Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979

200.Mektup

200. MEKTUP

MEVZUU : Nefahat'ta şerhi taleh edilen hazt ibarelerin halli. Yani: İMAM-1 RABBANİ Hz. den. Allah sırrının kudsiyetini artırsın.

***

NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Molla Şekibi İsfahaniye yazmıştır.

***

Âlemlerin Rabbı Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm Seyyid'ül -mürselin ve onun pâk âli, ashabının tümüne..

***

Ey Kardeş,

İstemişsiniz ki: Nefahat'taki bazı muğlak ibareleri size şerh edeyim. Bundan dolayı, bu cümlelerin yazılmasına cür'et ettim.

Ey Mahdum, Ayn'ül-Kuzat-ı Hemedanî Ks. bir cemaatın halini beyan ederken diyor ki:

--- Delilsiz olarak, girilmemiş bir yola girdiler. Onların bir kısmını mağlubiyeti kendi himayesine alıp korudu; sekr hali başı üzerinde gölge oldu. Ama, onlardan temyiz sahibi olanların başını kesip helak ettiler..

En iyisini Allah bilir; ama burada girilmesi istenen yolun şöyle olması gerektiği murad edilmektedir. Tertib ve tafsil üzere bilinen meşhur on makamı geçmek..

Tezkiye-i nefis, bu yolun mukaddimesidir ki, tasfiye-i kalbden önce gelir. İnabe dahi onda velâyetin ve hidayetin şartıdır.

Girilmemiş yolun manasına gelince, onu da şöyle anlatmak gerekir:

Bu yol, cezbeden ibarettir. Bir de mahabbet ve içtiba.. Burada inabe şart değildir. Kalbin tasfiyesi, burada nefsin tezkiyesinden önde gelir.

Birinci yoldakilerin aksine bu yol, mahbubların ve muradların yoludur. Çünkü o: Muhiblerin ve müridlerin yoludur.

Bunlardan bazıları vardır ki, kendilerinde kuvvetli cezbe vardır. Mahabbetin istilâsına uğramıştır. Ki: Sekr hali ve mağlubiyet bu istilâdan ibarettir. Bu gibileri, afaki ve enfüsî şeytanların şerrinden mahfuz olarak kalırlar. Onların iğvalarından ve saptırmalarından korunurlar. Ama, yine de bunları, Yüce Sultan Allah'ın fazlı esas yola getirir; hakiki matluba ulaştırır.

Yine bunlardan bir kimse, temyiz kabiliyetine sahip değilse.. Yani: Kendisinde temyiz kabiliyeti yoksa., Hakkında mahabbet istilâsı bulunmuyorsa, bir delile de sahip değilse., o zaman: Din düşmanları onu yoldan alır. Helak ederler; ebedi ölüm şerbetini tattırırlar.

Mağluplar cümlesinden olarak, Hüseyin Kassab'ın hikâyelerini anlattığı iki Türkmendir ki; remz ve işaretle şöyle anlattı:

— Biz, bir büyük kafile ile yola çıktık. Kafile arasında, Türkmenlerden iki kişi çıktı. Taa, kasabanın sonuna kadar, gidilmemiş yola girdiler.

Kafilenin girmiş olduğu yoldan murad: Tertib ve tafsil üzere kat edilen makamat-ı aşeredir. Meşayihin çoğu, bilhassa, onlardan mütekaddimin zatlar, maksatlarına bu yoldan ulaşmışlardır.

Girilmemiş yola gelince, üstte anlatılan Türkmenlerden iki kişinin tercih ettiği yoldur.

Hüseyin Kassab dahi bu yolu tercih etti. O iki Türkmen'e tâbi oldu. Bu dahi, mahabbet ve cezbe yolu olup daha önce anlatılan yola nazaran vuslat için daha yakındır.

Bu makamın mukaddimesi iltizaz ve sükûndur ki, bunlar: Histen yana gaybetin sebebidir. Şuurdan geçmeyi doğurur. Bu halet için:

— Gece..

Tabirini kullanırlar.

Anlatıldığı manada halktan geçip gaybet haline varmak; Halik Zat'la huzur ve şuuru tazammun ettiğinden, bu huzur ve şuur için dahi şu tabiri kullanırlar:

— Bedr..

Bu makamın açıklanması iktiza eder. Bunun için akıl kulağı ile dinlenmesi gerekir.

Bilesin ki,

Cesedin tedbirini gören,, ruhtur. Kalıbın mürebbisi ise, kalbdir. Cismanî kuvveler dahi, ruhani kuvvetten alınmıştır. Kalıba bağlı duygular, kalbe bağlı nuraniyetten istifade edilerek gelmiştir.

Bu durumda, zarurî olarak, ilk hallerde, bir kesiklik gelir. Ki, o zaman: Cesedin tedbiri ve kalıbın terbiyesi için zaaf zamanıdır. Çünkü, o zaman; kalbi, şanı yüce mukaddes Allah'a teveccüh etmiştir. Böyle bir teveccüh dahi, cezbe yolu için lâzımdır.

İşte anlatılan sebeplerden dolayı, bu fütur: Hissin tatiline, hissi duygulardan geçmeğe, kuvaların ve cevarihin zaafa uğramasına, ihtiyarsız olarak, arza sukut etmeye sebeb olmuştur.

Şeyh-i eceli Muhyiddin b. Arabi Ks. Fütuhat-ı Mekkiye'sinde bu haleti anlatırken, şu tabiri kullandı:

- Semağ-ı ruhî.. Raks etmek ve dönmek sureti ile yapılan semağ için dahi şöyle dedi:

- Semağ-ı cesedi..

Ve., bundan şiddetle men etti.

İşte.. buraya kadar yapılan beyandan anlaşılıyor ki: Suri olan gaybet hali, manevî huzuru tazammun eder. Ve., anlatıldığı manada ruhi zühul, ruhî şuuru şümulünde taşır. Ve., bu şuurdan dahi şöyle tabir etmek münasiptir:

- Bedr..

***

Biz yine asıl kelâma dönelim. Bilinmesi gerekir ki, orada:

Bedrin yüzü kara bulutlarla kaplandı.

Diye anlatması, beşeri sıfatların zuhurundan kinayedir. Şöyle ki: Huzur ve şuur, müptedilere perdeli olarak hâsıl olur. Bu perdelenme işi, orta hallere kadar sürer. Zira, mutavassıtlarda böyle perdelenme yoktur; lâkin bir başka yönü ile perdelenmeden hali kalmazlar. Anlatılan bu mana için olacak; devamla şöyle demiştir:

— Gece yarısı olduktan sonra, bedir ikinci kez buluttan çıktı.

Böylece, o iki şahsın ayak izlerini buldum.

Bunun manası şudur:

Yol, o bedirle aydınlanacaktır. Huzur ve şuur anları olan bast halinde, daha fazla yol kat edilir. Devam edelim:

— Tan yeri ağardıktan sonra..

Yani: Anlatılan gaybet ve zühul zail olup bu huzur ve şuur kuvvetlendikten, halka teveccüh edip içtima olduktan sonra.. Buradaki manalar için:

— Güneşin doğması.. Şeklinde anlatmaktadır.

— Cebel (dağ)..

Demesi ise., o vakitte zuhur eden, beşeri vücuttan ibarettir.

Bu yolda, nefsin tezkiyesi, kalbin tasfiyesinden sonra gelmektedir.

- Bu iki Türkmen şahsında, kuvvetli cazibe, mahabbet istilâsı olduğu için; sür'at ve suhuletle ayaklarını dağın zirvesine koydular. Bir an içinde o dağın fevkine yükseldiler. Fena tarafı ile de müşerref oldular.

Ama Hüseyin Kassab'da böyle bir kuvvet olmadığından dağın üstüne bir çok mihnetle çıktı. Bu dahi, o iki şahsa tabi olması be keti ile müyesser oldu. Yoksa, başı koparılırdı.

O eserde geçen:

— Maasker.. (Askeri karargâh manasına.)

Tabiri, ayan-ı sabiteden ibarettir. Bu ayan-ı sabite: Taayyün-ü vücubi ile, imkânı hakikatların taayyünlerini camidir.

— Sonsuz haymeler.. (Çadırlar veya otaklar manasına..)

Tabiri ise. üstte arılatılan taayyünlerden ibarettir.

— Bunlar arasında büyük hayme.. (Yani: Vücub ve imkân taayyünleri arasında..)

Şuna işarettir: Taayyün-ü ilmiyye-i vücubiyye-i taâlâ ve takaddes.. (Yani: Yüce Mukaddes Allah'ın, ilmî mahiyette vücubi taayyünü..) îşbu manadan ötürüdür ki onun için:

— Hayme-i Sultaniye..

Denmiştir.

Ne zaman ki, Hüseyin Kassab, o haymenin Hayme-i Sultaniye olduğunu duydu; hayal etti ki: Artık matlubunu bulmuş, aradığına kavuşmuştur.

İşte o zaman, sekr bineğinden inmek istedi. Bu sekr bineği öyle bir şeydir ki: Onun yardımı olmadan, bu yolun mesafeleri kat edilmez.. Böylece, matluba kavuşup rahat etmek diledi..

— Sağ ayağını çıkardığı zaman..

Denmektedir ki; bu cümle üzerinde de biraz duralım.. Burada geçen:

— Sağ..

Tabiri, ruhtan ibarettir. Şöyle ki: Bu gidilmemiş yola, ancak ruh ve kalb ayağı ile girilebilir, ilim ve amel ayağı ile değil.. Zira bunlar, gidilen yolun münasibidir.

Sekr bineğinden ilk inen şey ruhtur. Bunu da, kalb takib eder.. İşbu kalbden dahi:

— Sol ayak.

Diye anlatılır..

Evet., işte o inmek istediği zaman: Onun kalb kulağına ilham cinsi şöyle bir hitap geldi:

— Sultan haymede değildir.

Gerçek olan da buydu. Ama Hüseyin Kassab'da cezbe kuvveti olmadığı için, azıcık bir beşaretle sekirden indi. Ama o iki şahısta, cezbe kuvveti olduğundan, böyle az bir müjde ile kanmadılar.. Kahramancasına, daha yukarı çıktılar..

Eğer Hüseyin Kassab, orada misal olarak, bin sene bekleseydi; sultanı o haymede bulamazdı. Zira o Yüce Zat, mahlukatın çok çok ötesindedir.

O hitap şöyle bitti:

- Belki de o: (Yani: Sultan) Oturmuş avlanır..

Bunun manası şudur: Tecelligâhlara, güzel zuhur yerlerine oturup âşıkların kalblerini avlamaktadır.

Anlatılan manayı tazammun eden bu nida: Ancak Hüseyin Kassab'ın istidadı kadar olmaktadır. Onun fehminin ve dirayetinin alacağı kadar, tenezzül yollu konuştular. Yoksa, orada oturmanın bir manası yoktur. Bilhassa. Yüce Mukaddes Zat şanında..

Bir şiir:

Nice seyredenler hep uçup yürüdüler;
Dönüşte elleri cepleri boş döndüler..

Bu arada; hatıra, teferrüd ve kibriya makamına münasip bir başka mana geldi. Her nekadar bu mana onun Yüce Mukaddes zatına lâyık değil ise de, diğer manalardan daha münasip ve uygun düşer..

Şöyle ki o:

Vahidiyet mertebesinin üstünde taayyün-ü evvel olan vahdet mertebesine oturdu. Vahdet mertebesi: İlmi taayyünlerin ve taayyüniyyetin izmihlali ve istihlâki olduğuna göre; avlanmak dahi, vahşilerin ve kuşların helak sebebidir.

— Avlanmaya oturdu..

Denilmiş olması dahi. bu makamla münasebeti içindir.

Şeyh Muhammed Maşuk Tusî, ve Emir Abur sultanın mahalline vardılar ve onun avı oldular.

Ancak, Maşuk Tusi, daha önde oldu ve daha yakınlık buldu.

Hüseyin Kassab, Vahidiyet haymesinde kaldı. Şu ümitle ki: Sultan oraya döner diye..

Hakikat-ı muradı Allah bilir. Keza onda bulunan uygunluğu ve doğruyu da..

***

Ey Mahdum,

Tarikat-ı Nakşibendiye büyükleri, bu gidilmeyen yolu tercih ettiler. Ve., bu yol: Onlara göre, gidilen belli yol gibi oldu. Allah Onların sonlarının kudsiyetini artırsın.

Ve., bu zatlar, âlem halkını, asıl matluba, bu yoldan ulaştırırlar. Ama. teveccüh ve tasarruf ile..

Eğer kendisine iktida edilen şeyhe edeb usullerine göre riayet edilirse.. vuslat, bu yolun ayrılmaz bir parçası olur.

Bu vusul yolunda, gençle ihtiyar müsavidir. Kadın ve erkek hisse sahibi olurlar. Hatta ölüler dahi bu devletten temenni ederler

Hazret-i Hace Nakşibend Hz. anlatılan manada şöyle dedi:

— Yüce Hak'tan öyle taleb ettim ki, mutlaka vuslatı olan bir yol ihsan eylesin.

Nakşibend Hz. nin ilk halifesi olan Alaaddin Attar Ks. bu manada şöyle dedi:

Korkmasaydım kırmaktan korucunun kalbini;
Elbet açardım âlemlerin kilitlerini..

Allah-ü Taâlâ bizlere, bu büyüklerin yolunda sebat ihsan eylesin.

Vesselam..

 

Günün Sözü

"Ve o Rahman’ın kulları, onlar ki arzın üzerinde mülâyemetle (tevâzuyla) yürürler ve câhiller kendilerine laf attığı vakit ‘Selâmetle!’ derler.” (Sûre-i Furkân, 63)"
Telif Hakkı © 2024 Open Source Matters. Tüm Hakları Saklıdır.
Joomla!, GNU Genel Kamu Lisansı altında dağıtılan özgür bir yazılımdır.