Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979

489.Mektup

489. MEKTUP

MEVZUU: a) Kur'an-ı Mecid'in sırları.

b) Aczin ve marifetin inceliklerini beyan. .

c) Namazın hakikati.

d) Kelime-i tayyibe.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Hazret-i Mahdumzade, Hace Muhammed Said'e yazmıştır.

***

Bir ayet-i kerime meali:

"Allah'a hamd olsun ki; bunu bize hidayet eyledi. Allah bize hidayet eylemeseydi; kendiliğimizden bunun yolunu bulamazdık. Rabbimizin resulleri gerçeği getirdi..."(7/43)

Sırf nur mertebesinden sonra, Fakir'in bulup da beyan ettiği Hakikat-ı

Kabe, cidden yüksek bir mertebe olup, Kur'an-ı Mecid-i Sübhani'nin hakikatidir.

Kâbe-i Muazzama, ancak afakin kıblesidir... Her şey için secde edilme makamı olma devletinin şerefine, Kur'an-ı Mecid hükmü ile ermiştir.

İmam, Kur'an'dır. Memum-u evvel Kâbe-i Muazzama'dır.

Bu mertebe, Hazret-i Zat-ı Lâkeyfiye vüs'atında bir mebledir. Yine o Hazret-i Zat-ı Lâkeyfi ve Lâmisli imtiyazına dahi bir mebdedir.

O mukaddes derecede bulunan bu yüce vasi imtiyaz mebdei derecesi, en ve uzunluk ölçüsüne göre değildir. Çünkü böyle bir şey, noksan ve imkân nişanlarındandır. Bu, öyle bir iştir ki, tatmayan bilemez. Keza, bu mukaddes mertebeki imtiyaz, bir müzayelet ve mübayenet dahi değildir. (Bir manaya göre: Ayrılma ve uzaklaşma, kayma) Zira, böyle bir şey, cismin ve cismani olmanın levazimi olan, bölünme ve parçalanmayı gerektirir. Allahu Teala, böyle bir manadan yana yüceliğe sahiptir. Kaldı ki, bu yerde bir şeyi, bir şeyin gayrı farzetmek tasavvur edilemez. Zira, başkalık, ikilik haberini getirir. Farz-ı muhal kabilinden olduğu için, öyle bir farzın da yeri yoktur. Tatmayan bilemez.

Bir şiir:

Kuşumdan nasıl bir alâmet bildireyim;

-Anka veya hame gibidir;

Diyeyim...

Ankanın ismi vardır nas arasında;

Kuşumun ismi yoktur ki söyleyeyim...

Bu yerde her şey farz (takdir) olunur. İsterse farz-ı muhal olsun. Ve o şeyde de nazar derinleştirilir; onda, mukayyed bir şeyle hususiyeti olan bir iş zuhura gelmez. Başka bir şeyde, farz (takdir) olunan bir şey de bulunmaz.

Durum, anlatıldığı gibi olmasına rağmen; farz olunan iki şey arasında imtiyaz, açıkça bulunmaktadır. O iki şeyden her birinin hükümleri dahi, diğerinin hükümlerinden ayrıdır.

O yüce Zat Sübhandır ki, bilinmesinden yana halka, aczden başka yol yaratmadı. Marifetten yana acz, büyük velilerin nasibidir.

Marifetin olmayışı, marifetten yana aczden başkadır. Meselâ, O yerde imtiyazın olmadığına hükümdür; zati kemalin her birini, diğerinin aynı bulmaktır. Nitekim, bu manada şöyle demişlerdir:

-İlim, aynı kudrettin; kudret dahi, aynı ilimdir.

O yerin imtiyazına karşı marifet sahibi olmamak, o yerin imtiyazına hüküm vermek, o yerin imtiyazının künhünü bulamamayı itiraf etmek; o yerin imtiyazına karşı marifetten yana aczdir.

Marifetin olmayışı cehalettir. Marifetten yana acz ise, ilimdir. Belki acz iki ilmi de tazammun etmektedir:

a) Bir şeyi bilmeyi,

b) Bir şeyi gayet azametli ve büyük oluşundan ötürü, künhünü bulup bilememeyi.

Bu arada, üçüncü bir ilmi dere eylesek de yeri vardır. Bu da, insanın aczini ve kusurunu bilmesidir. Bu da, onun abdiyet ve ubudiyet makamını teyid etmektedir.

Cehalet sayılan marifetin olmayışı, çok kere cehl-i mürekkeb olur. Bu da, nefsinin cehaletini bilmemektir; hatta bunu, ilim sanmaktır.

Marifetten yana aczde, anlatılan marazdan tam necat vardır. Hatta, böyle bir marazın orada yeri de yoktur. Zira, aczini itiraf etmektedir.

Şayet marifetin bulunmayışı ile marifetten yana acz, müsavi olsaydı; bütün cahiller irfan sahipleri olurlardı. Cehaletleri dahi, kemallerine sebep olurdu. Hatta, bu manaya göre; her kim daha çok cahil ise, o daha fazla arif olurdu. Zira, marifet, orada marufu bulmanın olmayışıdır.

Yukarıda, marifetten yana acz için yapılan mukaddime doğrudur. Her kim, marifetten yana daha çok aciz durumda ise, marifetlere dair işlere daha fazla irfan sahibidir.

Marifetten yana acz, zemme benzeyen medihtir.

Marifetin olmayışı ise, sırf zemdir; bunda medih kokusu yoktur.

Rabbim, marifetinden yana aczin kemali ile ilmini artır; sübhansın.

Şeyh, Allah sırrının kudsiyetini artırsın; Şeyh Muhyiddin b. Arabi, bu Fa-kir'in bulduğu farkı mülâhaza etmiş olsaydı; marifetten yana aczi:

-Cehl... diye asla anlatmazdı.

Kesin olarak, onu ilmin olmayışı saymazdı. Şöyle demiştir:

-Bizden alim olan da vardır; bizden cahil olan da şöyle demiştir:

-İdrak etmekten yana acizlik, idraktir.

Bundan sonra, birinci şıkkın ilimlerini beyan etmiştir. Bunlarla bir övünme payı çıkarıp onları kendi nefsinden bilmiştir. Bunun için de şöyle demiştir:

-Hatemü'l-enbiya, bu ilimleri Hatemü'l-velâyetten alır.

Burada, Hatemü'l-velhayet-i Muhammediye'den de, kendisini kasd etmiştir. Bu manadan ötürü de, taana uğramıştır. Bu kelâmın tevili için, Füsus serihleri gayretleri sarf etmiştir.

Fakir katında şöyle demek mümkündür:

-Bu kelâm, hakikatta, o acz manasından daha alttır. Hatta, onunla bir münasebeti de yoktur; çünkü, zılâle bağlıdır. Aciz ise, asıl yerindedir.

Sübhanellah... Bu sözün diyeni Hazret-i Sıddık'tır. Allah ondan razı olsun. Nitekim, bunu böyle anlatmışlardır. O, irfan sahiplerinin başı olup sıddıkların da reisidir. Hangi ilim, o aczi geçebilir!.. Hangi güçlüdür ki; o acizden daha önde bir basamağa varmıştır!..

Evet, Sıddık'ın üstazı hakkında, yani Resulullah (sav) Efendimiz hakkında dediğini dedikten sonra: Hazret-i Sıddık hakkında neden öyle demesin?

Şaşılacak iştir ki, Şeyh bu kıyl ü kal ile, bu şathiyat sözleri ile nazarda makbullerden zahir olur; evliya-ı mükerremin arasında müşahede edilir.

Bir mısra:

Ne zorluğu işte, olunca keremlilerle...

Evet, çok kere duadan eziyet hasıl olur. Çok kere, şetm ve ezadan dahi, sürür ve sevinç husule gelir.

Onlar ki, Şeyh'i reddederler; tehlikededirler.

Onlar ki, Şeyh'i kabul ederler; bunlar dahi aynı şekilde tehlike içindedirler.

Yerinde olur ki, Şeyh kabul edile; amma bu muhalefet sözleri kabul edilmeye. Orta yol budur. Yani Şeyh'in (Muhyiddin b. Arabi'nin k.s.) kabul edilmesinde ve edilmemesinde. Bu Fakir'in seçtiği yol da budur.

Hakikat-ı hali en iyi bilen Sübhan Allah'tır.

***

Biz, yine esas kelâma dönelim. Deriz ki:

-Hakikat-ı Kur'an diye anlattığımız mukaddes mertebeye, nur ıtlakının dahi yeri yoktur.

Bu manada, nur dahi, sair zati kemalât gibi yolda kalır. Orada; vüs'at-ı lâkeyfiye ve imtiyaz-ı lâmisliden başka bir şey asla bulunmaz. Allahu Taala'nın:

"Allah'tan size nur geldi..."(5/15) buyurduğu, nurdan murad, Kur'an nuru olsa dahi, mümkündür ki bu, inzal ve tenzil itibarı ile ola... Nitekim bu mana:

"Size geldi.."(5/15) kelimesi ile ima edilmektedir.

Üstte anlatılan mukaddes mertebenin üstünde bir mertebe vardır ki; cidden yüksektir. Bu dahi, namazın hakikati olup onun sureti; nihayet erbabından namaz kılanlarla kaimdir. Herhalde, Resulullah (sav) Efendimizin miraç kıssasından:

"Dur ya Muhammedi Allah namaz kılıyor..." hikâyesi, namazın haki-katına ima etmektedir.

Evet, o ibadet ki, tenezzüh ve tecerrüd mertebesine lâyıktır; herhalde onun, kıdem tavırlarından zuhur etmesi ve vücub mertebelerinden sadır olması lâzım gelir.

Yüce mukaddes Hakkın zatına lâyık olan ibadet dahi, vücup mertebelerinden sadir olmaktadır; başka değil Abid, mabud odur.

Bu mukaddes merteede, vüs'at-ı lâkeyfiyenin kemali ve imtiyaz-ı lâmisli vardır. Kabe'nin hakikati ve Kur'an'ın hakikati onun iki parçasıdır. Namaz dahi aslı üzere bulunmaktadır. Zira, mabudiyet, orada tahakkuk etmektedir.

Bütün ibadetleri cami olan namazın hakikati, bu mertebede; kendinden üstün olan mukaddes mertebe için bir ibadettir. Mabudiyet istihkakı dahi, orası için sabittir. Zira o, her şeyin aslı ve cümlenin sığınağıdır. Bu yere göre vüs'at kusur kalır; imtiyaz dahi, yolda bırakılır. İsterse lâkeyfi ve lâmisli olsun.

Enbiyadan pek kâmillerin en büyük velilerin basamakları; bütün ibadetlerin nihayeti olan namazın hakikati makamının nihayetine kadardır. Evvel âhir onlara salâtlar ve selâmlar olsun.

Bu makamın üstünde, sırf mabudiyet makamı vardır; hiçbir şekilde o makama kimsenin ortaklığı yoktur ki, onun yukarısına kadem bassın.

Hangi makam ki, orada âbid ve mabud şaibesi vardır; orada nazar gibi kadem mecali vardır. Amma, muamele ki, sırf mabudiyete düştü; kadem kusur kalır, seyir tamam olur. Lâkin, Sübhan Allah'a hamd olsun; oraya nazar men olunmaz. Hatta orada, bu manada istidad kadar bir mecal vardır.

Bir mısra:

Bu da olmayınca, cihet olur belâ...

Şu mana dahi mümkündür ki:

"Dur ya Muhammed.." emrinde, kademin kusuruna işaret buluna. Bu manada verilen emir şudur:

-Ya Muhammed, dur ve kademini bunun üstüne atma. Zira, salât mertebesinin üstünde kadem mecali yoktur.

Namaz, vücup mertebesinden sadir olmaktadır. Yüce mukaddes Haz-ret-i Zat mertebesinin tenezzühü ve teceddüdüdür.

-LA İLAHE İLLALLAH (Allah'tan başka ilâh yoktur) kelime-i tayyibesinin hakikati dahi, tenezzühü ve tecerrüdüdür.

İbadete müstahak olmayan ilâhların nefyi bu yerde tasavvur edilir.

Kendisinden başka ibadete müstahak olmayan hakiki mabudun isbatı dahi, bu makamda hasıl olur.

Abidle mabud arasındaki imtiyaz kemali dahi burada zahir olur. Abid, mabuddan orada ayırd edilir. Yani nasıl ayırd edilmesi uygunsa öyle...

Yine bilinir ki:

-LA İLAHE İLLALLAH kelime-i tayyibesinin manası, müntehilere göre şu demektir:

-Allah'tan başka mabud yoktur.

Şeriatta takarrür ettiği gibi, bu kelimenin manası odur.

-Maksud ve mevcud yoktur manaları, iptida ve orta hallere münasiptir.

-La maksude (maksud yoktur) manası, burada:

-La mevcude... (mevcud yoktur) manasından daha yukarıdır. Zira o burada:

-Allah'tan başka mabud yoktur. (La mabude illallah..." manasına, açılan bir penceredir.

Şunun da bilinmesi yerinde olur ki:

Bu yerde nazardaki terakki ve oradaki keskin nazar müntehilerin vazifesi olan namaza bağlıdır. Herhalde sair ibadetler; namazın tekmiline ve noksanının telâfisine yardımadır. İhtimal ki, bu manadan olarak; namaz hakkında şöyle demişlerdir.

-O, iman gibi zaten güzeldir. Amma sair ibadetler zaten güzel değildir.

***

 

Telif Hakkı © 2024 Open Source Matters. Tüm Hakları Saklıdır.
Joomla!, GNU Genel Kamu Lisansı altında dağıtılan özgür bir yazılımdır.