Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979

359.Mektup

359. MEKTUP

MEVZUU:

a) Kelime-i tayyibenin (LA İLAHE İLLALLAH) faziletleri beyanında olup o mübarek kelime tarikatı, hakikati, şeriatı tazammun etmektedir.

b) Nübüvvet kemalâtı yanında, velayet kemalâtının bir değeri olmadığının beyanı.

c) Velayete mutlaka şeriatın lâzım olduğunun beyanı.

Ve bu münasebetle bazı hususların beyanı.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Şeyh Ahmed Bengali'ye yazmıştır.

LA İLAHE İLLALLAH MUHAMMEDÜN RESULULLAH... (ilâh yoktur; ancak Allah vardır. Muhammed Allah'ın resulüdür)

Üstteki kelime-i tayyibe, tarikatı, hakikati ve şeriatı tazammun etmektedir. Salik, nefy (LA) makamında olduğu süre, kendisi tarikat makamındadır. Bu nefy işinden tamamen fariğ olur, bütün ağyarı nazarından siler, tarikatı itmam edip fena makamına vasıl olur, nefyden sonra isbat (İLLA) makamına gelir ve sülükten cezbeye meyleder ise, hakikat mertebesinde tahakkuk ederek, beka ile ittisaf etmiş olur.

işte anlatılan nefy ve isbat, bu tarikat ve hakikat, bu fena ve Deka, bu sülük ve cezbe ile velhayet ismi doğruluğu bulur. Nefis ise, emmare olmaktan çıkıp itminana meyleder. Pak ve temiz bir hale gelir.

Velayet kemalâtı, bu kelime-i tayyibenin birinci kısmı olan nefy ve isbata bağlıdır. Bu kelime-i mukaddeseden ikinci kalan cüz ise, Hatemü'r-rüsül Resulullah (sav) Efendimizin risaletini isbat etmektedir. Ona ve âline salât ve selâmlar olsun.

Bu son ikinci cüz, şeriatı tahsil edip onun kemalini sağlamaktadır.

Başta ve ortada, şeriattan yana her ne nasıl olur ise, o şeriatın sureti, ismi ve resmidir.

Şeriatın hakikati bu yerde husule gelir ki, o velayet mertebesinin husulünden sonra olmaktadır. Nübüvvet kemalâtına gelince, ki o, tebaiyet ve verasetleri ile enbiyanın kâmil olan tabilerine olmaktadır; bu dahi yine bu yerde olmaktadır.

Velayeti hasıl eden tarikat ve hakikata gelince, her ikisi de, şeriatın hakikatini ve nübüvvet kemalâtını tahsil için olan şartlar arasındadır.

Şöyle itikad edilmesi yerinde olur:

a) Velayet taharet (namazdan önceki temizlik) gibidir.

b) Şeriat namaz gibidir.

c) Tarikatta, hakiki necasetin izalesi var gibidir.

d) Hakikatta ise, necaset-i hükmiyenin izalesi var gibidir.

Tam manası ile taharetten sonradır ki; şeriatın hükümlerini yerine getirebilme hakkı kazanılır; namazı eda etme kabiliyeti de hasıl olur. O namazı ki, yakınlık mertebelerinin nihayetidir; dinin direğidir; müminin miracıdır.

Bu kelime-i mukaddeseden ikinci cüz'ü, nihayeti olmayan bir deniz gibi buldum. Onun yanında birinci cüz ise, bir damla gibi müşahede edilmektedir.

Evet, durum yukarıda anlatıldığı gibidir. Zira, nübüvvet kemalâtı yanında velayet kemalâtının bir miktarı olamaz. Güneşin yanında bir zerrenin ne hükmü olabilir ki?

Sübhanellah...

Eğri görüşlerinden dolayı, bir cemaat sandı ki, velayet, nübüvvetten daha faziletlidir; özün özü olduğu halde şeriatı dahi kabuk zannettiler.

Ne yapabilirler ki? Zira, nazarları, şeriatın suretine kısılıp kalmıştır. Öz namına, kabuktan başka bir şey tahsil edememiştir. Nübüvveti dahi, halka teveccüh sebebi ile kısır sanmışlardır. Bu teveccühü dahi, avamın teveccühü gibi nakıs bilmişlerdir. Dolayısı ile Hakka olan velayet teveccühünü bu teveccüh üzerine tercih etmişlerdir. Bunun için de şöyle demişlerdir:

-Velayet, nübüvvetten daha faziletlidir.

Ama anlayamamışlardır ki; nübüvvet kemalâtında teveccüh velayet mertebesinde uruc vaktinde olduğu gibi Hakkadır. Hatta, velayet mertebesinde uruca bağlı bu kemalât, nübüvvet makamında hasıl olanın bir suretidir, ileride bu husustan bir parça anlatacaktır. Nüzul-ü nübüvvet vaktinde ise, velayette olduğu gibi teveccüh halkadır.

Ancak, aradaki fark şudur: Velayette zahir, halka müteveccih olup batın da Sübhan Hakkadır; nübüvvete ise, zahir ve batın her ikisi halka müteveccihtir. Nübüvvetin sahibi dahi, bütün külliyeti ile halka Hakka davet eder. iş bu nüzul, velayet nüzulünden daha kemali ve daha tamdır.

Nitekim, üstteki manayı bazı kitaplarımda ve risalelerimde tahkik etmiştim.

Nübüvvet sahibinin halka olan bu teveccühü ise, onların sandıkları gibi avamın teveccühüne benzemez. Zira, avamın halka teveccühü ise, ağyar ile taallukları dolayısı ile değildir. Zira bu büyükler, ilk adımda ağyar bir taalluka veda edip halkı yaratan yüce Sultan Halik ile alâka hasıl etmişlerdir.

Hatta, bu büyüklerin halka olan teveccühü, onları hidayete erdirip irşadlarını sağlamak, halkın Halikına ulaşmakta onların delilleri olmaktır; onları Mevlâ'nın rızası bulunan şeylere irşad eylemektir. Hiç şüphe edilmeye ki, onların bu gibi halka teveccühten maksattan, onları yüce Hakkin gayrına olan bağlardan kurtarmaktır ve öbür türlü nefsi için olan Sübhan Hakka teveccühten daha faziletlidir.

Üstte anlatılan mana üzerine bir misal verelim. Şöyle ki:

Bir şahıs, oturmuş Allah'ın zikri ile meşgul olmaktadır. Bu arada, bir âmâ çıkar. Hemen yolu üzerinde de bir kuyu vardır. O kadar ki, adımını atsa kuyuya düşecek durumdadır. Şimdi bu durumda, o şahıs için oturup zikirle meşgul olmak mı daha faziletlidir; yoksa o âmâyı kuyuya düşmekten kurtarmak mı? Hiç şüphe edilmeye ki, o durumda âmâyı kurtarmak en faziletlisidir. Zira, Allahu Teala, ondan ve onun zikrinden ganidir. Amâ ise, muhtaç bir kuldur. Ondan zararı def etmek ise, zaruridir. Bilhassa, bu kurtarmayı yapmakla memur olur ise... İş bu vakitte, yaptığı bu kurtarma, aynen zikirdir; zira emre imtisal vardır. Zikirde bir hakkı eda vardır; o da Mevlâ'nın hakkıdır. Emrini aldığı kurtarmayı yapmakta ise, iki hakkı eda vardır: Kulun hakkı ve Mevlâ'nın hakkı. O kadar ki, o vakitte kurtarmayı bırakıp zikretmek, masiyete de girebilir. Çünkü zikir bütün vakitlerde iyi değildir. Hatta bazı vakitlerde zikir etmemek, iyi olur. Meselâ yasak edilen günlerde oruç tutmamayı, mekruh vakitlerde namazı bırakmayı, oruçtan ve namazdan daha faziletli sayabiliriz.

Bilinmesi yerinde olur ki, her ne şekilde müyesser olur ise, zikir, gafletin tardından ibarettir. Zira, zikir, nefy ve isbat kelimelerinin tekrarına inhisar etmektedir. Yahut ism-i zat (Allah) kelimesinin tekrarına inhisar etmektedir. Nitekim, bilinen durum budur.

Her ne zaman bu zikir, emirleri yerine getirmeye ve yasaklardan da kaçmaya göre olur ise, hepsi zikre dahil olur. Hatta, şartlarına riayet edildiği takdirde, alışveriş dahi zikre dahildir. Şartlarına riayet edildiği takdirde, evlenmek ve boşanmak dahi zikirdir. Zira, emri veren ve yasak eden yüce Sultan, şartlarına riayet edilerek bu işler yapıldığı zaman; onları yapanın gözü önündedir; bu durumda gaflet mecali olmaz.

Ne var ki, mezkûrun ismini ve sıfatını anmak sureti ile yapılan zikir tez tesirli olup, zikri edilene mahabbet getirir; ona çabuk ulaştırır. Amma, emirleri yapmak ve yasaklardan kaçmak sureti ile yapılan zikir böyle değildir. Zira o, bu sıfatlardan yana nasibi azdır. Şer'i emirlerin ve yasakların yerine getirilmesinde, bazan bu sıfatlar tek tük bulunur ise de, enderdir.

Hazret-i Hace Nakşibend (ks) şöyle dedi:

-Hazret-i Mevlâna Zeyneddin Taybadi (ks) ilim yolundan Hakka vasıl oldu.

Bundan başka, mezkûr zatın adı ve sıfatı anılarak yapılan zikir, şer'i hududlara riayet edilerek hasıl olan zikre de vesile olur.

Şer'i hükümlere bütün emirlerde riayet etmek, şeriat koruyucusuna tam manası ile mahabbet olmadan müyesser olmaz. Bu mahabbet ise, o yüce Zat'ın ismini ve sıfatını zikre bağlıdır. Bunun için, önce o zikir gereklidir ki onun sebebi ile bu zikir hasıl ola... İnayet muamelesi dahi ayrı bir iş olup, burada ne şarttır ne de vesile.

Bir ayet-i kerime meali:

"Allahu Teala, kimi dilerse kendisine onu seçer."(42/13)

***

Biz yine esas konuşmamıza dönelim. Deriz ki:

-Tarikat, hakikat ve şeriattan ibaret olan, bu üç muamelenin dışında diğerlerine mahsus bir başka muamele vardır. Mümkündür ki, şöyle söylene:

O muamelelerin, bu muamelenin yanında sayısı ve itibarı yoktur.

isbatla taalluku olup da hakikat mertebesinde hasıl olan, bu muamelenin suretidir. Bu muamele dahi o suretin hakikatidir.

Burada misal olarak, şeriatın suretini verebiliriz. Ki bu, başta avama hasıl olmaktadır. Tarikatın ve hakikatin husulünden sonra da, o suretin hakikatini bulmak müyesser olur.

Tahayyül ve teemmül etmek gerek. Bir muamele ki, sureti o muamelenin hakikati ola, mukaddimesi dahi velayet ola, onun için dedikodu yeri nasıl olur? Ondan beyan yeri nasıl kalır? Faraza beyan edilse dahi kim idrak edebilir? Nasıl idrak edilir?

Bu muamele ki, ülü'l-azm sahibi peygamberlerin verasetidir, onlara salât, selâm, tahiyyet ve bereketler olsun. Azdan dahi az kimselerin nasibi olmaktadır. Bu muamelenin asılları ki, azdır; onun füruu daha az olur zaruri olarak.

***

Burada şöyle bir soru sorulabilir:

-Üstte verilen bilgilerden gerekli oluyor ki; irfan sahibi, bazı mertebelerde adımını şeriat haricine atar ve şeriatın ötesine yükselir.

Bunun için, şu cevabı verebilirim:

-Şeriat zahir amelleridir. Bu muamele ise, bu dünya hayatında batına taalluk eder.

Zahir daima şeriatle mükelleftir; batın ise, bu muamele ile doludur.

Bu dünya, amel yeri olduğundan ötürü; batın için, zahir amellerden büyük yardım vardır. Batının terakkileri dahi, zahire taalluk eden şeriat hükümlerinin yerine getirilmesine bağlıdır. Bu mana dolayısı ile, bu dünya hayatında hem zahire, hem de batına şeriat lâzımdır.

Zahirin vazifesi, şeriatın mucibi ile ameldir; batının nasibi ise, bu amelin neticeleri ve semereleridir.

Şeriat, her kemalâtın anası ve bütün makamların aslıdır.

Şeriatın neticesi ve onun semereleri, yalnız dünya hayatına inhisar etmez. Zira uhrevi kemalât ve sermedi nimetler aynı şekilde şeriatın neticeleri ve onun semereleridir.

Şeriat mübarek bir ağaçtır; alem onun meyvelerinden ve lezzetlerinden, bu dünya hayatında ve öbür dünya hayatında faydalanır. Her iki cihanın faydalan da ondan alınır.

***

Burada bir başka soru da şöyle sorulabilir:

-Bu beyandan lâzım geldi ki; batın Sübhan Hakka müteveccih ola, zahir dahi halka. Yani nübüvvet kemalâtında... Bazı mektuplarında ve risalelerinde yazdığın gibi, bu mektubatında dahi geçti ki: Nübüvvet makamında teveccüh tamamı ile halkadır. Bu iki mana arasındaki uyarlık derecesi nedir?

Bunun için şu cevabı veririm:

-O anlatılan muamele, uruca taalluk eder. Davet makamı ise, hübuta bağlıdır. Uruc vaktinde batın Sübhan Hak ile olur; zahir ise, halk ile. Ta ki, şeriat-ı garra uyarınca, onların hakları yerine getirile. Hübut zamanı ise, tamamı ile halka müteveccih olmaktadır. Bütün külliyeli ile Sübhan Hakka vardıran delilleri olmaktadır. Arada bir münafat yoktur.

***

Yukarıda anlatılan bu makamın tahkiki şudur ki: Halka teveccüh, aynen Hakka teveccühtür.

Bir ayet-i kerime meali:

-Her ne yana yönelirsek, Allah'ın vechi oradadır."(2/15)

Üstte anlatılan:

-Mümkin, Vacib'in aynıdır; yahut, Vacib'in aynasıdır demeye gelmez. Zira o, yüce Zat Sübhan'dır.

Bu hakir mümkinin değeri nedir ki? Vacib Taala'nın aynı olan veya onun aynalığına kabiliyetli ola. Belki de, şöyle demek yerinde olur

-Vacib Taaia, mümkinin aynasıdır. Eşya, Vacib Taala'nın aynasında tevehhüm edilmektedir.

Tıpkı aynanın suretinde, eşyanın suretlerinin bulunması gibi. O suretlerin, aynanın suretine hululü ve sereyanı olmadığı gibi, eşyanın dahi, Vacib Taala'nın aynasına hululü ve sereyanı yoktur.

Anlatılan manada nasıl hulul ve sereyan tasavvur edilir ki?.. Zira, ayna mertebesinde, suretlerin vücudu yoktur. O suretlerin vücudu ancak, tevehhüm ve tahayyül mertebesinde olur.

Bir yerde iki ayna vardır; orada suretler olmaz; bir yerde ki, suretler vardır, orada dahi ayna bin defa uzaktır. Zira suretlerin, hayali bir görüntüden başka sübutu ve vehmi tahakkuktan başka bir vücudu yoktur.

Şayet o suretler için bir mahal var ise, o dahi tevehhüm mertebesinden-dir. Eğer onlar için bir zaman var ise, o dahi tahayyül mertebesindedir. Amma, o eşya için, hayale kalan görüntüler, Sübhan Hakkın bir san'atı olduğundan; onlar halelden masun, çabuk zevalden dahi mahfuzdurlar. Ebedi muamele dahi, onlara bağlı bulunmaktadır. Sermedi olan azap ve sevap ise, onlarla bağlantılı kılınmıştır.

***

Bilesin ki, suret aynasında evvelâ melhuz olan, suretlerdir. İkinci iltifat ancak, mir'atın şühudu içindir.

Vacib Taala'da evvela melhuz olan aynanın kendisidir. İkinci iltitat ise, ancak eşyanın şühudu içindir.

Aynı şekilde, aynanın suretindeki suretler dahi ayna hükümlerini ve eserlerini gösterenlerdir. Eğer ayna uzun ise, eşya dahi aynı şekilde uzun olur. Eşya dahi, aynanın uzunluğunu gösterenler hükmüne girer. Eğer ayna küçük ise, o küçüklüğü, suretlerin görüntüsü zuhura getirir. Amma Vacib Taala'nın aynası böyle değildir. Zira, eşya, onun hükümlerine ve eserlerine göstermelik yerler olamazlar. Zira, o yüksek mertebe üzerine bu hüküm bir eser yoktur. Hatta, bütün nisbetler, o mertebede o aynadan atılmıştır. Şayet eşya, göstermelik yerler olsalardı, neyi gösterebilirlerdi?

Evet, caizdir ki, tenezzül mertebelerinde eşya, Vacib Taala'nın hükümlerinin suretlerine göstermelik yerler olalar. O tenezzül mertebeleri dahi, isimlerin ve sıfatların yeridir.

Misal olarak anlatalım ki, basar, ilim, kudret (işitmek, görmek, bilmek, güç) eşyaların göstermelik yerlerinde zahir olmaktadırlar. Bu dahi, zahir olan eşyanın aynası durumunda bulunan vücub mertebesinde sabit olam sem, basan, ilim, kudret suretleridir.

***

Yukarıda şöyle bir cümle kullandım:

-Vacib Taala'nın aynasında evvelâ melhuz olan aynanın kendisidir. İkinci iltifat ise ancak eşyanın şühudu içindir. Bu eşya dahi, o aynadaki suretler gibidir.

Bu anlatılan rücuun başlangıcıdır ki, nazar için, suretler onda zuhura gelir. Amma henüz o suretler tamamı ile nazardan kalkıp gizlenmemiştir. Rücu, nihayete erdiği, eşyada seyir dahi enine boyuna vaki olduğu, imkân dairesi merkezinde istikrar dahi müyesser olduğu zaman, zaruri olarak, şühud gayb ile yer değiştirir. Şühudi iman dahi, gaybi iman olur.

Amma davet muamelesi tamam olduğu, göç tokmağı dahi vurulduğu zaman, gayb da kalmaz. Şühuddan başka bir şey de olmaz. Lâkin, bu şühud, öbür şühuddan daha tamam ve daha kemallidir; yaci rücudan az önce hasıl olan şühuddan. Zira, ahirete taalluk eden şühud, dünyaya taulluk eden şühuddan daha mükemmeldir.

Bir şiir:

Erbab-ı nimete kutlu olsun erdikleri

Miskin aşıka yeter kadehle içtikleri...

***

Bilinmesi yerinde olur ki, üstteki tahkikten de anlaşıldığına göre, bir şeyin sureti ki, aynada zahir olur, tahayyülün dışında onun bir sübutu yoktur. O suretin onda husulü olsa dahi, ayna sırf mücerredliği üzeredir.

Üstte anlatılan mana için, şöyle denmesi mümkündür:

-Ayna o surete yakındır.

Şöyle denmesi de mümkündür:

-Ayna o sureti ihata etmiştir.

Halbuki, bu yakınlık, bu ihata ve maiyyet; bir cismin ve cevherin yakınlığı ve onları nazarı ihataları gibi değildir. Elbette onda bir yakınlık ve ihata vardır; amma akıl onu tasavvurdan aciz olup onların keyfiletini idrakten yana da kusurludur. Bu surette, ihata, yakınlık, beraberlik sabittir; amma onların keyfiyeti asla bilinmemektedir.

Bir ayet-i kerime meali:

«...En üstün mesel (sıfat) Allah'ındır."(30/27)

İşte yüce Hakkın aleme yakınlığı dahi anlatılan manadadır. Keza onun, ihatası ve maiyeti dahi öyledir. Olduğu malumdur; amma, keyfiyeti meçhuldür

biz iman ediyoruz ki, Allahu Teala, aleme yakındır, onu ihatasına almış ve onunla beraberdir. Ne var ki, bu yakınlığın, bu ihatanın, bu mahiyetin keyfiyetini bilemeyiz ki, nasıl bir şeydir?

Çünkü, bu sıfatlar eşyanın sıfatlarına mugayirdir, imkân ve hüdus simasından dahi beridir.

Her ne kadar onun tanzirini ve teşbihini hakikatin köprüsü mecaz aleminde varid görüyor ve ona ayna ve suret olarak ima ediyorsam da, görüşü keskin olanlar mecazdan hakikata çıkmaya çabalamalıdırlar; suretten geçip manaya meyilli olmalıdırlar.

Selâm, hüdaya tabi olanlara...

***

 

Günün Sözü

"Üzerine güneşin doğduğu günlerin en hayırlısı Cuma günüdür: Âdem (a.s.) o gün yaratıldı, o gün cennete kondu, o gün cennetten çıkarıldı. Kıyâmet de ancak Cuma günü kopacaktır.” (Hadîs-i Şerif—Müslim)"
Telif Hakkı © 2024 Open Source Matters. Tüm Hakları Saklıdır.
Joomla!, GNU Genel Kamu Lisansı altında dağıtılan özgür bir yazılımdır.