Bir zamanlar istanbul
- Ayrıntılar
- Kategori: Serbest Kürsü
- Gösterim: 1864
Geçen gün, İstanbul'un belli başlı semtlerini uzun uzun düşündüm ve ilginç sonuçlara vardım. İzlenimlerimi gözden geçirdim. Bilgilerimi tazeledim. Değişim rüzgarlarının ne kadar hızlı estiği, önüne kattığını şuraya buraya savurması bir yana, her semt, ayrı bir kişiliktir. Tıpkı kendine has alışkanlıkları olan bir insan gibi. Yapısı, mizacı, alışkanlıkları farklı.
Huyu-suyu, havası ve iklimi de öyle. Kimilerine sempatik gelen bir semt, başkalarına itici gelebilir. Mesela, Beyazıt ve civarı beni hep sıcakkanlılıkla karşılamıştır. Bana mı öyle geliyor bilmem, sanki oralardayken ruhuma bir sükunet gelir.
Üniversiteyle Beyazıt Camii'nin arasındaki alanı, tabii genişliğinden daha genişmiş gibi algılarım. Bir zamanlar çınarın yanıbaşında yer almış iki sokak sanki hiç yıkılmamış...
Bir süre için oraya kurulan ve daha sonra çıkan yangın nedeniyle Beyazıt Camii'nin avlusuna taşınan Sahaflar Çarşısı'nı da yerli yerindeymiş gibi hayal ederim. Ya çınar? Onu nasıl görürüm? Tevfik Fikret'in, oğlu Haluk'a ithafen yazdığı şiirdeki gibi "Enli, boylu vakur" mu? Bir yönüyle öyle. (Haluk'un, hayatının bir bakıma "trajik" sonunu ve zengin bir birikime sahip Fikret'in duyarlı ve ideal olması gerekirken "kartal yuvası"na dönüşemeyen ve hep sınırlı ölçülerde kalmakta ısrarlı "aşiyan"ına göre şekillenen, sonsuzluğa varmaya can atan, ama sürekli aynı sesleri terennüm eden iç alemindeki fırtınaları şimdilik geçiyorum). Beyazıt meydanında bayram arefesinde çekilmiş eski fotoğraflarda rastladığım kurbanlık koçları gözümün önüne getiririm. Bakışlarında şartsız bir teslimiyet! Yakın planda sopasına yaslanmış, çevresini süzen çoban. Sahipleri yani. Daha gerilerde, pazarlık yaptıklarını tahmin ettiğim küçük küçük guruplar.
Beyazıt semti, sakin ve ağırbaşlı bir kişiliğe sahiptir. Ama daha yakından bakılırsa, bu ağırbaşlılığın arka planında bir durgunluğun sözkonusu olduğuna şahit olursunuz. Hatta geleceğe karamsar bakan ve çoğu zaman tefekkürü evhamla karıştıran, ruh sağlığı zedelenmiş biridir karşınızdaki... Camiyi ve çevresindekileri çıkartın, geriye ne kalır? Bu semti ayakta tutan, ona hayat veren eserler, sanki bunlardır. Zira İstanbul'un her yerini etkileyen dejenerasyondan Beyazıt da payına düşeni aldı ve hala almaktadır.
Kapalıçarşı'nın ana caddesini baştan başa geçerken, sahih olmasa da beni gülümseten şu bilgiyi hatırlarım: Güya, çarşı çok eskiden fil ahırıymış. Her dükkanda bir fil beslenirmiş falan. Nuruosmaniye Camii'nin avlusuna açılan kapısının üst tarafında Tavuk Pazarı. Bugün yine bu isimle anılıyor. Daha ileride Çemberlitaş. Evliya Çelebi'ye göre Bizanslıların şehri terkederken tılsımladığı taşlardan birisi bu taştır. Yine Evliya Çelebi, Sultanahmet meydanındaki Dikilitaş ve başka mekanlar için de aynı kanaati taşır. Onun iddialarını tartışmak tarihçilerin işi. İstanbul'un tarihiyle ilgili düşüncelerinin kritiğini yapmak da, konumuzun dışında. Sözgelimi, bu şehrin geçmişini ta Hazreti Süleyman'a kadar götürür. Doğru da olabilir, yanlış da! Ona göre, İstanbul'un ilk kurulduğu yer, bugün Sarayburnu'yla Üsküdar arasındaki denizin kapladığı bölgedir.
Tarihin o çağlarında Karadeniz'le Akdeniz var! Marmara'yla Ege denizleri yok! Karadeniz sel gibi taşmış ve bu iki deniz ondan sonra oluşmuş! Çemberlitaş'ın çevresindeki çember, onun bir onarımdan geçtiğine işaret eder. Esmerliği, muhtelif zamanlarda yaşadığı yangınlardan... Öyle ki, yangınlar günlerce sürmüş. Bırakın Çemberlitaş'ı onun yüzlerce metre uzağından bile zor geçiliyormuş. Çünkü yakınlardaki taş binalardan insanı yakan şiddetli sıcaklar yansıyormuş. Sözü buraya getirmişken birkaç cümleyle Nuruosmaniye Camii'nden de söz etmek istiyorum. Değişen mimari anlayışın ilk örneklerinden kabul edilen bu eseri, Mimar Sinan'a ait eserlerle ve O'nun izinden giden Mimar Davud ve Mimar Sedefkar Mehmed'in bıraktığı camilerle karşılaştırmak mümkün mü? Daha gerilere gidelim. İstanbul'un fethinden hemen sonra yaptırılan Hüsrev Paşa Camii'ne bakın. Mavi çinileri, ilk günkü güzelliklerini korumaktadır. (Bu cami, Eminönü'nde, Yeni Cami'ye yakın bir yerdedir).
Bu şehrin tarihinin derinliklerine daldıkça, her semtin ayrı bir güzelliğe sahip olduğunu keşfetmemek imkansız. Bugün bu güzelliklerin çoğunun yerinde yeller esiyor ama olsun. Surdışındaki bağlar ve bahçeler tarihe karıştı. Bunu hepimiz biliyoruz. Yedikule taraflarında ölüm-kalım çizgisinde bulunan, hayatta kalmaya çalışan marul tarlaları geçmiştekilerden kalan sadece küçük bir örnek. Topkapı'dan çok uzakmış gibi "ta Eyüp!" diye tarif edilen ve oraya gitmek çok zormuş gibi söz edilen Eyüp, Balat, Kasımpaşa... Haliç'in iki yakasındaki semtler... Her birinin kendine ait bir öyküsü, hatta bir efsanesi var. Meşhurları, aydınları, kabadayıları, belalıları...
Hatta az önce dedim ya, iklimi, havası, suyu da kendine has... Refik Halit Karay, bir yazısında Çamlıca taraflarında yaptığı bir gezintiyi anlatırken, şaşırmamak elde değil. Öyle bir tasvir eder ki, bugün bize masal gibi geliyor. Hele onbeşinci, onaltıncı ve daha sonraki yüzyıllarda burada bulunmuş yabancı seyyahların gözünde İstanbul nasıl; merak edilmeye değer. Ya fetihe kadar uzanan çizgide karşılaştığı olaylar, günümüze gelene değin yaşadığı acı-tatlı maceralar? Fetihten önce geçirdiği dönemler? Zaman kavramıyla gözgöze gelindiğinde, farkında olmadan şehirlerin kuruluşu, büyümeleri, yerle bir olmaları ve onların yerlerinde biten yenileri, çehre değiştirmeleri gibi sorular gelir insanın aklına. Coğrafyadan coğrafyaya geçeriz, elimizde olmadan. Tarih bir ırmak gibi akar zihnimizden. Ve biz kendimizi onun akışına bırakırız. Sonunda vardığımız yerde şu soruyu sorarız: Bu şehir ne zamandan beri vardır? Kimler gelmiş, kimler geçmiş? Bu dünyanın tarihi nereye varıyor? Sonra bütün alemlerin yaratılışını merak ederiz. Kainatın yaratılışını kurcalarız, sınırlı bilgilerimizle. "Allah, kainatı altı günde yarattı" ayetini okuruz ve uzun uzun düşüncelere dalarız. Allah mekandan ve insandan önce neleri yarattı? Zamanı mı, kalemi mi, havayı mı, suyu mu? Anlatılacak çok semt var elbette. Fırsat buldukça bazen birkaçını, bazen yalnız bir tanesini, hatta bazen bir semtteki küçük bir ayrıntıyı, sözgelimi bir sokağı, bir çeşmeyi, bir hanı, bir hamamı, bir kütüphaneyi anlatmaya devam edeceğim. Nuruosmaniye'den inerken geçtiğim Ankara caddesi ve Sirkeci tren garı da bundan sonra kaleme almayı tasarladığım başka yazıların konusudur.
Hamit Can "Vuslatdergisi"