Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979

501.Mektup

501. MEKTUP

MEVZUU: a) Şeyh Ruzbehan Bakli'nin kelâmına şerh.

b) Tevhid-i vücudinin bazı inceliklerini beyan.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Kadı İsmail Ferid Abadi'ye yazmıştır.

***

Veli Şeyh Ruzbehan Bakli, sofiye galatlarını ve başka galatı beyan ederken demiştir ki:

-Onlar derler:

-Hepsi odur.

Böylelikle de, bütün meydana gelen müteferrik cüz'iyatı o tek zat olarak murad ederler. Onların bazısı dahi, bazısına remz ile der ki:

-Biz ancak oyuz.

Böylece, o küffar için, yüz binlerce ilâh meydana gelmektedir.

Halbuki alemlerin Rabbı yüce mukaddes Allah, bütün meydana gelenlerden ve onların tefrikasından münezzeh ve tektir.

Bölünmenin ona yolu yoktur. Hulul kabul etmez. Böyle renkten renge de girmez.

Onlar, bu sözleri ile küffardır. Allahu Teala'yı bilmedikleri gibi, kendilerini de bilmezler.

Şayet insan HAK olur ise, nasıl fani olur?

Bir kavmin galatı ruhtadır; bunlarınki ise, cisimdedir. Sübhanellah onların canını alsın.

Onun cümlesi boraya kadardır.

***

Şu mana gizli kalmaya ki:

-Hepsi odur ibaresi, her ne kadar kadim sofiye arasında bilinen bir mana haline gelmemiş olsa dahi; aralarında şu cümleler vardır:

-Ene'l-Hak (Ben Hak),

-Sübhan!..

-Cübbemde Allah'tan başkası yoktur.

Daha bunların benzeri sayılamayacak kadar çok cümleler vardır. Bu ibarelerin ve o ibarelerin ifade ettikleri bana birdir. Hepsi aynı yola çıkar.

Bir şiir:

Hiçtir, madem ki su baştan bozulmuş;

Fark, ha bir ok, ha bin ok kadar olmuş...

Bu mesel, mevzun ve meşhurdur.

Yukarıda üzerinde durulan ibare, son gelen sofiye arasında dağılıp yayılmış bir durumdadır. Onlar:

-Hepsi odur derler. Hem de hiçbir tekellüf olmadan. Bu söz üzerinde de ısrarla dururlar. Ancak, onlardan pek azının bu ve benzeri ibarede tereddüdü vardır. Hatta inkâr sureti gösterenler de olmuştur.

Onların:

-Hepsi odur cümlesinden bu Fakir'in anladığı mana ise şudur:

-Bütün dağınık cüz'iyet, olan hadiseler yüce mukaddes Tek Zat'ın zuhurudur. Tıpkı Zeyd'in müteaddid aynalarda suretinin zuhura gibi... Onların hepsinde zuhura gelmiştir ve:

-Hepsi de odur denmiştir. Bunun daha açık manası şudur:

-O müteaddid aynalarda zuhura gelen suretler, Zeyd'in tek zatıdır.

Mana üstte anlatıldığı gibi olunca; burada cüz'iyat, ittihad nasıl olur? Hulul ve televvün nerede? O kadar ki, Zeyd'in zatı sırflık üzeredir; hem de bütün suretlerin varlığı ile... O, kendi asli haleti iledir. Bu suretler, ona ne bir şey artırmıştır; ne de bir şeyini eksiltmiştir. Zeyd'in zatının bulunduğu manada; suretlerin ne namı vardır; ne de nişanı... Böyle bir şey yoktur ki, cüz'iyet, ittihad, sereyan ve hulul nisbetlerinden bir nisbet husule gelsin.

Yerinde olur ki:

-Şu anda dahi, önce olduğu gibidir, sırrı bu mekânda arana...

Çünkü yüce Şübhan Hakkın mertebesinde, zuhurdarf evvel alemin nasıl yeri yok idiyse, zuhurdan sonra dahi o makamda alemin yeli yoktur. Dolayısı ile, hiç şüphe edilmeye ki:

"Şu anda, ince olduğu gibidir..." manası geçerli olmuştur.

Burada asıl şaşılacak durum şu ki:

Mütekaddimin sofiyeden pek çokları; tevhid balı kansan bu cümleden, hulul ve ittihad manası anlamışlardır. Onlara kail olanları dahi, tekfir edip dalâlete saymışlardır.

Hatta onlardan bazıları bu ibareyi öyle tevil etmişlerdir ki, diyenin zevki ile ne bir uyarlığı vardır; ne de bir münasebeti. Bu manada, AVARİF kitabının sahibi şöyle demiştir:

-ENE'L-HAK... (Ben Hak...) cümlesi Hallac'dan gelmiştir; Bayezid-i Bistami'den ise:

-Sübhani... (Sübhanım...) sözü gelmiştir. Amma hikâye yollu. Yani Sübhan Hak'tan naklen.

Eğer hikâye yollu olmasaydı; mutlaka onda hulul ve ittihad şaibesi olurdu ki, bu sözleri diyenleri, Nasara'nın hulul ve ittihada kail olanlarını reddettiğimiz gibi reddederdik.

Yukarıdaki tahkikten açıkça anlaşılmış oldu ki, Şathiyat kabilinden söylenen o ibarelerde, hulul ve ittihad yoktur. Bu manaya hamletmek de, ancak zuhur ve şühud itibarı iledir; vücud itibarı ile değildir. Yani onların anlayıp hulul ve ittihad manasına yordukları gibi değildir.

Bu mesele, yani tevhid-i vücudi meselesi, mütakaddimin sofiye arasında lâyıkı olduğu gibi yazılıp söylenmemiştir. Onlardan her kim, haline mağlup olmuş ise, kendisinden hulul ve ittihada benzeyen bir kelime zuhur etmiştir. Halbuki, kendisinde sekr halinin ağır basmasından, onun sırrına muttali olmamıştır. Hulul ve ittihad şaibesi anlaşılan, zahiri manasında da sarf edilmemiştir.

Vakta ki, sıra Şeyh-i Eceli (pek kıymetli Şeyh) Muhyiddin b. Arabi'ye gelmiş. Allah sırrının kudsiyetini artırsın. Marifet kemalinden bu ince meseleyi şerh edip açmıştır. Sarf nahiv tevdini gibi, onlan bablara ve fasıllara ayırıp tedvin eylemiştir.

Durum böyle olmasına rağmen, bu taifeden bir cemaat, onun muradını anlayamadı. Kendisini hatalı bulup ona levm dilini uzatmışlardır.

Şeyh, (Muhyiddin b. Arabi k.s.) bu meselenin ekseri tahkikatında haklı

idi; ona taan edenler dahi, doğruluktan uzak durumda idiler.

Yerinde olur ki, bu meselenin tahkikinde ilminin çokluğu, şanının üstünlüğü biline. Onu red ve taan etmek, yerinde bir iş değildir.

Bu mesele üzerinden zaman geçtikçe; son gelenlerin fikirleri katılınca, vazıh ve ayıklanmış duruma gelmektedir. Hulul ve ittihad şüphelerinden uzaklaşmaktadır.

Nahiv ilmini görmez misin! Şu anda nasıl ayıklanmış ve açık duruma gelmiş. Bu, son gelen nahiv alimlerinin fikirlerinin katılması ile olmuştur. Sibeveyh'in ve Ahfeş'in zamanında, o ilimde bu şekilde vuzuh ve gelişmiş durum yoktu. Zira, san'atın tekmili fikirlerin katılması ile olacaktır.

Kur'an'ın mahluk olup olmadığı üzerinde; İmam-ı Azam ve İmam-ı Ebu Yusuf altı ay mübahaseye girmişlerdir. Aralarında red ve nakz cereyan etmiştir. Sonra, her ikisinin görüşü de şu mana üzerinde istikrara kavuşmuştur:

-Kur'an mahluktur, diyen kâfir olur.

Bu münazaanın uzaması, o vakit, hakikatına tam ulaşılamadığındandır. Şu anda, fikirlerin katılması ile derinliğine inilip hakikati bulunmuştur. Bu manada deriz ki:

-Şayet niza yeri, harfler ve kelâm-ı nefsiye delâlet eden kelimeler ise, bunlar sonradan yaratılan mahluktur. Şayet medlulat ise, onlar kadim olup mahluk değildir.

İşin bu şekilde açıklığa kavuşması ise, fikirlerin katılması bereketi iledir.

***

Biz, yine esas kelâma dönelim. Deriz ki:

-Bu ibarenin, yani:

-Hepsi odur ibaresinin; hulul ve ittihadından uzak olarak, bir başka manası vardır ki; şu demeğe gelir:

-Hepsi madum olup (yok olup) mevcud olan Allahu Taala'dır.

Amma bu kelâmın manası şu demek değildir:

-Her şey, Allahu Teala ile mevcud olup onunla ittihad etmiştir.

Zira, böyle bir kelâmı ahmak dahi söylemez. O büyüklerden bu manada bir kelâmın süduru nasıl tasavvur edilebilir?

O büyüklerin nazarında; mahabbet halinin ağır basması sonunda mahbubun masivası mestur olunca, müşahede gözlerinde onun gayrı kalmayınca:

-Hepsi odur demişlerdir. Bunun manası şudur:

-Bu sabit görünenlerin tümü, vehim ve hayaldir. Mevcud olan o yüce Allah'tır.

Mana üstte anlatıldığı gibi olunca; onda cüz'iyat ve ittihad şaibesi olmaz. Hulul ve televvün zannı da yoktur.

Mana üstte anlatıldığı gibi olmasına rağmen; bu Fikir, o gibi ibareleri iyi görmez. İsterse, anlatılan fasit manalardan beri olsun. Zira onlar, yüce Hakkın takdis ve tenzih mertebesine lâyık değildir. Bu mevcudatın miktarı nedir ki, yüce Hakkın mazharları olalar!..

Bir mısra:

Hangi aynada tasvir edilebilir?..

Sonra onlarda o istihkak nerededir ki, yüce Hakkı taşıyalar... İsterse, şühud ve zuhur itibarı ile olsun.

Şayet, o bir mazhar ise, yüce Hakkın kemalâtının zılâlinden bir zilin mazharıdır. Her halde, mevcudatın mazharı olduğu zil ile, yüce mukaddes Hak arasında binlerce hicap vardır. Şu manayı duymadın mı:

"Allahu Taala'nın, nurdan ve zulmetten yetmiş bin hicabı vardır."

Yüce Hakkın kemal zılâlinden bir zillin mazharını, o Sübhan Zat'a sakınmadan yormak edep dışı bir harekettir. Cür'etin de kemalidir. Lâkin böyle bir şey, halin galebesi ve sekr halinin istilâsı ile olduğundan cidden mezmum değildir.

Anlatılan manadan başka; müşahede ettikleri ikinci tevcihe göre Hakkın aynı bilmek ve yüce Hakka yormak dahi, bu itibara göre suideptir. Hatta vakıanın da hilafıdır. Zira, bu müşahede edilen dahi, yüce Hakkın kemalât zılâlinden bir zildir. Halbuki o yüce Zat ötelerin ötesinde, ötelerin ötesindedir.

Sonra, her ne iki meşhud ve nefye müstahaktır; yüce Sultan Hak olamaz.

Sırrı mukaddes olsun; Hace Nakşibend şöyle demiştir:

-Her ne ki görülür, duyulur ve idrak edilir; o Sübhan Hakkın gayrıdır. Onu, LA (YOK) kelimesinin hakikati ile nefyetmek gerek.

Bu meselede bu Fakir'in tercih ettiği de budur. Takdis ve tenzih şanına münasip olan da:

-Hepsi ondandır ibaresidir. Amma bunun manası, zahir ulemanın kısadan anlattığı:

-Tümden halkın süduru ondandır, demek değildir.

Bu cümle her ne kadar doğru ise de; burada bir başka alâka vardır ki; ulema, onun yolunu bulamamıştır.

Sofiyenin bulup idraki ile ayrıldığı mana o irtibattır ki, asaletle zıllıyet arasındadır; şu demeğe gelir:

-Mümkinin vücudu, Vacib Taala'nın vücudundan neş'et edip o Sübhan Zat'ın vücuduna bir zildir. Aynı şekilde, mümkinin hayatı dahi, o Sübhan Zat'ın hayatından neş'et etmekte ve o mukaddes hayata bir zil olmaktadır.

Üstteki kıyası; ilim, kudret ve irade üzerinde de yürütmek mümkündür. Hatta diğer sıfatları da.

Sofiyenin görüşüne göre alem Sübhan Hak'tan sadır olmuştur; onun kemalâtına zildir. O münezzeh kemalâttan neş'et etmiştir.

Misal olarak, burada mümkine verilen vücudu ele alalım. Bu, kendi başına müstakil bir iş değildir. Elbette o, Vacib Teala'nın vücududur.

Mümkine verilen hayat, ilim ve diğerleri de böyledir. Bunlar, Vacip Teala'dan gelen kendilerinin istiklâli olan işler değildir. Elbette onların durumu şudur: Vacib Teala'dan sudur etme durumu olmasına rağmen, o Sübhan Zat'ın kemalât zilli, o kemalâtın suretleri ve misalleridir.

İş bu irtibat yolunu bulmaktır ki, yani asalet ve zıllıyet irtibatını, sofilerin muamelesini âlâiliyyine (yücelerin yücesine) ulaştırıp onları fenaya ve bekaya vardırmıştır. Keza, onları, has velayetle de tahakkuk ettirmiştir.

Zahir ulemaya anlatılan rüyet ve itinada müyesser olmayınca, kendilerine fenadan ve bekadan yana bir şey isabet etmedi. Has velayetle dahi tahakkuk edemediler.

Sofiyeye gelince, kemallerini, vacip kemalâtı zıiâlinde buldular. Sildiler k, vücud ve vücudun tevabil, o kemalâtın akisleridir. Şüphesiz, bu durumda kendilerini şöyle gördüler: Sübhan Hakkın kemalâtının hamilleri... Sonra kendilerini, o kemalâta aynalar olmaktan başka bir şey bulamadılar. Vakta ki onlar:

"Allah size emrediyor ki; emanetleri sahiplerine veresiniz..."(4/48) mana hükmüne göre, emanetleri sahiplerine vermişlerdir.

Bütün bu kemalâtı dahi, tamamı ile aslına vermişlerdir, hem de zevk olarak. Kendi nefislerini madum ve meyyit bulurlar. Zira, vücud ve hayat asla gidince; madum ve meyyit olarak kalmışlardır. Mevlevi Rumi k.s. fena tahakkuku üzerine şöyle demiştir:

Bildiğin zaman, sen kimsin o kimdir en başta;

Kendini bağladığın zaman, o yüce Zat'a...

Yine sen bilirsin ki, kimin zillisin ey bilgin; Artık ölü, diri kal kâinattan boşta...

Bir kimse, fenadan sonra, beka ile tahakkuk ederse, kendisine ikinci kere, sıfat-ı kâmileden vücud ve tevabil ihsan edilir. Bu kere, ikinci doğumla tahakkuk eder. Burada:

"İkinci kere doğmayan, sema melekûtunu geçemez..." cümlesindeki mana geçerlidir.

Bir mısra

Mübarek olsun erbab-ı nimete erdikleri...

***

ilâhi, ibare darlığından, bazı lâfızlar çıktı ki, onların ıtlâkı şeriatta varid olmamıştır. Zıllıyet ve diğerleri gibi. Diyorum ki:

-Mümkinin vücudu, Vacip Taala'nın vücudunun zillidir; onun sıfatı ise, Vacip Taaia'nın sıfat-ı kâmilesidir.

Amma ben bu ibarelerin kullanılmasından korkuyorum. Halbuki, bu ibareleri kullanan veli kulların gelmiştir.

Affını, bağışlamanı dileriz.

Dua makamında bir ayet-i kerime meali:

"Rabbimiz, unuttuk veya yanıldıysak, bizi muaheze eyleme."(2/286)

***

Bilinmesi yerinde olur ki,

Yukarıda anlatılan tahkikten vuzuha kavuşan şudur:

-Hepsi odur kelâmına kail olan sofiye, alemin yüce Hak ile ittihadına itikad etmezler. Hulul ve sereyanı da isbat eylemezler.

Bu durumda, onların kelâmından hasıl olan yorum şudur: Bu, ancak zuhur ve zıllıyet itibarı iledir; vücud ve tahakkuk itibarı ile değildir.

Her ne kadar onların zahiri ibarelerinden vücudi tahakkuk tevehhüm edilir ise de; lâkin onları böyle bir manadan tenzih etmek gerek. Hâşâ ki, onların muradları böyle bir şey ola... Zira böyle bir şey, küfür ve ilhaddır.

Vücud itibarı ile olmadan; zuhur ve şühud itibarı ile her iki cümle mana alınarak, biri diğerine yorulur ise, o zaman:

-Hepsi odur kelâmının manası:

-Hepsi ondandır demeğe gelir.

Zira, bir şeyin zilli, o şeyin kendinden neş'et etmektedir. İsterse, halin galebesi vaktinde:

-Hepsi odur demiş olsunlar. Ne var ki, bu ibareden muradları, hakikatte

-Hepsi ondandır manasıdır. İş böyle olunca, o cümleye kail olanları dalâlette bilip tekfir etmeye ve o kelâmlarından dolayı taan etmeye yer yoktur.

***

Bilesin ki,

Bir şeyin zilli, o şeyin; ikinci, yahut üçüncü, yahut dördüncü mertebede zuhurundan ibarettir. Meselâ, Zeyd'in aynada akseden sureti, Zeyd'in zilli ve ikinci mertebede zuhurudur. Halbuki hakikatta Zeyd, vücudunun asli mertebesindedir. Kendisini aynada zill olarak izhar eyledi. Hem de, zatına ve sıfatına bir tağayyür ve televvün gelmeden.

Dua makamında bir ayet-i kerime meali:

"Rabbimiz, nurumuzu tamamla ve bizi bağışla; çünkü sen her şeye kadirsin."(66/8)

Hüdaya ittiba edenlere selâm.

***

 

Günün Sözü

"“Ya âlim, ya talebe, ya dinleyici veya (bunları)seven ol. (Bunların haricinde) beşinci olma helâk olursun.” (Hadîs-i Şerif—Muhtâru’l-Ehâdis)"
Telif Hakkı © 2024 Open Source Matters. Tüm Hakları Saklıdır.
Joomla!, GNU Genel Kamu Lisansı altında dağıtılan özgür bir yazılımdır.