Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979
95.Mektup
- Ayrıntılar
- Kategori: Mektubat-ı Rabbani
- Gösterim: 4365
95. MEKTUP
MEVZUU: a) İnsanın, her manayı özünde
toplayan nüsha-i caima olduğu; onun kalbi dahi bu camiiyet vasfına göre
yaratıldığı..
b) Bazı meşayihin, sekir halinde söyledikleri sözlerin tevilli yönleri olduğu.
Bu münasebetle bazı hususların beyanı..
***
NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Seyyid Bicvare'ye yazmıştır.
***
Bilmiş olasın ki,
İnsan, her manayı özünde toplayan cami bir nüshadır. Kâinatta parçalar halinde her ne var ise., onların hemen hepsi, tek başına insanda vardır. Amma bu oluş: İmkân âleminde hakikat yolu iledir: vücub âleminde ise., suret olarak.. Bu manada şu hadis-i şerif vardır:
- «Allah-ü Taâlâ, Âdem'i kendi sureti üzerine yarattı.»
Bu her şeyi toplayıcı manayı almak durumu, insanın kalbi için sabittir. Zira, külliyet-i insaniyede her ne mevcud ise., onların hepsi, başına kalbde mevcuttur. Bu mana icabı olarak, kalbe şöyle dendi:
-Hakikat-ı camia..
İşbu toplayıcı camiiyet durumu icabıdır ki, bazı meşayih, şu cümlesi ile kalbin genişliğini haber verdi:
Şayet arş ve içindekiler, İrfan sahibinin kalbinden bir köşeye konsa, asla bu konan şeylerin ağırlığını hissetmez..
Şundan ki: Kalb unsurları, eflâki, arşı, kürsîyi, aklı, nefsi cami olup mekâna bağlı olanı ve mekâna bağlı olmayanı şümulüne almıştır.
İşte anlatılan mana icabı olarak, kalb mekâna bağlı olmayana şümullü olmasından ötürü; yanında arşın hiç bir tartısı yoktur. Zira arş ve içindekiler, genişliğinin olmasına rağmen, imkân dairesine dahildir. Yani: Belli bir yerde mekâna bağlı kalmıştır. Her nekadar kendi varlığında çok büyük ise de; mekâna ve yere bağlı olmayan bir varlığın yanında hiç bir tartısı yoktur..
Ancak..
Meşayihten ayıklık haline kavuşan zatlar —Allah sırlarının kudsiyetini artırsın— bilirler ki, üstte anlatılan hüküm: Sekr haline mebni olup temyiz edilemeden söylenen manaya hamledilir. Bilhassa, bir şeyin hakikati ile, onun örneği arasındaki farkı ayırd edemeyişe bağlanır. Şöyle ki:
Arş-ı Mecid, tam manası ile bir zuhur mahallidir; gelip kalbe yerleşmekten yana pek üstündür. Böyle bir şeyin husule gelmesinden yana çok üstündür. O şey ki, arş namına kalbde görülür; arşın nümunesidir, hakikati değildir.
Üstteki manadan anlaşüacağı gibi, bu numunenin, kalb yanında hiç bir ağırlığı olmaz. Zira kalb, sadece bunu değil; sonsuz numuneleri özünde toplamış durumdadır.. Şöyle ki: Bütün vüs'atı ve içindekilerle beraber büyüklüğü ile semalar bir aynada görünecek olsa, şöyle denemez:
— Bu ayna semalardan daha büyüktür..
Evet., aynada görülen semaların resimleri, aynadan daha küçüktür; ama onlar semaların hakikati değildir.
Üstte anlatılan manayı, şöyle bir misalle izaha çalışalım.. Bu misal yer küresi maddelerinden alınan numuneler olup insanın bedenine yerleştirilmiştir. Bunun böyle oluşu ile şöyle denemez:
İnsanın camiiyet durumuna bakarak, insanın bedeni, kürre-i arzdan daha büyüktür..
Kaldı ki, kürre-i arz yanında insanın bedeninin hiç bir tartısı yoktur.
Hülâsa olarak, üstte anlatılan hükmün menşei şudur: Bir şeyin küçük bir parçasını, hatta bir şeyin küçük bir örneğini o şeyin kendisi sanmak..
Bazı meşayihten, sekr halinde sudur eden kelâm dahi, üstte anlatılan mana kabilindendir.. Meselâ şu sözleri:
— Cem-i Muhammedi, Cem-i ilâhî'den daha ileridir..
Bunlar sanmışlardır ki, Muhammed aleyhissalâtü vesselam, imkân hakikati ile, vücub mertebesini camidir.. Bu manadan ötürüdür ki; Camiiyet-i Muhammed aleyhissalâtü vesselamı; Şanı Yüce Allah'ın camiiyetinden daha ileri olarak hükmetmişlerdir.
Aynı şekilde, burada sureti hakikat sanmışlar; onun için böyle bir hükme varmışlardır. Halbuki: Muhammed —ona ve âline salâtlar ve selamlar— vücub mertebesinin suretini camidir; hakikatini değil.. Vacib'ül-vücud Yüce ve Mukaddes Allah ise., hakikat üzeredir,. Şayet o zatlar, vücubun hakikati ile suretini ayırd edebilselerdi; anlatıldığı gibi bir hüküm vermezlerdi.
Haşa ve kellâ.. Anlatıldığı biçimdeki sekre dayalı hükümlerden kaçınırız.. Çünkü: Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem yaratılan bir kul olup mütenahi ve mahduddur. Noksan sıfatlardan münezzeh Allah ise., namütenahi ve gayr-ı mahduddur..
Şunun da bilinmesi gerekir ki: Her ne şey, sekre dayalı hükümlerden ise., o şey, velayet makamından gelir.. Ve her ne şey ayıklığa dayalı hükümlerden ise., o da nübüvvet makamı ile alakalıdır.. Nebilerin pek kâmil etbaı için, tebaiyet yolu ve ayıklık vasıtası ile bu makamdan bir nasib vardır..
Bayezid-i Bistamî yolunda gidenler, sekr halini, sahv (ayıklık) haline nazaran daha faziletli tutarlar.. Bundandır ki, Bayezid-i Bistamî Hz. şöyle dedi:
— Sancağım, Muhammed'in —Allah-ü Taâlâ, ona salât ve selâm eylesin— sancağından daha yüksektir..
Burada anlattığı sancak, velayet sancağıdır. Böylece sekre bakan velayet sancağını, sahve bakan nübüvvet sancağına tercih etti..
***
Bazı zatların:
Velayet, nübüvvetten daha faziletlidir..
Manasındaki sözleri dahi bu kabildendir. Çünkü, velayette teveccühten Hakka gidildiğini, nübüvvette ise., teveccühün halka olduğunu görmüşlerdir. Hiç şüphe yok ki, Hakka teveccüh; halka teveccühten daha faziletlidir.
Üstte anlatılan mananın bir yönü ile, bazı zatlar şöyle demiştir:
Nebinin velayeti, nübüvvetinden daha faziletlidir.
Bu gibi sözler, bu Fakir'e doğruluktan yana uzak gelmektedir.
Şöyle ki:
Nübüvvetteki teveccüh, yalnız halka değildir; onda Hakka dahi teveccüh vardır.. Yani: Halka teveccühle beraber.. Zira onların mana âlemleri hakla, zahirleri de halkladır..
O kimseler ki, yalnız teveccühleri halkadır; bunlar yüz çevirip arka dönenlerdir.. Peygamberlere gelince.. —salât ve selâm onlara..— mevcudatın en faziletlileridirler.. Kendilerine, bütün devletler verilmiştir.. Velayet nübüvvetten bir parça olup nübüvvetin içine derc edilmiştir. Nübüvvetin ise., her manada velayet şümulü vardır. Durum böyle olunca, hiç şüphe edilmesin: Nübüvvet velayetten daha faziletlidir.. Bu velayet, ister nebinin olsun; isterse başkasının..
Üstteki manaya göre, sahv hali, sekr halinden daha faziletlidir..
Sahv hali içindeki sekr hali, velayetin nübüvvet içinde olmasına benzer..
Sekr halinden hali (boş) olan sahv hali ise., avam için olup bahis dışıdır.. Böyle bir halin tercihine verilecek mana yoktur.
Sekr halini tazammun eden sahv, sekr halinden daha faziletlidir..
Bu açıdan bakılınca, geldiği yer nübüvvet olan şer'î ilimler; hemen hepsinin menşei sahv halinin kemal durumudur..
İş böyle olunca, şeriata muhalif olan ne olursa olsun; sekr halinden sayılır.. Sekr hali sahibi ise., mazur olup uyulması için bir Hakka sahip değildir..
Asıl uyulması gereken ilimler, sahv makamının ilimleri olup sekr haleti ilimleri değildir..
***
Sübhan olan Yüce Allah, şer'i ilimlere uyma yolunda bizlere sebat nasib eylesin.. O şer'î ilimlerin sudur yerine salât selâm ve tahiyyet.. Bu duaya:
—- Amin!.
Diyen kula Allah merhamet eylesin..
***
Bir kudsî hadiste şöyle gelmiştir:
— «Beni ne yerim aldı, ne de semam; lâkin beni, mümin bir kulumun kalbi aldı..»
Bu manadaki muradını, en iyi bilen Sübhan Allah'tır.. Ama şu demek olsa gerektir: Burada alınan (yani: Kalbe) vücub mertebesinin suretidir; hakikati değil.. Daha önceden anlatıldığı gibi, burada hulul muhaldir..
Buraya kadar anlatılanlardan belli oldu ki: Lâmekânî olana kalbin şümulü, suret itibarı ile olup hakikat olarak değildir.. Böyle olacak ki: Arş ve içindekilerin, onda bir tartısı olmaya.. İşbu alış hükmü ise., lâmekânî (yere, ölçüye, mikdara gelmeyecek kadar yüksek) olanlara mahsustur..