Nasara, Yahud ve sair taifeler müşterektir. Dolayısı ile,
öyle bir şeyin Sübhan Hakkın katında hiç bir şerefi yoktur. Onu uygun bulduğu
kimselere verir.