Kas Gevşetici

hapkasgeveticiBelimden topuklarıma doğru inen sıcak bir yanma beni uyandırdı. Ne olduğuna dair bir fikir yürütmesi yapmadan geçmesini bekledim. Beklemek, yatakta dayanılmaz olunca yerimden kalkmayı denedim; ama nafile. Belim tutulmuştu. Saatime baktım. Henüz sabahın beşi. Birlikte kaldığım Aykut’a seslendim. Biraz sonra gözlerini ovuşturarak yanıma geldi. “Abi buyur. Bir şey mi oldu?” “Aykut, bana bir şeyler oldu. Belimi kımıldatamıyorum.”

Bu saatte bir yere gidemeyeceğimizi söyleyerek, kendi odasından bana bir kas gevşetici getirdi. Bir bardak suyla ilacı içtim ve sabahı beklemeye koyuldum. Ona, pencereyi hafif açık bırakıp yatabileceğini söyledim. O da öyle yaptı ve odasına geçti.

Aykut, Yozgat bozkırının mert delikanlılarından. Geçen sene yanımda kalmaya başladı. Ziraat ikinci sınıf. Bana ilk günden itibaren abi demeye başladı. Ne de olsa koskoca dördüncü sınıftık. Tanıştırıldığım bir arkadaş evinde ondaki saflığı görmüş, tereddütsüz yanımda kalabileceğini söylemiştim. O gün bugündür aynı mekânı paylaşıyoruz.

Aralık pencereden mayıs ayının yirminci gününü müjdeleyen güneş görünmeye başladı. Oda, hafif hafif aydınlanmaya kendini hazırlarken ben kanepenin üzerinde sağ tarafıma dönmeyi başarmıştım. Anlaşılan Aykut’un verdiği ilaç biraz kaslarımı gevşetmişti. Pencereden süzülen güneş ışıkları, beyaz tül üzerinde yarı sola çekilmiş mor renkli perdeyi renkten renge tahvil ediyordu.

Sabahın bu erken vaktinde koyu şeftali rengini andıran kızıl saçlı sultanın tebessümleri ve odamdaki renk cümbüşü, bana ağrılarımı unutturmuştu. Böyle cilveler yapan güneşi daha önce hiç görmemişim sanki. Belki de içinde bulunduğum sıkıntı böyle düşünmemi salık veriyor. Fakat, insanın ilginç bir özelliği var ki onu ayakta tutuyor. Daima iyi olanı istemek, her şeyin iyisine bakmak. Kötüye talip olan var mı hiç? Varsa aklından zoru olduğuna hükmederiz hemen. Bu gizli bir şifre gibi bizim genlerimize konulmuş: İyisini al, kötüsünü bırak. Bir meyve bahçesine girildiği zaman kötü ve çürümüş olanları mı yeriz yoksa olgun ve güzel olanları mı?

Bu düşünceler aklımdan resm-i geçit yaparken ruhumun bedenimden ayrıldığını gördüm. Þaşırdım, donakaldım. Odada iki ben olmuştu. Karşıma oturdu ve bana bakmaya başladı. Konuşamıyordum, dilim tutulmuştu. Yirmi üç yaşında olmama rağmen daha önce böyle bir durumla hiç karşılaşmamıştım. Deseler bile inanmazdım zaten. Gözümü kapatmamı söyledi. Dediğini yaptım. Kendimi yemyeşil ormanları olan bir yerde buldum. Yüksekçe bir yamaçtan aşağıya doğru bakarken ayaklarımın altındaki geniş alanı görmüştüm. O an uçtuğumun farkına vardım. Aman Allah’ım uçmak ne kadar zevkli bir şeymiş. Ormandaki ağaçların yer ile teması yoktu. Havada muallaktılar. Asılı vaziyette rüzgârın tahrikiyle hışırtılar çıkarırken hoş bir musıkî terennüm ediyorlardı. Dünyada hiç görmediğim, rengine ve biçimine şahit olmadığım meyveler vardı. Nehirler ve ırmaklar akarken tatlı bir koku yayıyorlardı. Etrafıma baktığımda kimsecikleri göremedim. Beni durduran ve soru soran da olmadı. Her tarafı dolaştığım halde yorgunluk dahi hissetmiyordum. Bu hâller üzere tayeran ederken kulağıma gözümü açmam gerektiği fısıldandı. Gözümü açtım. Bir buğday tarlasındaydım.

Tarlanın kenarından yapılan işi ve işi yapanları seyretmeye koyuldum. Dikkatle baktığımda çalışanların kendi ailem olduğunu hayretle müşahede ettim. Kafam karışmıştı. Az önce uçsuz, bucaksız cennet misal bir âlemde uçarken şimdi de kendi köyümün sınırları içindeydim. Galiba son zamanlar çok ders çalışıyorum. Sınavların beni yorduğunu düşünerek bunun geçici bir hayal trafiği olduğunu kabul ettirdim kendi kendime. Burada bütün ihtiyarımı kendi merkezimde toplayarak ruhumun düşündürdüklerinden ayrı olarak aklımı sorguya çektim. Uzun bir zamandır ailemi aramamıştım.

Arasam da bir ihtiyacıma binaen olmuştu. Dört yıllık üniversite hayatımda kaç kez eve gitmiştim? Kaç defa arayıp hâl-hatır sormuştum. Evet, suçluydum ve ruhum bana bu şekilde bir intikam tertiplemişti. Hâlâ oradaydım; yerimden kımıldayamıyordum. Yanlarına gittim. Aralarına girdim. Beni göremiyor, sesimi duyamıyorlardı. Üzüntüm bir kat daha arttı. Sıkıldım, terlemeye başladım. Uyandım. Açık pencereden içeriye süzülen gün ışığı ve rüzgâr, tenimi gıdıklamaya başlamıştı. Alnımdaki teri silerek sağımı solumu araştırdım. Güya az önce karşımda duran ruhumu arıyordum. Kendi kendime güldüm. Yataktan doğrularak pencereye dönük vaziyette oturdum. Güneş, dağların üzerine oturmuş, bana bakıyordu sanki. Saate baktım: 7: 45. Kafamı toparlamaya çalıştım.

Gördüklerimi yorumlamaya gayret ettim. Beynim zonkluyordu. Daha fazla düşünmemem gerektiğine karar verdim. Ayağa kalkmayı denedim. Belimde devam eden bir sızı vardı. Ama dikilmemi kısıtlayıcı da değildi. Kalktım ve oda içinde yürümeye başladım. Baş ucumda açık bıraktığım Kur’an-ı Kerim meâline baktım. Sayfalarını açık bırakmışım. Kaldırırken dikkatimi açık olan sayfaya kilitledim. Bir ayet şöyleydi: “Öyle yücedir O ki, dilerse sana ondan daha iyisini, altından ırmaklar akan cennetler verir, sana köşkler de yapar.”

Bu kadar zaman içerisine sığdırılması mümkün gibi görünmeyen macera-yı ruhiyemi, Aykut’a nasıl ifade edebileceğimi tertiplerken, açık kalan sayfaların iki kapağını birbirine kavuşturdum. Kitabı ağır adımlarla rafa kadar götürdüm ve en üst bölümdeki boş yere koyuverdim. İsteksiz ve kendinden geçmiş bir şekilde hapishane koridorlarını oltalayan mahkumlar gibi odanın içini arşınlıyordum.

Belimdeki ağrıdan artık eser kalmamıştı. Lakin, şimdi de zihnimde halledilmeyi bekleyen, çözüme muhtaç kördüğümler vardı. Karşıma geçip beni seyreden ruhum, ailemin çalıştığı ekin tarlası, cennete benzer bir yerde uçuş talimi... Buna benzer hatırlayamadığım sisli perdeler. Ben, bunlarla cedelleşirken içeriye Aykut girdi. “Abi, kahvaltı hazırladım. Buyur, bir şeyler atıştırıp çıkalım. Okula geç kalıyoruz.”

Beraberce mutfağa geçtik. Çayları doldururken Aykut’a bana ne ilacı verdiğini sordum: “Kas gevşetici abi. Geçenlerde benim de belim ağrımıştı. Bizim Volkan’ın masasından aldım” dedi. İlacı getirmesini rica ettim. Elime aldım. İlacın adına baktım. Daha önce tıplı arkadaşlarla kaldığım için hemen tanıdım.

Aykut’un bana verdiği ilaç, bir antidepresan ilacıydı.


Mehmet Akbulut

Telif Hakkı © 2025 Open Source Matters. Tüm Hakları Saklıdır.
Joomla!, GNU Genel Kamu Lisansı altında dağıtılan özgür bir yazılımdır.