Ah Şu İhtiyarlık
- Ayrıntılar
- Kategori: Serbest Kürsü
- Gösterim: 1633
Dolmuşun arka kanapesinde üç kişiydiler.
-Çok konuşuyorsun anne, dedi yaşlı kadının solunda oturan tıknaz adam, çook… Ben biliyorum ne yapacağımı!
Sesinde buyurgan, azarlayıcı bir hava vardı. Kimse cevap vermedi, havada kaldı o sözler, öylece sahipsiz. Ortada oturan yaşlı kadın bir dolu kırışığın arasına sıkışıp kalmış feri kaçmış gözlerini acıyla kıstı….
Ve hep öyle uzaklara bakmaya devam etti, suskun, suçlu…
Bir daha da ağzını açmadı yol boyunca. Merakla, bir elle tutulur heyecanla caddeden sel gibi birbiri peşisıra giden arabaları, telâşlı adımlarla yürüyen insanları seyretti durdu. Onun için öylesine değişik, öylesine heyecan verici bir şeydi ki bu, bizim her gün farkında bile olmadığımız hay huy… Hârikalar ülkesine gitmiş Alis gibiydi tıpkı.
-Burada inelim biz, dedi sağ yanında oturan genç kadın şoföre.
Araba sağa yanaşıp durdu. Sonra tıknaz adam:
-Yardım et anneme, diye emretti elinde pardesüyle inen genç kadına. Tut elinden!
Genç kadın dönüp elini yaşlı kadına adeta kerhen uzatırken:
-Gör işte, dedi azarlayan bir sesle. Sokağa çıkmak kolaymıymış…
Ters, aksi, nalet mi nalet bir sesti bu. Bir sopası eksikti.
-Ver elini, dedi adam, gene kupkuru, gene sevgi kırıntısından yoksun bir sesle. Ver detutsun!
Yaşlı, kavruk, bir damlacık kadın hep öyle sessiz, uysal yapmaya çalıştı söylenenleri. İhtiyarlık ne zordu… İnsan kendi bacağına, gövdesine bile söz geçiremez oluyordu…
Karşıya geçmek için oğluyla gelininin arasında sessiz, bir sabır, tahammül abidesi gibi dururken sımsıkı bağladığı koyu renk başörtüsünün çevrelediği, yılların izlerini taşıyan yüzünde, o yanıbaşındaki aksi, gergin iki genç yüze nisbet edermiş gibi sımsıcak bir mutluluk vardı. Hep öyle hayret dolu çocuk gözleri, güneşi, dünyayı yeniden keşfetmiş birinin sonsuz sevinci, merakıyla bakıyordu Vilâyet binasına, gelip geçenlere, tam karşıdaki telefon kulübesinde konuşurken sabırsızlıkla ayak değiştiren adama…
Kim bilir, belki de aylardır çıkmamıştı sokağa. Konu komşuya gidiyordu belki ama böyle uzak uzak değil. Dolmuşa çabucak binemediği, sonra da bir türlü toparlanıp inemediği için niye kızıyorlardı sanki? Evet güçsüzdü, yaşlıydı ama …O da bir zamanlar onlar gibi gençti, atikti… Belki o, tekrar genç olmayacaktı ama onlar günün birinde, tabii eğer yaşarlarsa, onun gibi yaşlanacak, güçten kuvvetten düşeceklerdi. Etme bulma dünyasıydı bu.
Birden hikâyedeki bülbülü hatırladım. Hani gülün rengi kan kırmızı olsun diye yüreğini dikenine batırıp tüm kanını güle veren bülbülü. O da bütün ömrünü, gençliğinin en güzel yıllarını evlâdını yetiştirmek için vermişti. Ve şimdi güçsüzlüğü, muhtaçlığı yüzünden horlanıyordu…
Boğazıma bir şey tıkanır gibi oldu. Ama tuttum kendimi, izin vermedim göz yaşlarımın akmasına…
Belma Aksun