Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979
533.Mektup
- Ayrıntılar
- Kategori: Mektubat-ı Rabbani
- Gösterim: 6283
533. MEKTUP
MEVZUU: Hakikat-ı Muhammediye... (Allahu Teala, ona salât ve selâm eylesin)
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu,
Mevlâna Hasan Dehli'ye yazmıştır.
***
Rahman ve Rahim Allah'ın adı ile...
Allah'a hamd olsun. Selâm onun seçilmiş kullarına.
Bilesin ki,
Hakikat-ı Muhammediye, ilk zuhurdur ve hakikatlar hakikatidir. Şu manaya ki: Melâike-i izamın hakikatleri olsun, enbiya-i kiramın hakikatleri olsun; sair hakikatlerin tümü, onun hakikatinin zılâlidir. Hepsine salât ve selâm. Zira o, bütün hakikatlerin aslıdır.
Anlatılan manalarda, Resulullah (sav) Efendimizin şu hadis-i şerifleri vardır:
"Allahu Teala, evvelâ nurumu
yarattı."
"Allah'ın nurundan yaratıldım;
mü'minler dahi benim nurumdan yaratıldı."
Zaruri olarak, o hakikat, sair hakikatlerle Hak arasında bulunmaktadır. Bir kimsenin, matluba vusulü dahi, onun tavassutu olmadan muhaldir. Ona ve âline salât ve selâm olsun.
O, resullerin ve nebilerin nebisidir. Onun irsali, alemlere rahmettir.
Anlatılan manadandır ki, kendilerinde asalet olmasına rağmen, ülü'l-azm enbiya onun tebaiyetini ve ümmeti arasına girmeyi temenni etmiştir. Nitekim, bu mana, bizzat kendisinden varid olmuş. Resulullah (sav) Efendimiz ve onlara salât ve selâm olsun.
***
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
-Enbiyanın onun ümmetinden olması hangi kemale bağlıdır; kendilerinde nübüvvet devleti bulunmamasına rağmen, bu kemal onlara müyesser olmamıştır.
Buna cevap olarak şöyle derim:
-Bu kemal, hakikatler hakikatına vusuldür; onunla ittihaddır. Gerek vusul, gerekse ittihad tebaiyete ve verasete bağlıdır. Hatta, her ikisi de, yüce Allah'ın fazlına kalmıştır. Zira bunlar, havasın dahi hası olanların nasibidir. Yani Resulullah (sav) Efendimizin ümmetinden.
Onun ümmetinden olmayan, anlatılan devlete eremez. Onun hakkında hicap dahi kalkmaz. Zira bu, ittihad yolu ile müyesser olur. Herhalde, anlatılan mana dolayısı ile Allahu Teala, şöyle buyurdu:
"Siz hayırlı ümmetsiniz."(3/110)
Ona ve âline salât ve selâm olsun; Resulullah (sav) Efendimiz, enbiya-i kiramın ve melâike-i izamın her ferdinden daha faziletli olduğu gibi, külliyet cihetinden de hepsinden faziletlidir. Resulullah (sav) Efendimize ve onlara salât ve selâm.
Çünkü aslın, zil üzerine fazileti vardır, isterse, zil, zıllardan birini tazammun etsin. Zira, Feyyaz olan Sübhan Zat'tan zılla gelen feyizlerin mebdei ancak aslın tavassutudur.
Bu Fakir, risalelerinde şu mananın tahkikini yapmıştır; söyle ki:
-Fevkani noktaların, altında bulunan bütün noktalara nazaran üstün fazileti vardır. Alttakiler, onun için zılâl gibidir.
Bir irfan sahibinin, o asıl gibi olan fevkani (üst) noktayı kat etmesi; onun zılal hükmünde olan alttaki bütün noktalan kat etmesinden daha ziyadedir.
Burada şöyle bir soru çıkabilir:
-Bu beyandan lâzım gelir ki, bu ümmetin havassı, enbiyadan üstün faziletli ola...
Bunun için şu cevabı veririm:
-Böyle bir şey asla lâzım gelmez. Ancak o devlette, bu ümmetin havassı olanların enbiya ile ortaklığı lâzım gelir. Durum böyle olmasına rağmen, enbiyanın çok kemalâtı ve kendilerine mahsus olan sayılı meziyetleri vardır. Bu ümmetin havassı olanlardan en hası dahi, son derece terakki etse dahi; yine de başı, en alt derecedeki nebinin ayağına ulaşamaz. Müsavat ve meziyet mecali nerede? Hem de Allahu Teala, şöyle buyurduktan sonra:
"Andolsun; resul gönderilen kullarımız hakkında bizim geçmiş sözümüz vardır."(37/171)
Ümmet fertlerinden bir fert; peygamberinin uyduluğu ve onun tebaiyeti ile nebiyadan bazısının fevkine terakki etse dahi, ancak bu, hadimiyet ve tebaiyet unvanı ile olur. Şu da malumdur ki, hadimin (hizmetçinin) mahdum (hizmet edilen) akrana, hadimiyetten ve tebaiyetten başka bir bağlantısı yoktur.
Uydu olan hadim, bütün vakitlerde uydudur.
***
Bütün mertebeleri aştıktan sonra; işin neticesinde bu Fakir'e keşf oldu ki, Hakikat-ı Muhammediye, hakikatlerin hakikatidir. O, hubbi taayyündür. Bu mahabbetin zuhuru dahi, zuhuratın mebdeidir; mahlukatın yaratılmasının dahi menseldir. Nitekim bu mana, meşhur kudsi hadiste şöyle dile geldi:
"Gizli bir hazine idim; bilinmemi
istedim. Halkı da bilinmem için yarattım."
O gizli hazineden, zuhur meydanına ilk gelen mahlukatın yaratılmalarına sebep olan o sevgidir. Şayet bu sevgi olmasaydı; icad kapısı açılmazdı. Alem dahi, ademde yerli ve istikrarlı kalırdı. Sonra, şu hadis-i şerifin sim dahi, bu makamda aranmalıdır
"Sen olmasaydın, eflâki yaratmazdım;
rübubiyeti izhar eylemezdim.?
***
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
Fütuhat-ı Mekkiye sahibi Muhyiddin b. Arabi (ks) taayyün-ü evvel olan hakikat-ı Muhammediye'yi ilim icmalinden ibaret saydı. Halbuki sen, risalelerinde şöyle diyorsun:
-Taayyün-ü evvel, taayyün-ü vücudidir.
Onun en şerefli ve en ileri merkezini dahi, hakikat-ı Muhammediye'den ibaret eyledin.
Sandın ki, Hazret-i icmalin taayyünü, bu taayyün-ü vücudinin zillidir. Şu anda dahi, burada şöyle yazıyorsun:
-Taayyün-ü evvel, taayyün-ü hubbidir. Ve o, Hakikat-ı Muhammediye'dir.
Bu söylenenler arasındaki uyarlık nasıldır?
Bunun için şöyle derim:
-Çok kere bir şeyin zilli aslı suretinde zuhura gelir. Saliki dahi, kendisi ile dolu ve meşgul eyler. Her iki taayyün de, taayyün-ü evvel zılâlindendir; urucu vakti salike asılları suretinde zuhur etmişlerdir. Onların asılları dahi, hubbi taayyün-ü evveldir.
***
Burada, bir başka soru şöyle çıkabilir:
-Taayyün-ü vücudi, taayyün-ü hubbinin zilli olduğuna kail olmak nasıl doğru olur? Halbuki, vücudun, hubb (sevgi) üzerine sebkatı (önceliği) vardır. Zira, hubb vücudun bir fer'idir.
Bu soruya şöyle derim:
-Bu Fakir, risalelerinde, şunun tahkikini yaptı:
-Sübhan Hak, zatı ile mevcuttur; vücutla değil. Aynı şekilde sekiz hakiki sıfatı dahi, onun yüce Zat'ı ile mevcuttur; vücutla değil. Zira, o mertebede ne vücudun mecali vardır; ne de vücubun. Çünkü, vücud ve vücup her ikisi de itibarlardandır, ilk zuhura gelen itibar dahi, alemin icadı için olan hubdür (yani sevgi). Bundan sonrası ise, alemin icadına mukaddime olan vücud itibarıdır. Zira Hazret-i Zat'ın, bu hubbün ve vücudun itibarı olmadan; alemden ve alemin icadından yana istiğnası vardır.
"Allah, alemlerden ganidir."(3/97) mealine gelen ayet-i kerime bu manada nass-ı kafidir. . Taayyün-ü ilmi icmali için:
-O iki taayyünün zillidir demek dahi şu itibara göredir ki; bunlar, Hazret-i Zat itibarlarındandır. Amma sıfatların mülahazası olmadan. Bu taayyünde melhuz olan o sıfattır ki, zat için zil gibidir.
***
Şunun bilinmesi gerekir ki:
Taayyün-ü hubbi olan taayyün-ü evvele dikkatle derinlemesine nazar havale olunduğu zaman; Sübhan Allah'ın fazlı ile bilinir ki, o taayyünün
merkezi, Hakikat-ı Muhammediye olan bu hubbdur. Onun çevresi dahi, misal suretinde o merkeze daire ve zil gibidir. Bu dahi, (yani muhit) Hakikat-ı İbrahimiye olan hullettir.
Üstteki manaya göre hubb asıl, hullet dahi onun zilli gibidir.
Merkezin ve bir daire olan muhitin (çevrenin) toplamı taayyün-ü evveldir. Onun sözlerinin en şereflisi bu cüzlerinin dahi en ilerisinin ismi ile müsemmadır ki, o merkezdir. Bu merkez dahi, hubbden ibarettir. Keşfi nazarda dahi, o cüz'ün asaleti ve galebesi itibarı ile hubbi taayyün zuhura gelmektedir.
Dairenin muhiti, (çevresi) merkezinin zilli gibi ve ondan neş'et etmiş olduğuna göre bu merkez onun için bir menşe ve asıl olur.
Bu muhit için:
-İkinci taayyün denmiş olsa dahi, caiz olur. Lâkin, keşfi nazarda iki taayyün yoktur. Bir taayyün vardır ve hubbü, hulleti şümulüne almıştır. Bunların ikisi, merkez ve muhittir. Keşfi nazarda dahi, ikinci taayyün, vücudi taayyündür. Bu da, taayyün-ü evvelin zilli gibidir. Nitekim, bu mana daha önce de geçti.
Merkez, muhitin aslı olduğuna göre; matluba vüsulda muhit için mutlaka merkezin tavassutu lâzımdır. Zira, matluba vusul, merkez yolundan olacaktır; çünkü dairenin aslı ve icmaldir.
Yapılan bu beyandan; Habibüllahın, Halilüllah ile münasebeti ittihadı bilinmelidir. Onlara salât ve selâm.
Asıl, matluba vusulde zillin vasıtası olduğundan; şüphesiz Halil murad ve temenni etti ki, Habibüllah ona tavassut ede ve kendisi, onun ümmeti arasına dahil ola... Her ikisine de salât ve selâm olsun.
Nitekim, üstte anlatılan mana, bir haberde varid olmuştur.
***
Üstte anlatılan manalara göre, söyle bir soru sorulabilir:
-Muamele böyle olduğuna göre; Habibüllah'a, Halilüllah'ın milletine mutabaat emri verilmesinin manası nedir? Her ikisine de salât ve selâm olsun. Resulullah (sav) Efendimiz dahi, kendisine salât ve selâm beyanında neden şöyle buyurdu:
"İbrahim'e salât eylediğim gibi... selâm söylediğim gibi..."
Bunun için şu cevabı veririm:
-Bir şeyin hakikati, tenzihe ne kadar çok yakın ve ne kadar çok yüksek olur ise, o hakikatin mazharı, anasır aleminde o miktar düşük olur. Beşeri sıfatlara bürünmesi dahi o kadar çok olur. O mazharın, o hakikata urucu yolu ile vusulü de zorluğu tazammun eder, O millet ki, Sübhan Allah, İbrahim'e onu vazılı bir yol olarak ihsan eylemiştir. Yani Hakikat-ı İbrahimiye'ye vusul için. Bu dahi, daha önce de anlatıldığı gibi, Hakikat-ı Muhammediye civarında vakidir. İbrahim aleyhisselâm dahi, oraya bu yoldan ulaşmıştır.
işte anlatılan mana icabı olarak, Resulullah (sav) Efendimiz, onun milletine mutabaat emrini almıştır. Şunun için ki, oradan, hakikatler hakikatına ulaşa...
Resulullah (sav) Efendimiz söyle salâvat okudu:
"Salât eylediğin gibi, Selâm eylediğin gibi..." (yani İbrahim aleyhisselâma). Ona salât ve rahmet okumak, hakikata vusul devletinin husulünden sonradır.
Mana yukarıda anlatıldığı gibi olmasına rağmen, deriz ki:
-Fazıl, bazı zamanlarda mefzula mutabaat emri alır. Bu mutabaat emrinden de, fazl olanın fazılıyet durumunda bir kusur olması lâzım gelmez.
Bir ayet-i kerimede, Allahu Teala, Peygamberine şu emri verdi:
"İş hususunda onlarla müşavere et."(3/159)
Ashapla işin müşavere edilmesi emri; onlara mutabaat emrini tazammun etme dışında bir şey değildir. Böyle olmayınca, müşavere etmenin ne faydası var.
***
Bilesin ki,
Sıddık'ın (ra) hakikati, -yani İlâhi isimlerden terbiyesine gelen isim ki, onun taayyün mebdeidir-; Hakikat-ı Muhammediye'nin zillidir; herhangi bir işin tavassutu da olmadan. Öyle bir usulde ki, o hakikatta her ne bulunuyorsa, tebaiyet ve veraset yolu ile o zil için de sabittir. Bu mana icabı olarak, o (Hazret-i Sıddık ra) bu ümmet varislerinin en kâmilidir; en faziletlileridir.
Anlatılan manadandır ki, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Allah, sineme her ne bıraktı ise... onu Ebu Bekir'in sinesine bıraktım."
Şu durum dahi, açığa çıkmıştır ki, Hakikat-ı İsrafiliye dahi, Hakikat-ı Muhammediye'dir. Amma Hakikat-ı Sıddıkiye'de olduğu gibi asalet ve zıllıyet tariki ile değil. Ki o, o hakikat için zil olmuştur. Hatta her ikisinde de, bu makamda asalet vardır; zıllıyetin hali olma durumu yoktur. Aralarındaki fark ancak, külliyet ve cüz'iyet iledir. Zira, Resulullah (sav) efendimizin hakikati küllidir; bunun için de, o hakikat, Resulullah (sav) Efendimizin ismine bağlanmıştır (yani) Hakikat-ı Muhammediye olmuştur).
Melâike-i kiramın hakikatleri ise, Hakikat-ı İsrafiliye'den neş'et etmiştir.
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
-İrfan sahibinin hakikati, kendi terbiyesine gelen ilâhi isimden ibarettir. Onun için, bu hakikata vusulden sonra ondan terakki etmesi caiz midir, değil mi?
Bunun için şu cevabı veririm:
. -O hakikata vusul, sülük mertebelerini aştıktan sonradır. Bunun için de şu tabiri kullanırlar:
-Seyr-i ilellahın tamamiyeti...
Bunun oluşu dahi, iki çeşittir:
a) O ismin zıllarından bir zılla vusuldür. Ki o, vücubiyet mazharlarında hakikatinin sureti ile zuhura gelmiş; aslının vasfı ile ortaya çıkmıştır. Bu benzerliğin vukuu çoktur. Yani bu tarikatta... Salik için de, büyük bir akabedir. Meğer ki, o akabeden sırf Allah'ın fazlı ile bir halâs müyesser ola... Hiç şüphe edilmeye ki, bu hakikata benzeyen zıldan terakki caizdir. Hatta vakidir.
b) Hakikatin kendisine vusuldür. Bu da, hiç kimsenin uydusu ve tebaiyeti olmadandır. Bundan terakki de caiz değildir. Zira, bu hakikat, onun zati istidad mertebelerinin nihayetidir.
Amma kendi hakikatinin üstünde olan birinin hakikatına uydu olarak caizdir. Hatta vakidir. Bu mecburi bir seyir olup, tabii istidadi seyrin ötesindedir.
Nitekim bu manadan, Hakikat-ı Muhammediye'ye vusul beyanında bir nebze anlatılmıştır.
***
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
-Hakikat-ı Muhammediye, hakikatler hakikatidir. Mümkinat hakikatlerinde onun üstünde bir hakikat yoktur. Bu Hakikat-ı Muhammediye'den terakki caiz olur mu? Sen dahi, risalelerinde yazdın ki:
-Hakikat-ı Muhammediye'den terakki vaki oldu.
Bu muamelenin hakikati nedir?
Bunun için, şu cevabı veririm:
-Caiz olmaz. Çünkü onun üstü, lâtaayyün mertebesidir. Mütaayyenin oraya ulaşması ve ona iltihakı muhaldir. Keyfiyetsiz olarak oraya katılmaya ve ona vücule kail olmak mücerred atma bir sözdür; muamelenin hakikatına vusulden önce, onda teselli bulunmuştur. Amma isin hakikatına vusulden sonra, hüküm; ulaşılamayacağına dairdir. Bunda hiçbir şek ve şüphe yoktur.
-Hakikat-ı Muhammediye'den terakki vaki oldu manasında yazdığım cümleye gelince, bu hakikattan murad, o hakikatin zillidir. Ki o hakikat için şöyle demişlerdir:
-Hazret-i ilmin icmalinden ibarettir.
Ve ondan:
-Vahdet... olarak tabir etmişlerdir.
O vakitte, zillin asla benzerliği vardır. Amma, o zıldan ve diğer zıllardan, sırf yüce Sultan Allah'ın fazlı ile halâs müyesser olunca, bilinmiş olur ki, hakikatler hakikatinden terakki vaki değildir. Hatta gayr-ı caizdir. Şayet oradan adım kaldırılır da, onun üstüne atılır ise, ayak vücuba atılır ki, imkândan çıkmaktadır. Böyle bir şey de aklen ve şer'an caiz değildir.
Burada tekrar şöyle bir soru sorulabilir:
-Bu tahkikten lâzım gelir ki; bu hakikattan terakki, Hatemü'r-rüsül Resulullah Efendimiz için dahi vaki değildir. Ona ve diğerlerine salât ve selâm.
Bunun için şöyle derim:
- Resulullah (sav) Efendimiz, üstün şanına yüce kadrine rağmen, daima mümkindir. imkândan hiç çıkamaz ve asla vücuba katılamaz. Zira, böyle bir şey üluhiyetle tahakkuktur. Allahu Teala, kendisinin ortağı ve dengi ol-
maktan yana yücedir. Nasara'nın, kendi peygamberleri için iddia ettikleri şeyi bırak...
***
Burada şöyle bir soru olabilir:
-Üstteki tahkikten vuzuha kavuştu ki, hakikatler hakikatına ulaşmak ve ona katılıp ittihad etmek, ancak onun uyduluğu ve veraseti ile olacağı sonrakilere sabittir. Keza, has kemalinde onunla ortaklıkları dahi vardır. Ona salât ve seiâm olsun. Durum böyle olunca, asıl metbu ile, uydu metbu arasında ne fark vardır? Yani bu kemalde... Ki bu kemal, hicabın kalkmasını ve vasıtanın atılmasını tazammun eder. Bütün kemalâtın da fevkidir. O ne meziyettir ki, metbu ve asılda olduğu halde, tabi olanda ve uyduda yoktur?
Bunun için şu cevabı veririm:
-Sonrakilerin o hakikata ulaşması ve katılmaları, hizmet edenin, hizmet edilene katılması kabilindendir. Uydunun dahi, aslına ulaşması gibidir, isterse vâsıl olan, havassın dahi hası olsun -ki bunlar, azdan daha azdır-yine hizmet edendir. Eğer peygamber ise, bu dahi uydudur.
Hizmet eden o kimsedir ki; hizmet edilen zatın elinde bulunandan bir hisseye nail olmaktadır. Onun nasıl bir ortaklığı olabilir? Onun yanında ne gibi bir izzeti ve ne gibi bir meziyeti olabilir?
Uyduya gelince, her ne kadar ortak ve lokmada çeliş olsa dahi, yine uydu uydudur.
Hizmet edenlerin, hizmet edilenin tebaiyeti ile üstün mekânlara ulaşması, onlara mahsus yemeklerden yemesi, izzete ihtirama nail olması; hizmet edilenin yüce şanından ve onun yüksek mertebesindendir. Bu durumda hizmet edilene dahi, bir başka izzet gelmiştir. Yani hizmet edenlerin kendisine katılması ile... Kendisinin zati izzeti olmasına rağmen; böyle bir izzet onun kadrini artırır ve şanını yükseltir.
***
Şimdi anlatılacakları güzelce dinle:
Bir hadis-i nebevide şöyle varid oldu:
"Bir kimse, iyi bir âdet yaparsa, bunun ecri ve onunla amel edenlerin ecri kendisinedir."
Kendisine tabi olunan kimsenin tabi olanı her ne kadar çok olur ise, yani güzel sünnetinde ecri, onların ecrinin misali çok ve bol olur. Derecesinin artmasına dahi bir gerek olur.
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca, tabi olanın tabi olunanla ortaklığı nasıl olur? Aralarında müsavat nasıl tevehhüm edilir?
***
Şu anlatılanları dinle, dinle...
Şu caizdir ki, bir cemaat; tek makamda olalar ve tek devlete de ortaklıkları buluna. Lâkin, onlardan her birinin kendisine has bir muamelesi buluna. Onlardan hiçbiri de diğerine muttali olmaya.
Resulullah (sav) Efendimizin zevcelerinin durumunu görmez misin? Onların hepsi, Resulullah (sav) Efendimizle cennette beraber olmalarına, bir yemekten yiyip aynı şeyden içmelerine rağmen; Resulullah (sav) Efendimizinki ile onların muameleleri bir değildir. Hatta, Resulullah (sav) Efendimize mahsus olan sürür ve lezzet onlar için olmaz. Onların bu makamda bütün işlerde ortaklıkları var ise, bu da onların kalanlar üzerine daha faziletli olmalarını gerektirir. Tıpkı, Resulullah (sav) Efendimizin daha faziletli oluşu gibi. Zira, burada daha faziletli olmak, Allah katında sevap çokluğu manasınadır.
***
Burada bir başka soru şöyle sorulabilir:
-Bu taayyün-ü hubbi, taayyün-ü evvel ve Hakikat-ı Muhammediye'dir. Bu mümkin midir, yoksa vacip mi? Hadis midir, yoksa kadim mi? Sahib-i Füsusk, taayyün-ü evvel için:
-Hakikat-ı Muhammediye deyip ondan tabir ederken:
-Vahdet olarak anlatmıştır. Taayyün-ü sani için de:
-Vahidiyet deyip bundan da, kendisine göre, mümkinatın hakikatlerini isbat eylemiştir. Yani o mertebede... Sonra, her iki taayyün için de:
-Vücubi taayyün deyip onların kıdemlerine inanmıştır. Kalan üç taayyün için dahi:
-İmkâni taayyün demiştir. Yani, ruhi, misali, cesedi taayyünler için.
Yukarıda anlatılan meselede senin itikadın nedir?
Bunun için şöyle derim:
-Bu Fakir'e göre, ne lâtaayyün, ne de lâmütaayyen (yahut mütaayyen) vardır. Bunlar asla yoktur. Hangi taayyündür ki, lâmütaayyeni mütaayyen kılar. Bu lâfızlar, Hazret-i Şeyh Muhyiddin b. Arabi ve ona uyanların zevklerine uygundur. Allah sırlarının kudsiyetini artırsın. Şayet bu lâfızlar, bu Fakir'in ibarelerinde vaki olmuş ise, onu müşakele san'atı kabilinden bilmek gerek. Her halükârda şöyle derim:
-O taayyün, imkâni taayyündür; mahluktur, sonradan yaratılmıştır.
Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
"Allah'ın ilk yarattığı nurumdur."
Başka hadis-i şeriflerde ise, o nurun yaratılma vaktini tayin buyurdu. Bu manada:
"Semaların yaratılmasından iki bin sene evvel" manası ve benzerleri . varid olmuştur. Bu manadan olarak; her ne şey ki, mahluk olup geçmişinde adem vardır, o şey mümkindir ve sonradan yaratılmıştır.
Bütün hakikatlerin en önde olanı olduğu halde, hakikatler hakikati mümkin ve mahluk olduğuna göre; başkalarının hakikatleri, mümkin ve sonradan yaratılmış olması evlâ yoldan mümkündür.
Sırrı mukaddes olsun; şaşırtıcı mana, Şeyh'ten gelmektedir.
Hakikat-ı Muhammediye için; hatta mümkinatın hakikatları için, nereden:
-Ayan-ı sabite... dediğine vücup hükmünü veriyor. Onun kıdemine de inanıyor. Resulullah (sav) Efendimizin kavline de muhalefet ediyor. Halbuki mümkin, bütün cüzleri ile mümkindir.
Ve sureti ile, hakikati ile mümkindir. Ne şeyden dolayı, taayyün-ü vücubi, mümkinin hakikati oluyor? Halbuki, mümkinin hakikati, mümkin olmak gerek. Bu, elbette böyledir. Zira, mümkinin, Vacib Teala ile asla bir iştiraki yoktur. Onun mahluku olmaktan başka bir bağlantısı da yoktur. O Sübhan Zat ise, onun halikıdır.
Şeyh, vacib ile mümkin arasını ayırd etmediği için, kendiliğinden, aralarında bir temyiz olmadığına kail olmuştur. Mümkin için:
-Vacib...
Vacib için dahi:
-Mümkün demeye aldırış etmemiştir. Bu manada müsamaha gösterilir ise, kemal-i kerem olur... affolur.
Bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, unuttuk veya yanıldıysak, bizi muaheze eyleme."(2/286)
***
Şöyle bir soru sorulabilir:
-Sen, risalelerinde tesbit ettiğine göre, mümkin ile vacib arasında asalet ve zıllıyet nisbeti vardır. Yine mümkin hakkında dedin ki:
-O, Vacib Teala'nın zillidir.
Yine yazdın ki:
-Vacib Teala, asalet itibarı ile, kendisi için zil olan mümkinin hakikatidir.
Bunun üzerine, çok maarif beyan eyledin...
İş yukarıda anlatıldığı gibi olunca, sırrı mukaddes olsun; Şeyh (Muhyiddin b. Arabi k.s.) vacib için:
-Mümkinin hakikatidir deyince, bunun ne mahzuru olur; bunun için neden levm olunsun?
Bu soruya söyle derim:
-Mümkin ile Vacib Teala arasında tesbit ettiğimiz bu misillu ilimler, bir nisbettir ki, şeriatta varid olmamıştır; onların hemen hepsi sekre dayalı maariftir. Muamelenin hakikatına muttali olamamaktandır ve işin künhünü idrak edemeyiştendir. Mümkin ne oluyor ki, Vacip Teala'nın zilli ola... Sonra, Vacib Teala'nın zilli nasıl olur? Çünkü zil, misli tevlidi vehmini verir. Aslın tam letafetinin olmayışı şaibesinden haber verir. Tam letafetinden dolayı, Allah'ın Resulü Muhammed'in zilli olmayınca; Muhammed'in İlâh'ının zilli nasıl olabilir... Allahu Teala, ona salât ve selâm eylesin. Halbuki, hariçte bizzat ve bil-istiklâl yüce Hazret-i Zat ve onun s sekiz hakiki sıfatı mevcuttur. Onun masivası, her ne olursa olsun; onun icadı ile mevcuttur; mümkindir, mahluktur, sonradan yaratılma hadistir. Mahluktan bir şey, halikının zilli olamaz. Mahlukıyet dışında onun yüce Halik ile bir bağlantısı da yoktur. Hem de şeriatta varid olan manalar dışında.
Bu, alemin zıllıyetini bilmek, tarikatta salike çok fayda sağlar. Onu kendi cezbesi ile asla ulaştırır.
Kemal-i inayetle zılâl menzilleri durulduğu ve asla ulaşıldığı zaman, yüce Allah'ın fazlı ile bulunur ki, bu aslın hükmü dahi zil hükmüdür. Onun matlubiyet liyakati yoktur. Çünkü, imkân damgası ile damgalânmıştır. Zira, asıl matlup idrak kavramının, vasim ve ittisalin ötesindedir.
"Rabbimiz, bize katından rahmet ver. İşimizde bizim için başarıhazırla."(18/10)
***
BİR FASIL
Faziletler ve kemalât menbaı Mevlâna Hasan Keşmiri Dehlevi -Allah hallerini güzelleştirsin ve emsallerini husule getirsin- bu Fakir'e bir risale yollamış. Ona mütaaddid sualler dere eylemiş. Onların hallini taleb etmiş.
Onların halli, bazı sırları tazammun etmektedir. Ayrıca bazı engeller de var. Böylece iş behaneye kaldı.
Lâkin müşarünileyhin bu Fakir üzerinde büyük hakları vardır. Şöyle ki:
Onun güzel delâleti ile, nihayetin bidayete dere yolunu havi velayet sahibi katında huzur devleti şerefine ermiştir. Bu Tarikat-ı Aliyye'nin elifba talimini dahi ondan almıştır. Onun hizmetinde feyizler ve bereketler istifade etmiştir. Hem de sonsuz olarak...
Dolayısı ile, bu risalelerin ilimleri ile münasebetleri olan bazı suallerin hallini, bu risalenin zeyline zaruri olarak dere eyledim.
Doğru yola hidayet eden Sübhan Allah'tır.
***
Şöyle sormuş:
-Suri ve manevi, zahiri ve batini, ilmi ve ameli, dünyevi ve uhrevi, taa mahşere kadar, beşer nev'i için hasıl olacak kemalâtın tümü Hayrü'l-beşer Resulullah (sav) Efendimize hasıl olmuştur. Bilfiil onda yerleşmiştir. Nitekim bu mana, şu hadis-i şeriften anlaşılır:
"Övünmek için değil; ben ademoğlunun
efendisiyim. Adem ve diğerleri, kıyamet günü sancağımın altında olacaktır.
Evvelin ve ahirin ilmi bana talim edildi."
Buna benzer daha başka hadis-i şerifler vardır. Bir şarta bağlı veya bir vakte merhun olan bir şey olacak ise, elbette onun en güzel şekli ile hasıl olur.
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca, vasfı devamlı olan çokluğu ile bilinen Resulullah (sav) Efendimizin hüznü neden oluyor? Bunun sebebi nedir? Çünkü, hüznün ve gamın sebebi, isteyip' aradığı bir şeyin bulunmayışıdır.
Ey mahdum,
Hüznün bulunmasını, Resulullah (sav) Efendimize nisbetle kemalin olmayışını uzak görmek; onun şanına ve Muhammedi üstünlüğüne göredir. Yüce Sultan Allah'ın inayeti, onun haline ve geleceğine şamildir. Bunlar, onun hakkında müsellem ve müstehsendir (yani iyice kabul edilmiştir).
Amma onun abdiyetine ve beşeri aczine nazar; Allahu Teala'nın dahi zati izzetini, celâlini, azametini, kibriyasını, istiğnasını mülahaza ettiğimiz zaman onun hüznünün husulü, yahut Allahu Teala'nın sonsuz kemalâtından bir kemalin onun hakkında olmayışı uzak görülmez. Hatta ubudiyet halinde lâyık olan da budur. Kaldı ki:
"İlim ciheti ile onu kavrayamazlar."(20/110)
"Gözler onu idrak edemez..."(6/103) meallerine gelen ayet-i kerimeler, bu manaların şahididir. Külli manada, yokluğu da isbat etmektedirler.
Evet,
Mümkün, en yüksek derecelere çıksa dahi, Vacib Teala'dan neye ere-bilir? Hadis olan, kadimden neye nail olabilir? Mütenahi olan, namütenahiden neyi kavrayabilir?
-Beşer nev'i için husulü mümkün olan her kemal, Resulullah (sav) Efendimizde bilfiil hasıl olmuştur.
Manasında yazdıkları cümleye gelince: Evet külli manada, fazl-ı külli Resulullah (sav) Efendimize mahsustur. Lâkin şu mana da caizdir ki, bir kemal, cüz'i manada enbiya-ı kiramdan ve melâike-i izamdan bazılarına mahsus buluna... Onların hepsine salât ve selâm. Böyle bir şeyin oluşu dahi, Resulullah (sav) Efendimizin faziletinde bir kusur icab ettirmez. Yani külli manadaki fazlında...
Bazı sahih hadis-i şeriflerde:
"Bu ümmetin fertlerinde, bazı kemalât vardır ki, ona enbiya gıpta eder..." manası varid olmuştur. Halbuki külli manada fazilet, ümmetten üstün olarak, enbiyanındır. Bir başka hadis-i şerifte dahi, şu mana gelmiştir:
"Allah yolunda şehid olanların,
enbiya üzerine bazı şeylerde meziyetleri vardır."
Nitekim onların yıkanmaya ihtiyaçları yoktur. Şehitlere cenaze namazı kılınmaz. Ki bu, Şafii mezhebinde olandır. Halbuki, enbiyanın mutlaka namazları kılınır. Hatta Kur'an-ı Mecid'de Allahu Teala şöyle buyurdu:
"Allah yolunda öldürülenlere:
-Ölüler...
Demeyin, elbette onlar dirilerdir. Ama
siz anlayamazsınız."(2/154)
Enbiya hakkında dahi şöyle buyurdu:
"Ölüler..."(39/30)
Bütün bu anlatılanlar, cüz'i faziletler olup enbiyanın külli manadaki faziletine kusur gerektirmez.
Mümkündür ki, anlatılan manada cüz'i faziletlerin olmayışı sebebi ile Resulullah (sav) Efendimize hüzün ve gam gelmiş ola... Bu hüzün dahi, o faziletlere ermek için istidad husulüne bir sebeb ola... Meselâ; şehadet dahi, nübüvvet ile birleşe...
Bütün insan fertlerinin tüm kemalâtının, bilfiil Resulullah (sav) Efendimiz için hasıl olduğunu kabul etsek dahi; şunu deriz ki:
-Resulullah (sav) Efendimizin himmeti üstündür; bu kemalât ile iktifa edemez. Daha yukarısına iştiyak duyar. Hem de şöyle diyerek:
-Daha yok mu?
Fevkani kemalâtın husulü, beşer için imkân haddinden hariç olduğuna göre; hüznün devamı, gamın ifratı, onun vaktinin nakdi, (hasılı) olmuştur.
Hakikat-ı hali en iyi bilen Allah'tır. Bu bahsin tahkiki de budur.
İşin esası tarikatta, hakitatta, kurbette, marifette fenaya kalmıştır. Bir de beşeri sıfatların zevaline, imkâni hallerin gitmesine...
Bir şiir:
O ki bulmaz fena, Mevlâsı sevgisinde;
Nasipsizdir, onun kibriyası izinde...
Beşeri varlıktan her ne mikdar kalır ise, o kadar tarikat hicabı olur. Umumi manada, beşeri sıfatların kalkması mümkün değildir, izter havas olsun; isterse havasın havası... Bu manada, Şeyh Feridüddin Attür şöyle dedi:
Seyyid'ül-kevneyn'e bak o eremediğinden;
Künh-ü fakre, at yorulmayı gayrı
kendinden...
Burada, fakrin kühnü ile:
-Bütünü beşeri sıfatların ve imkâna bağlı hükümlerin zevali... demeyi murad etmiştir. Böyle bir şeyin husulü ise, tasavvur edilemez. Zira; böyle bir şey hakikatlerin değişmesini gerektirir. Şunun için ki: İmkân, terakki edip de imkâniyetinden sıyrılınca, elbette vacib olur. Böyle bir şeyin olması dahi, aklen ve şer'an mahaldir. Bu manadan olarak, büyüklerin biri şöyle dedi:
Atarsa mümkün, imkân tozunu yüzünden;
Kalmaz onda artık başka vacip sözünden...
Evet, bu zatın dediği, temsile ve teşbihe yorulmalıdır. Tahkike ve takrire değil. Zira, böyle bir şey vaki değildir. Büyüklerden bir başkası dahi şöyle demiştir:
Yüz karalığı sağlamdır iki cihanda;
Asla zail olmaz kalır mahluk olanda...
***
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
imkân hükümleri ve eserlerinin bekası:
"Kabekavseyn... (İki yayın birleşimi...") (53/9) mealine gelen ayet-i kerimede belirtilen makamda dahi zahirdir. Zira orada imkân kavsi (yayı) ile imkân kavsi (yayı) kaimdir. Amma:
"Ev edna (veya daha da yakın)..."(53/9) mealine gelen ayet-i kerime ile belirtilen makam, asaleten, Resulullah (sav) Efendimize mahsustur. Bu durumda:
-imkân ahkâmının bekası demek ne manayadır?
Bunun için şöyle derim:
-Vücub ile imkân arasında imtiyazlı olan, ademdir ki; imkânın iki tarafından biridir. Zira, imkânın diğer tarafı vücub olup, vücub ile imkân arasında müşterektir.
"Ev edna... (Daha da yakın)" (53/9) makamında ise, o adem hükümleri zevale yüz tutar. İki kavs arasındaki imtiyaz kalkar. Bunun manası:
-Bütünüyle imkân kalkar, vücuba inkılab eder demeye gelmez. Zira, böyle bir şey muhaldir. Ki bu mana, daha önce de anlatıldı.
Ancak aradaki fark şudur ki:
"Kabekavseyn... (iki yayın birleşimi)" (53/9) mealine gelen ayet-i kerimede belirtilen makamda, adem-eserleri olan zulmani hicaplardan halâs olunmaz. Amma:
"Ev edna... (Daha da yakın)"(53/9) makamına gelince... Burada her ne kadar hicaplar bulunsa dahi, nuranidir. Ve imkâni vücudun bir tarafından neş'et etmektedir. Üstte geçen beytin manasını dahi, bu tevcihe hamletmek mümkündür. Şöyle ki:
-İmkân tozunun atılması demekten murad, bütünüyle karalık olan, adem hükümlerinin zevalidir. .
***
Burada, bir başka soru da şöyle sorulabilir:
-İmkândan adem tarafı zail olduğu, vücub ile imkân arası imtiyazlı bulunduğu şey dahi kalktığı, imkânın bir tarafı ve onunla vücub arasında müşterek bir kader vücudundan başkası onda kalmadığı zaman; imkân, kendi hakikatından soyunur; sırf vücud olan vücuba katılır. Bundan da hakikatin değişmesi lâzım gelir.
-Onda vacipten başka bir şey kalmaz diye anlatılan beytin manası dahi, onun hakikatına yorulur.
Bu soruya şu cevabı veririm:
-İmkânın iki tarafından biri olan vücud, vücupta sabit olan vücudun zilli olup aynı değildir. Adem tarafının zevali ile mümkinde meydana gelen o cücub ise, mümkinden bir kısım olan gayrı ile vücuptur. Bizzat vücup değildir ki, hakikatin değişmesi lâzım gelsin.
Bu ademin kalkması, mümkin cihetinden gelmemiştir ki; bizzat vacib olsun. Mahal dahi lüzum etsin. Elbette mümkünden bu ademin kalkması, ancak vacib vücudun istilâsı sonunda olmuştur. Mümkün için zati vücubun kahrı zatidir.
Yukarıdaki mısrada anlatılan vücuptan anlaşılan, zati vücuptur, gayrına bağlı vücup değildir.
-Vücudun, vacib ile mümkin arasında müşterek bir kader olması manasına gelince, bu lâfzi bir iştirak olup manevi değildir, isterse ona:
-Külli müşekkek... (yani karışık veya şüpheli şekli ile külliyet) demiş olsunlar... Zira, mümkin vücudunun, vacip vücudu ile bir ortaklığı hakikatta yoktur. Böyle durum yoktur ki, külliyet ve cüz'iyet tasavvur edilsin.
*** Burada şöyle bir soru sorulabilir:
-Sofiyenin kail olduğu ve velayeti ikisinden ibaret kıldıkları fenanın ve bekanın manası nedir? Beşeri sıfatların kalkması tasavvur edilmedikçe; fena nasıl tasavvur edilir?
Bunun için şu cevabı veririm:
-Velayette muteber olan fena, şuur ve şühud itibarı iledir. Bu dahi, Sübhan Hakkın masivasını unutmaktan ibarettir; onun masivasının kalkması değildir.
Bu babda netice mana şu ki:
Bu fena halin sahibi, çok kere, sekr halinin ağır basmasından dolayı, eşyaya olan şuursuzluğu, eşyanın olmayışı sanır. Tevehhüm eder ki, yüce Hakkın masivası kalkmıştır. Bununla da teselli bulur. Sırf Sübhan Hakkın fazlı ile bu makamdan terakki edince, sahiv (ayıklık) devleti ile de teşerrüf edince, bir temyiz sahibi de olunca, bilir ki; bu fena, eşyayı unutmak gibidir; eşyanın yok olması değildir.
Şayet bu unutmak sebebi ile zail olan bir şey olur ise, bu da, mütemekkin (veya mümkin) ve mezmum olan eşyaya taalluktur; eşyanın kendisi değildir. Zira o, sarafeti ile kaimdir; nefyi ve yok olması mümtenidir.
Habeşiden gider mi siyah renk;
Zira o, kendinden gelen bir renk...
Allahu Teala'nın fazlı ile bu görüş ve temyiz hasıl olur ise, o teselli dahi zail olur. Onun yerine de hüzün ve gam kaim olur. Bir rahatsızlık gelir. Şunu da yakinen bilir ki, varlığı marazi bir şeydir; çalışıp çabalamakla yok olmaz.
Şunu da bilir ki, imkânın noksanı, hüdusun kusuru onun için daima lâzımdır.
Şu şaşılacak bir manadır: Bir irfan sahibi, yukarıya her ne mikdar terakki edip yükselse, urucu (yükselmesi) ne kadar çok olsa, noksanı ve kusuru görmek, onda pek çok olur. Kararsız ve rahatsız bir durum alır.
Hali anlatılan irfan sahibinin muamelesi, Resintab'ın talebesinin kıssası gibi olur. Ki o, halinden taaccüb ederek, üstazına şöyle demişti:
-Amelim arttıkça, uzaklaşıyorum.
Bu mana icabı olarak, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Keşke, Muhammed'in Rabbi Muhammed'i
yaratmasaydı..."
Yine şöyle buyurmuştur:
"Bana eziyet edildiği gibi, hiçbir
peygambere eziyet edilmemiştir."
Herhalde, bu eziyetten murad, hüznün ve gamın kemalini mucib olan noksanı ve kusuru görmektir. Sair eziyet için şöyle demek mümkündür:
-Onlar, diğer enbiyadan daha çoktur.
Şöyle ki:
Nuh aleyhisselâm, kavmi arasında 950 (DOKUZ YÜZ ELLİ) sene kaldı. Onlardan türlü türlü eziyetler gördü.
Anlatıldığına göre:
-O, kavmini imana davet ettiği zaman, onlar kendisini taşa tutmuşlardı. O kadar ki, bu taşların çokluğundan düşün bayılmıştır. O taşlar üzerine yağmur gibi yağdırılmıştır. Kendisi dahi, taşların altında kapalı kalmıştır.
Ayıldığı zaman, yine davete başlamış; amma kavmi, önceki muameleyi kendisine tekrarlatmıştır. Taa, yazılan yazı sonuna gelinceye kadar.
Şunu bilmek gerekir ki, noksanı ve kusuru görmek, uzaklıktan ötürü olan bir şey değildir. Elbette o, yakınlıktan ve huzurdandır. Zira, nurani yerde, az bir karalık, nazarda çok olarak görülür. Zulmani yerde çok karalık olsa dahi, az görülür.
***
Yukarıda şöyle bir cümle kullandım:
-Kurbda ve marifette, işin esası fenaya bağlıdır.
Şunun için ki:
Salik, nefsinden fena bulup da, tamamı ile beşeri ve imkâni sıfatlardan çıkmadıkça; matluba vasıl olamaz. Zira, onun matlub ile içtimai, iki nakzedicinin içtimai kabilindendir. Zira, imkânda ademin sübutu zaruridir. Vücupta ise, onun selbi zaruridir.
Matluba vasıl olmadıkça, matlubun kemalâtından ne idrak edebilir?
Bir şeyin idrak edilmesi, ancak onun zıddı ve mugayiri ile olacağı, bir kaziye-i mukarradır. Erbab-ı makul (mantık ehli) katında durum budur.
Bir çocuğunu görmez misin? Kendisine cima lezzeti anlatıldığı zaman cima lezzetini anlayamaz. Kendisine:
-O tatlıdır, acı değildir denir. Amma o vehmeder ki, onun tadı, nebat ve bal tadı gibidir.
Zira, onun vicdanında, bunların tadından başka tad yoktur. Bu lezzet ise, onun lezzeti değildir. O lezzet, o çocuğun vehminin yapması ve icadının lezzetidir. Hakikatta bu, ona racidir. Cima lezzetine değil.
irfan sahibine gelince... O dahi, bu manada bir bilgisi olmadıktan sonra; matluptan yana her ne anlatırsa, kendi nefsinden anlatmış olur. Onu metheder ise... yine kendi nefsinden methetmiş olur. Bu makamda bir irfan sahibi:
"Hiçbir şey hariç değil; ona hamd ile teşbih eder..."(17/44) mealine gelen ayet-i kerime (aslında) geçen:
"Bilhamdihi..."(17/44) manasındaki zamir:
"Şey..."(17/44) kelimesine raci olması mümkündür, diye anlatmıştır. Bunun manası şudur:
-Bir şey, ancak kendisini teşbih ve takdis eder.
Bu manadandır ki, Bayezid-i Bistami:
-Sübhani... (Şanımı teşbih ederim) demiştir. Bunu, teşbihin kendisine iadesi için demiştir. Farsça olarak söylenen şu şiirler ne kadar güzeldir:
Ey o insan ki, hali pek perişan;
Taptığındır hayalinde tutuşan...
Halk kısmı o cemalden, o kemalden;
Olur; atınca ona hayalden bir nişan...
Başta hayal olsa da maşukundan; . Maşuk
değil, başka hayal oluşan...
***
Sahib-i Füsus (Muhyiddin b. Arabi k.s.) demiştir ki:
-Zattan gelen tecelli, ancak kendisine tecelli gelenin suretinde olur.
Kendisine tecelli gelen dahi, ancak Hakkın aynasında kendi suretini görür. Hakkı göremez; onu görmesi mümkün de değildir.
Rüyet imkânına dahi, mutabaat üzere kail oldu; tahkik üzere değil.
Zira, rüyet, dünyada caizdir; ahirette ise vakidir.
Salikin tamamen fenası mümteni, matluba vusul ve onunla ittisal dahi o olmadan marifet tasavvur dahi edilemeyeceğinden zaruri olarak marifetten yana acz meydana geldi. Böylece, marifetten yana acz dahi, marifetin aynı oldu.
-Marifetten acz, marifetin aynı nasıl olur? denemez... Çünkü o, marifetin nakzedicisidir. Marifetten acz ise, marifetten ibarettir. Zira o, tam bilinemez. Bu manada, Hazret-i Sıddık r.a. şöyle dedi:
-İdrak etmekten yana aczlik, idraktir.
Marifeti için, acizlikten başka zadına yol yaratmayan yüce Zat Sübhandır.
Büyüklerden biri şöyle dedi:
Yüce Yaratıcı Sübhan;
Öz vasfı kibriyasından...
Bıraktı toprak üzere; Aciz akıl
enbiyadan...
Enbiya ki, onun kibriya sıfatını bilmekten yana acizdir; Melâike-i kiram ki, onun için şöyle demiştir:
-Sübhansın, hakkıyie marifetine eremedik.
Hayırlı ümmet olan bu ümmetin reisi olduğu halde Hazret-i Sıddık ki aczini itiraf etmiştir; bu büyüklerden sonra o kim oluyor ki, marifet iddia eder? Meğer ki, kendi cehl-i mürekkebini marifet sana, Hakkın gayrını dahi Hak bile...
Halbuki, anlatılan marifetten yana aczlik durumu, urucu mertebelerinin nihayetinin de nihayetidir. Yakınlık basamaklarının son derecesidir.
Bir kimse, son noktaya ulaşmaz ise, tecelli ve zuhur mertebelerini aşamaz ise, nice zaman ikisi ile mesrur olduğu vaslı ve ittisali aynen infisal bulmaz ise, bu acizlik devleti ile müşerref olamaz. Allahu Teala'ya karşı cihaletin, Hakkın gayrını dahi Hak bilmekten halâs olamaz.
***
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
-Bu durumda, Allahu Teala'ya marifet vücubunun manası nedir?
Bunun için şöyle derim:
-Marifetin vücubu manası odur ki; zat ve ilâhi sıfatlara dair şeriatta her ne varid olduysa, onu bilmek vaciptir. Her ne gibi bir marifet ki, şeriattan başka bir yerden istifade yollu alınmıştır; yüce Hakkın marifetini ona ıtlak etmek, bu Fakir'e göre bir cüretkârlıktır. Yüce Hak üzerine zan ve tahminle hüküm yürütmektir.
Bu manada bir ayet-i kerime meali:
"Yoksa Allah'a karşı bilmeyeceğiniz bir şey mi söylüyorsunuz?"(2/80)
Herhalde bu manadan olacak; Siracü'l-ümmet, imamü'l-eimme, İmam-ı Azam Kufi şöyle münacaat etmiştir:
-Sübhansın, hakkıyle senin ibadetini yapamadık. Seni hak marifetle bildik.
Allah ondan razı olsun.
Her ne kadar pek çoklarına bu cümle ağır gelse dahi, güzel tevili kabildir.
Zira yüce Hakkın marifeti, onun kemalâtından, tenzihatından, takdisatından yana şeriat her neyi söylemiş ise, onu bilmektir. Çünkü bunun dışında bir marifet kalmamıştır ki; marifete engel olsun.
***
Üstte anlatılan manaya bakılarak şöyle söylenir:
-Bu marifette, havas ile avamın ortaklığı vardır. Hatta müsavatı vardır. Bu manadan ötürü gerekir ki, avam müminlerin marifeti dahi, enbiyanın marifeti gibi ola. Zira, hak olan marifet, hepsine hasıl olmuştur. Hatta bu mesele, Imam-ı Azam'ın şu kavline benzer:
-iman, artmaz ve eksilmez.
Hatta bu makamda demişlerdir ki:
-Bu ibareden lâzım gelir ki, avam müminlerin imanı, enbiyanın imanı gibi ola. Onlara selâm.
Bunun için şöyle derim:
-Bu kuvvetli şüphenin husulü, bir inceliğe mebnidir. Bu Fakir, sırf Allah'ın fazlı ve keremi ile onu bulmuştur. Şöyle ki:
Hak marifet odur ki, irfan sahibine hasıl olan bu şer'i maarife, marifetten yana acz katıla... Meselâ:
Vacip Teala'nın ilim sıfatının sübutu şeriatta varid olmuştur. Bu ilmin dahi, yüce Hakkın zatı gibi, keyfiyeti ve kemmiyeti yoktur. Bizim idrak kapsamımızın dahi dışındadır.
Her kim ki, anlatılan ilmi, kendi ilmine kıyas ederek marifet elde etmeye bakarsa, ona karşı bir marifet sahibi olmamıştır. Bu makamda olan marifet, vehminin yapması ve hayalinin icadıdır. Yüce Hakkın kâmil sıfatı olan hak ilim marifeti değildir. Bu surette, hak marifeti şöyle dursun; marifetin kendisi dahi bulunmamıştır.
Şayet muamele, bu kıyas ve tahminde acze müncer olur; kendi vicdanında ve halinde onun marifetinin mümkün olmayacağını bulur; ayrıca kendisine yakin hasıl olur ise, bu kâmil sıfatın sübutuna imandan başka kendisinin bir nasibi yoktur; işte o zaman marifetin kendisi ve hak marifet kendisine hasıl olmuş olur. Marifetin aslı dahi, marifetin aslı değildir. Mana böyle olunca, avam için havas ile ortaklık yoktur; yani hak marifette daha müsavat nerede?.
Burada şöyle bir soru sorulabilir
-Hak marifet, marifetin kendisi olduğuna göre; lâzım gelir ki, avam hakkında marifetin kendisi olmaya... Şunun için ki, onlarda marifetin kendisi yoktur.
Buna karşılık şöyle derim:
-Marifet için bir suret vardır, bir de hakikat.
Hak marifetin aynı olan marifet; acze merbut olan, marifetin hakikatidir.
Onun sureti ise, bu acz haddine ulaşmayan marifettir, imkân
mukayesesi şaibesinden temizlemeyendir. Nitekim bu mana, daha önce de anlatıldı.
Yüce Hakkın fazlının kemalindendir ki marifetin suretini esas iman itibar etti ve necatı ona bağlı kıldı. Cennete girmeyi dahi, ona mürettep eyledi.
Marifetin sureti, imanın suretinde yeterlidir. Amma imanın hakikatında, mutlaka, marifetin hakikati gereklidir.
***
Bu tahkikten bilinmiş oldu ki, iman iki ferddir; biri hakikat, biri de suret.. Avamın nasibi olan surettir; havasa ihsan edilen dahi hakikattir.
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca; avamın imanı, enbiyanın imanı gibi olmaz. Ki onlar, havassın dahi hasıdır. Onlara selâm. Zira, o iman, bu iman değildir; aralarında bir benzerlik dahi yoktur.
Marifetten yana acz, imanın hakikatında (ele, dile) alındığına ve marifetin dahi o makamda mevcud olduğu bilinmediğine göre, hiç şüphe edilmeye ki; o makamda ziyadelik ve noksanlık yoktur. Zira, marifetin atılması (yokluğu) durumunda, marifet derecelerinin değişik olma ihtimali yoktur. Halbuki değişik dereceler, ancak sübuttadır.
Netice mana üstteki gibi olunca, imanın hakikatında ziyadelik ve noksanlık olmaz.
Hakikat-ı hali en iyi bilen Sübhan Allah'tır.
***
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
-Bu takrirden lâzım gelir ki; sofiyenin ilimleri ve keşfe bağlı maarifi, itibardan düşük ola. Yüce Hakkın marifeti dahi, ona bağlı bulunmaya. Çünkü, anlatılan duruma göre, yüce Hakkın marifeti, şer'i ilimlerle hasıl olmaktadır. Artık, sofiyenin çalışıp çabalamakla elde edeceği bir marifet kalmamaktadır. Sofiyenin ulema üzerine bir meziyeti de sabit değildir. Yani şanı yüce Hakkın marifeti babında...
Bu soruya şöyle derim:
-Sofiyenin ilimleri ve keşfe dayalı maarifi, onlar arasında nihayetin nihayetine ulaşan müntehilere müyesser olan o acze kalmıştır. Bu büyüklere gelince derece derece, o keşfe dayalı maarif basamaklarına çıkmaya çalışmaktadırlar. Taa, o acz vusul devletine erme şerefine nail oluncaya kadar. Bu durumda, o asfiye kuralların marifetleri muteberdir. Şunun için ki: O hak marifetin husulüne vesiledir. O hakikata ermeye dahi sebeptir.
***
Burada, bir başka soru dahi şöyle sorulabilir:
-Marifetten yana acz hali sabit olunca, kemal acze inhisar eder. Marifette sofiyenin itibar ettiği üç mertebenin manası nedir? İlme'l-yakin, ayne'l-yakin ve hakka'l-yakinden murad ne olur?
Bunun cevabını şöyle verebilirim:
-Bu Fakir'in o kavm (sofiye topluluğu) ile bu meselede müşaceresi (münakaşası) vardır. Bu büyükler, bu üç mertebeye yüce Hakkın zatına nisbetle itibar etmişlerdir. İlme'l-yakin, ayne'l-yakin ve hakka'l-yakini yüce
Hak şanında isbat eylemişlerdir. Onların irad ettikleri temsilde ise, duman ile istidlalden hasıl olan ateşe dair ilim için:
-İlme'l-yakin demişlerdir. Yani ateşe nisbetle... Ateşi görmek için dahi:
-Ayne'l-yakin demişlerdir. Ateşle tahakkuk için dahi:
-Hakka'l-yakin demişlerdir.
Bu Fakir, bu üç mertebeyi, yüce Sultan Vacib'in zatına delâlet eden ayetlere indirdi. Şöyle dedi:
-ilim, ayn, hak delillerdedir; medlulda değil.
Zira o; ilimden, aynden, haktan yana yüce ve üstündür. Temsilde ise ilim, ayn, hak dumana nisbetle isbat edilmiştir; ateşe nisbetle isbat edilmiştir; ateşe nisbetle değil.
Dumanı bilmek, istidlal ile hasıl olur ise bu, ateşi istilzam eden dumana nisbetle ilme'l-yakindir.
Dumanı görmek hasıl olduğu ve bununla da ateşin varlığına istidlhal edildiği zaman, dumana nisbetle ayne'l-yakin olur.
Dumanla tahakkuk hasıl olduğu, bununla da ateşin varlığına istidlal edildiği zaman hakka'l-yakin olur. Yani dumana nisbetle. Bu istidlal, önceki istidlalden daha tamamdır. Zira o istidlal, afaktandır; bu ise, enfüsten olup duman ile tahakkukun husulü içindir.
Sonra duman, aynel-yakinde bir vasıtadır. Hakka'l-yakinde ise, vasıta değildir. Hatta bir nisbettir ki, duman için olup ateşle beraberdir. Delil arayana (veya ateş) o nisbet, ayniyle husule gelir; onu yakın derecelerinin en âlâsına ulaştırır. Bu yakınlık dahi, ilmin, aynın ve hakkın ötesindedir.
Burada şöyle söylenemez:
-Vasıta kalkınca, ayne'l-yakin olan rüyet tahakkuk eder.
Çünkü şöyle deriz:
-Rüyetin tahakkukunda, vasıtanın kalkması yetmez. Elbette başka şeyler gerekir. Bu işyler ise, yoktur. Yakin mertebeleri ayetlere (alâmetlere dönük olunca, medlule dönük bir marifet de baki kalmaz. Zaruri olarak, medlule marifetten yana acz lâzım gelir. Dolayısı ile, orada, marifetin sel-binden (atılmasından) başka bir marifet tahakkuk etmez.
Şayet, yakin için olan bu üç mertebe ayetlere (alâmetlere veya delillere) dönük olmasaydı, medlule dönük olsaydı; marifetten yana aczin tasavvuru nasıl olurdu? Marifetin selbin (atmanın) manası ne olurdu?