Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979
386.Mektup
- Ayrıntılar
- Kategori: Mektubat-ı Rabbani
- Gösterim: 4010
386. MEKTUP
MEVZUU : İnsan-ı kâmilin zahir ve batının beyanı.
***
NOT : İMAM-1 RABBANİ Hz. bu mektubu, Hazret-i Mahdumzade Mecdüddin Hace Muhammed Masum'a yazmıştır:
***
Allah'a hamd olsun. Selâm olsun, onun seçmiş olduğu kullarına..
***
Bilesin ki,
İnsan, âlem-i emir ve âlem-i halkın mecmuundan ibarettir. Âlem-i halk, insanın sureti ve zahiridir. Âlem-i emir ise.. insanın hakikati ve batınıdır. Ayan-ı sabite için:
? Mümkinatın hakikatleri..
Tabirini ancak şunun için kullanmışlardır ki; mümkinat, o ayanın zılâlidir. O ayan dahi, mümkinatın asıllarıdır. Çünkü, mümkinatın hakikati ve mahiyeti, o ayan zılâlinin kendisidir. Zira, mümkinat, o zılâl ile mümkinat durumuna gelmiş ve onunla kendisi için zilli bir vücud hâsıl olmuştur. Ama, ayan böyle değildir. Bu ayan öyledir ki: Onda, vücubî taayyünat isbat ederler; onu imkân mertebelerinin üstünde görürler.
Taayyün-ü vahdet ve taayyün-ü vahidiyetten her ikisi de, ayan-ı sabite mertebesindedir. Bu manada dediler ki:
? Her ikisi de, taayyün-ü vücudîdir.
Kalan taayyünat-ı selâseyi, (üç taayyünatı dahi) yani: Ruhî taayyünü, misali taayyünü, cismî taayyünü dahi imkâna bağlı taayyünler olarak itikad ettüer.
Taayyün-ü imkânı için, taayyün-ü vücubînin bir hakikat oluşuna kail olmak, cevaz yolludur. Zira, hakikat-ı imkâniye, ancak imkân âleminden olur; vücub mertebesinden olmaz. Bir şeyin aslı, o şeyin hakikati gibidir.
Sofî için şöyle demişlerdir:
? Kâin ve baindir..
Bunun manası şudur: O zahiri ile halkla beraberdir; batını ile de onlardan ayrıdır ve Sübhan Hak iledir.
Onun zahiri ile, halk âlemini; batım ile de, emir âlemini murad etmişlerdir.
İkinci teveccühü cem eden bu makam için şöyle demişlerdir:
? Cidden yüksek bir makamdır..
Ayrıca, onu tekmil ve irşad makamı bilip davet mertebesi zannetmişlerdir.
Ne var ki, Fakir'in bu yerde has marifeti vardır. Şöyleki: O, havas zatların dahi hası bir zat olmuştur. Halk âlemi ile emir âleminin tümü, ona nisbetle zahir ve suret durumundadır. Onun hakikati ve batını dahi o isim olur ki: Diğer isimler ve şüunat ile kendisinin taayyün mebdeidir. Bu isimler ve şüunat dahi, o isim için bir asıl gibidir; böylece, şuundan ve itibarlardan mücerred olan Hazret-i Zat'ta nihayet bulurlar.
Bu, marifeti tam olan irfan sahibine; imkâna bağlı mertebeleri tamamen geçip kendi kıyamını sağlayan isme ulaşmak müyesser olur ise.. onun:
? Ene.. (Ben..)
İmkâna bağlı mertebelerden sökülür ve o isme intibak ederse.. an an, bu isme asıllar gibi olan onun üstündeki mertebelere de intibakı olur ise.. amma tertib üzere ve uruc yolu ile., anlatılan neviden mücerred ahadiyet mertebesine de ulaşır ise.. onun:
? Ene.. (Ben..)
Sözünün intibak ettiği mertebelerin hepsi, onun hakikati olur. Onun emre bağlı âlemi dahi, halka bağlı âlemi gibi, o hakikatin sureti olur. Bu suret dahi, o hakikata bir kisve gibidir. O hakikat dahi, bu kisveyi giyen bir şahıs gibi olur.
? Ene.. (Ben..)
Kavli, diğerlerinde, halk ve emir âlemine ait olduğundan; şüphesiz, onların suretleri ve hakikatleri, halk ve emir âleminin aynı olur. Kendilerinin taayyün mebdeleri olan isimlerin dahi, onların kıyamını sağlamaktan gayrı işleri yoktur.
Burada şöyle bir şey sorulabilir:
? İrfan sahibi, mümkinat cümlesindendir; isterse tam marifet hâsıl olsun., imkândan çıkamaz; vücubla da ittisaf edemez. Onun kıyamını sağlayan isim dahi, vücub mertebesindendir. Bu durumda, onun nasıl hakikati ve cüz'ü olur?.
Bu soruya şu cevabı verebilirim:
? Bu hakikat, şühud itibarı ile olup vücub itibarı ile değildir. Bunun için de, hiç bir mahzuru yoktur. Tıpkı:
? Bekabillah..
Dedikleri gibi.. Bu şühud, mücerred tahayyül değildir; semereler ve iyi neticeler, onun üzerine dağılır. Bir şiir:
Boş söz yoktur hiç de Hafız'ın feryadında; ibretli söz, kıssa var
anlattıklarında..
Üstte anlatılanlardan tahakkuk etti ki: Diğerleri için suretin ve hakikatin bir araya gelmişi bu irfan sahibinin suretidir. Bu suret dahi hakikate nisbetle, onu giyen şahsa göre eşi bulunmaz bir elbise gibidir. Diğerleri, onun hakikatini nasıl idrâk edebilirler. Suretlerinde ve hakikatlerinde kendilerine benzeyen durumundan başka ne anlayabilir ve ne tasavvur edebilirler?.
Vasfı anlatıldığı gibi olan bir irfan sahibini bilmek, Sübhan Hakkı bilmeyi gerektirir. Onu gördükleri zaman, Sübhan Allah'ı hatırlar. O büyüklerin alâmeti budur.
İlâhi, o nedir ki evliyana kıldın?. Onları tanıyan seni bulur; seni bulmayan dahi onları tanıyamaz.
***
Bu Fakir, bazı mektuplarında ve risalelerinde şöyle yazdı:
? irfanı tam olan bir arif, davet için döndükten sonra, bütünüyle âleme dönük olur. Zira, onun zahiri halk ile olup batını dahi Hak iledir.
Bu cümlede geçen: - Bütünüyle..
Tabirinden murad, onun halka ve emre bağlı âlemleridir. Evliya arasında bilinen mana dahi budur. Bu durumda mana şu olur:
? Davet için, halk âlemi ve emir âleminin ikisi ile yönelir.
***
Fakir'in daha önce yazdığı:
? Hakikat ve batın.
Tâbirlerine gelince.. Bunlardan murad, Kayyum ismi ve daha üstüdür.
Yüce Hakka teveccühü için bir mana yoktur; zira her ikisi de, vücub âlemindendir. Nitekim, bu mana daha önce de anlatıldı.
Anlatılan mana takdirine göre; kâmil irfan sahibinin halka teveccühü tamamı iledir. O kimse ki, bir yüzü halkadır; diğer yüzü dahi Yüce Hakkadır; bu kim ise., orta seyirde bulunmaktadır. Amma, teveccühü tamamı ile Yüce Hakka olandan daha üstündür. Zira, böyle bir şahıs, (yani: Bütünüyle yalnız Yüce Hakka teveccühü olan) kulların hakkını eda etmekte noksandır. Halbuki öbürü, imkân nisbetinde halkın ve Halik'ın haklarını mükemmel eda etmektedir. Halkı, Sübhan Hak tarafına davet etmektedir. Öbürüne nisbetle pek mükemmeldir.
Şunun bilinmesi yerinde olur ki;
Yüce Sultan Hakka teveccüh, bu irfan sahibi hakkında uzaklık getirir. Uzaklık diğer teveccühe muhtaç olanların nasibidir. Hiç kimseyi, kendine teveccüh eder durumda gördün mü?. Böyle bir şey nasıl olur?. Sonra o şey ki, kendine kendinden daha yakın olur, o şeye teveccüh etmesi tasavvur edilemez. B.u durumda, teveccüh etmemek, o irfan sahibinin özellikleri arasındadır. Ama, kısa görüşlüler onu noksan zannederler. Teveccühün olmayışına nisbetle teveccühün oluşunu da kemal sanırlar.
Allah-ü Taâlâ, onlara insaf versin ki: Mürekkeb cehaletleri ile hüküm verip güzeli ayıplı saymayalar..
***