Çalınmış Anlar

Belki onuncu defa baktı adam saatine. Her sabah alıştığı saatte kalkmış hazırlanmıştı. Ama bu sabah kan tahlili yaptırmak için kliniğe uğraması gerekiyordu. Bu yüzden daha geç çıkacaktı evden. Ve şu yarım saati nasıl geçireceğini bilemiyordu.

 

-Otursana, dedi karısı. Otur da keyfine bak. Ne bu, ağrısı tutmuş gibi dolaşıp duruyorsun?

 

      Kliniğegitti, kanı aldırdı adam. Sonucu bir saat sonra alabileceğini söylediler. Merak ediyordu eni konu, bir şey çıkacak mı diye.

 

    Büroya gidip geri gelmektense, bir saat dolaşıp raporu aldıktan sonra gitmeyi tercih etti. Böylece çalışması da bölünmemiş olurdu.

 

    Mayısa taş çıkartacak ve onun gibi “işkolik” birini bile baştan çıkaracak kadar güzel bir gündü. Yılardır yapmadığı bir şey yaptı: Yürüdü. Elleri pantolonun cebinde aylak, başıboş bir serseri rahatlığıyla gelişigüzel yürüdü Boğaz yolunda. Bomboştu sokaklar. Tek tük geçen otobüsler de öyle.

 

    Bir başka dünyadaymış gibi hissetti kendini. O, durmadan bir yerlere yetişme telâşıyla koşuşturanlar, birbirini itip omuz vuranlar neredeydi?

 

    Koyu gri takım elbisesi, tiri tiril pardesüsü, cam gibi boyalı siyah ayakkabılarıyla pek fazla ciddi, çatık kaşlıydı görünüşü. Ama pardesünün önünü açıp ellerini pantolonunun ceplerine sokunca, o da uymuştu o genel rehavet havasına.

 

    Gevşedi, rahatladı, huzur doldu içi. Şıkır şıkır güneşle yıkanan sokaklar, kış uykusundan uyanmaya başlayan tabiat, kuru dallarda kabaran tomurcuklar, çimenlerin taze, canlı yeşili içini rahatlatıyordu.

 

    Aceleci Japon elmaları pembe çiçeklerle baştan ayağa donanmıştı bile. Alçak bahçe duvarının üzerinde nazlı nazlı yürüyen beyaz kedi, kaldırıma atladı. Ve de otomobillere aldırmadan, yürüyüş temposunu hiç değiştirmeden kırıta kırıta karşıya geçti. Deniz soluk alır gibi düzenli kıpırtılarla ışıl ışıl yansıtıyordu güneş ışığını. Her şey, her şey çok güzeldi. Dingin, huzur dolu…

 

    Büronun o gerilim dolu, kasvetli havası aklına gelince soğuk bir rüzgâr esmiş gibi ürperdi sırtı. Dışarıda hârika bir dünya vardı. Unuttuğu, belki de tanımaya hiç fırsat bulamadığı bambaşka bir hayat.

 

    Elinde tutkal kovası, boynunda duvar ilânları, dudaklarında günün sevilen melodisi, ıslık çalarak bir delikanlı geçti yanından. İlerde bir duvarı beğendi. Kovayı yere koydu. Fırçayı kovaya batırıp uzunlamasına katlanmış afişleri inanılmaz bir ustalıkla yan yana yapıştırmaya başladı. Duvar bir anda sarı saçlarını tek eliyle kaldırmış, dirseğinin arasından çapkın bakışlar atan çiçeği burnunda bir assolistin yüzüyle doldu.

 

    Sonra yeniden kovasını eline aldı. Fırçayı koltuğunun altına sıkıştırdı ve ıslığına kaldığı yerden devam ederek yola koyuldu. Az ilerdeki seyyar börekçiden bir açma, salepçiden bir fincan salep aldı. Deniz kenarındaki banklardan birine oturdu. Denize karşı iştahla karnını doyurdu. Üstüne de bir sigara tellendirdi.

 

    İmrendi adam afişçinin bu gösterişsiz mutluluğuna, huzuruna; bu sorumsuz ve sorunsuz, olabildiğince özgür yaşamına… Bir an onun yerinde olmak istedi. Bürosu, masası bir mezar gibi iç karartıcı geldi ona.

 

    Saatine baktı. Neredeyse iki saattir aylaklık ediyordu. Omuzlarını silkti. Hiç istifini bozmadı. Oturduğu banka iyice kaykılıp ayaklarını uzattı. Kollarını kavuşturdu ve bir okul kaçağı gibi şu çalınmış anın keyfini çıkarmaya devam etti.

 

    Nasıl olsa dönecekti o kürkçü dükkânına, girecekti o çarka yeniden. Bir saat daha geç gitse kıyamet kopmazdı ya…

 

 Belma Aksun

sanatalemi.net

Telif Hakkı © 2025 Open Source Matters. Tüm Hakları Saklıdır.
Joomla!, GNU Genel Kamu Lisansı altında dağıtılan özgür bir yazılımdır.