Bir iktidar biçimi olarak "hoca yürüyüşü"
- Ayrıntılar
- Kategori: Serbest Kürsü
- Gösterim: 1726
Üniversite'de öğrenci, hocasıyla sınavını, okuduğu kitapları konuşmak, düşüncelerini paylaşmak ister... Konferans çıkışında dinleyici, konferans sırasında sormaya cesaret edemediği, ya da sıra gelmediği için açamadığı konular hakkında merakını gidermek için konuşma yapan hatiple (uzman, aydın, entelektüel vb...) bir-iki cümle alışverişi daha yapmak ister... "Sıradan" öğrencinin, dinleyicinin bu "önemli" insanlarla iletişime ihtiyaçları vardır. O iletişim sayesinde otoriteden bir nebze pay alınacaktır; o sayede kendi başına olunmayacak, düşünülenler test edilecek, yüksek kültür dünyasında bir ölçüde tanınma sağlanacaktır.
Ancak hoca -hatip- önden hızlı hızlı gider; her halinden çok işi olduğu bellidir. Gözleri başka bir hedefe kilitlenmiş ya da dalgın, yarım kulakla dinlediği sıradan varlığı bir iki cevapla geçiştirir. O önden seri adımlarla yürür; öğrenci bir adım arkasından yürür, adeta yetişmek için koşuşturur... Bir yandan en özet biçimde söylemek istediklerini aktarmaya çalışır; yanlış bir şey söylememek zorundadır... Aşağılanmamak için... Diğer yandan seçtiği kelimelere ve vücut diline en saygıdeğer biçimi verir... Hocanın kısa replikleri eşliğinde, merdivenlerden inilir, koridorlardan geçilir, bahçeye çıkılır... Hoca yolda karşılaştığı meslektaşlarıyla samimi atışmalarda bulunur... Hoca o sırada, aradığı başka önemli bir adamın yanına gelmiştir ya da cebinden anahtarını çıkarır, çünkü arabasına ulaşmıştır. Peşi sıra koşuşturan varlıkla "konuşma süresi" bitmiştir. Koşuşturan "anlayışlı" olmak zorundadır, çünkü büyük ve önemli adamdan "bir şeyler talep eden" kendisidir; çünkü konuşulmak istenen konu kendi konusudur ve hocanın o konuyu konuşmaya ihtiyacı yoktur... Bu manzaraya dışarıdan bakmak ve manzarada kendini görmek koşuşturanı yıpratır; kendini dilenci gibi hissetmek ağrına gider... Kendi durumunu hafifletmek için en sonunda durur, nefes alır ve "Hocam" der, "anlaşılan işiniz çok; ben sizi meşgul etmeyeyim..." Hocanın vakti çok kıymetlidir; hocadan bu kıymetli vakti çalmak neredeyse bir suçtur. Bu yüzden, birinin peşi sıra koşuşturma eylemine son verir... "Meşgul etmeme eylemini" yaparak, pasif durumdan aktif duruma geçer. "Meşgul etme suçunu" üstlense de, bizzat kendisi bu sürüklenmeye son verme duygusunu yaşamıştır.
* * *
Yan masada erkekli, kadınlı, çocuklu bir iki aile yemekte... Çocuklardan biri babasına sesleniyor: "Baba, ben..." Baba belli belirsiz çocuğa bakıyor, sonra karşısındaki adamla kahkahalı sohbetine devam ediyor. Aradan biraz zaman geçtikten sonra çocuk gene: "Baba..." Baba bu sefer duymuyor bile... Dört-beş "baba..." teşebbüsünden sonra, bir ara sohbet duruyor; çocuk fırsatı kaçırmıyor: "Baba ben de yarın seninle birlikte..." I-ıh gene olmadı; baba çocuğa kaçamak bir bakıştan sonra, masadaki erkeklerle yeni bir sohbet konusuna başlıyor... Çocuğun gözleri dalgın; yüzü düşüyor, başka taraflara bakmaya çalışıyor; onun bu çabasına rağmen, babası nezdinde zerre kadar değeri olmadığını hissediyor... En çok da etrafta olup bu sahneyi farkedenlerden utanıyor; çünkü etraftakiler de onun değersiz bir varlık olduğunu düşünecekler... Çocuk, bir müddet sonra, söylemek istediğinden vazgeçiyor; hat değiştiriyor... Masadaki sohbetin kesilmesini beklemeden, motor gibi sıralıyor kelimelerini: "Baba geçen sene amma kocaman balık tutmuştun sen değil mi!?" ... Baba o sırada oğlunu görüyor; masadaki sohbetten çıkıyor; ağzı kulaklarında: "Tabii oğlum benim! Tutmuştum tabii!" Sonra masaya dönüp "kocaman balık" hikayesini anlatıyor... Çocuk mutlu; sevinç içinde babasının hikayesini bir kere daha herkesle beraber dinliyor...
Ferhat Kenetel