Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979
286.Mektup
- Ayrıntılar
- Kategori: Mektubat-ı Rabbani
- Gösterim: 4505
286. Mektup
MEVZUU : a) Sahih itikad, ehl-i sünnet vel-cemaatın
görüşlerine uygun olarak, Kur'andan ve hadisten alınmış olandır,
b) Ehl-i sünnet vel-cemaatın hilâfına olarak Kuran ve hadisten hüküm çıkaranın
veya keşif yollu bir şey elde etmeye çalışanın reddi..
***
NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Mevlâna Emanüllah Fakih'e yazmıştır.
***
Rahman Rahim Allah'm adı ile..
Allah-ü Taâlâ, seni irşad eylesin; doğru yolu sana ilham etsin.
Bu yolun, yapılması zaruri işleri cümlesinden olarak, salikin itikadıni
düzeltmesi başta gelir; bunu bilesin. Amma, bu itikadı düzeltme işi ehl-i
sünnet vel-cemaat ulemasının, Kur'an'dan ve hadisten istinbat ettikleri
meselelere göre olacaktır. Yine bu yolda, selef-i salihinin izince
gidilmelidir.
Kur'an ve hadisi, öyle bir manaya hamletmek lâzımdır ki; ehl-i hak, yani: Ehl-i
sünnet vel-cemaat ulemasının anladığı nasılsa öyle olsun. Bu dahi, bu yolda
zarurîdir.
Faraza, keşif veya ilham yolu ile; onlar tarafından anlaşılan manaya muhalif
bir şey zuhur eder ise., uygun düşer ki: Ona itibar edilmeye ve ondan Allah'a
sığınıla.. ihata, kurb, maiyet-i zatiye dahi böyledir.
Burada, zahiri manalarından, tevhid-i vücudî anlaşılan âyet ve hadisleri misal
olarak söyleyebiliriz. Ne var ki, bunlardan ehl-i hak ulema o manaları anlamazlar.
Şayet salike tarikat esnasında bu manalar inkişaf ederse., ki şöyle, olur:
Vahid mevcuddan başka görmez; Allah-ü Taâlâ'nın bizzat muhit olduğunu idrâk
eder; yahut Allah-ü Taâlâ'yı zatı ile yakın bulur.. Kendisi, her nekadar, halin
galebesi ve vaktin sekri dolayısı ile orada mazur ise de; lâkin ona yakışan
odur ki: Allah-ü Taâlâ'ya iltica edip ona tazarru ede.. Şunun için ki:
Kendisini bu vartadan kurtara.. Kendisine, ehl-i Hak ulemanın görüşlerine uygun
yolu aça..
Kıl kadar ols adahi, onların itikadına muhalif şey, kendisinde zuhur etmeye..
***
Hülâsa..
Uygun düşer ki: Ehl-i hak ulemanın anladığı manalar, keşfin doğruluk ölçüsü
biline.. O manalardan başkası, ilham miheki kılınmaya.. Çünkü: Onlar tarafından
anlaşılan manaya muhalif olanlar, itibardan düşmüştür. Zira, her bid'atçı
dalâlettedir; bu hali ile de sanır ki: İtikadında uyduğu ve onun mehazi, Kur'an
ve hadistir. Zira o, Kur'an ve hadisten kendi sakat anlayışına göre mana
çıkarır; hiç de ehl-i hak ulemanın görüşüne mutabık değildir. Bu durumda şu
âyet-i kerimenin manası zuhur eder:
— «....onunla Allah-ü Taâlâ, çoğunu dalâlette bırakır, çoğunu da hidayete
getirir.» (2/26)
(Bu âyet-i kerime, Kur'an-ı Kerim'de geçen misaller üzerinedir.) Ancak derim
ki:
— Muteber olan, ehl-i hak uleması tarafından anlaşılan manadır; bunun dışında
kalanlar muteber değildir. Şunun için ki: Bu zatlar, o manaları sahabenin,
selef-i salihinin izine tabi olarak almışlardır. Allah onlardan razı olsun.
Bunlar, o manaları, hidayet yıldızlarının nurlarından almışlardır. Bu mana
icabıdır ki: Ebedî saadet, onlara mahsus olmuş; sermedi felah, onlara nasib
edilmiştir.
Bir âyet-i kerime meali.
— «İşte onlar Allah fırkasıdır. Gözünüzü açın; Allah fırkası umduklarına
erenlerin taa, kendileridir.» (58/22)
Teferruat sayılan işlerde, bazı ulemanın müdahenesi ve amellerde dahi onların
taksiratı var ise de; bununla beraber, hak itikada da sahiptirler.. Bu
sebeplere dayanarak, ulemayı mutlak surette, yani: Umumî manada inkâr etmek,
bütünü ile onlara taan etmek uygun değildir. Böyle bir şey insafsızlık olur;
büyüklenmek ve onları küçümsemek olur. O kadara gider ki bu: Dinî yönden zarurî
sayılan işlerin pek çoğunu inkar olur. Zira, o zarurî işleri nakledenler
ulemadır. Onların iyisini kötüsünden ayırd eden yine ulemadır. Onların hidayet
nuru olmasaydı; hidayeti bulamazdık. Onların ayırd etmesi olmayaydı, doğruyu
yanlışı ayırd edemez; şaşırırdık. Bunlar, öyle kimselerdir ki Din-i kavim
kelimesinin ilâsı için, bütün gayretlerini harcamışlardır; insanların pek
çoğunu, sırat-ı müstakime (doğru yola) sokmuşlardır. Bunlara tabi olan, necat
bulur, iflah olur: bunlara muhalefet eden açık yoldan sapar ve başkalarını da
saptırır.
Şunun bilinmesi yerinde olur ki, sof iyenin itikadları dahi, ehl-i hak
itikadının aynı olur. Yani:
— Sülûk ve vusul menzillerini tamam edip velâyet derecelerinin sonuna vardıktan
sonra..
Demek istiyorum.
Bu itikadlar, ulemaya nakil ve istidlal yolu ile gelir; sof iyeye ise., keşif
ve ilham ile..
Tarikat esnasında, sekir ve halin galebesi ile sofiyeden bazılarına; anlatılan
ehl-i sünnet vel-cemaat itikadlarma muhalif bir durum zuhur eder ise de; o
makamları geçip işin nihayetine ulaştıktan sonra o muhalif durum toz duman olup
gider. O muhalefet üzere kalabilir de.. Ancak, ümid edilen odur ki: Onunla
muaheze olunmayalar.. Çünkü, onların hükmü hatalı müçtehid hükmüdür. Müçtehid
meseleleri çıkarmakta hata eder; onlar ise., keşifte..
***
Bu taifenin muhalefeti cümlesinden olarak: Vahdet-i vücud, ihata, kurb ve
maiyet-i zatiye hükmünü sayabiliriz. Bu mana, daha önce de geçti.
Bundan başka, Yüce Hakkın zatına zaid olarak var olan yedi veya sekiz haricî
sıfatı da inkâr ederler. Amma ehl-i sünnet vel-cemaat uleması, zat varlığına
zaid olarak, onların hariçte var olduklarına zahib olurlar.
Bunların inkâr menşei şudur: O vakit, müşahede ettikleri, sıfatlar aynasında
zattır. Malumdur ki: Ayna bakanın nazarında gizlidir; bunun için de, onun
hariçte var olmadığına hükmederler. Sebebi: O gizliliktir. Sandılar ki: Eğer o
mevcud olsaydı; müşahede edilirdi. Mademki, müşahede edilmedi; o halde yoktur.
İşbu sıfatların varlığına hükmettikleri için de: Ulemaya taan edip onların
putperest ve kâfir olduklarına hükmettiler.
Böyle bir taana cür'et etmekten Allah'a sığınırız.
Eğer onlara bu makamdan terakki müyesser olursa., şühudları dahi, bu hicaptan
çıkar; mertebeler hükmü de zail olur. Elbet o zaman da. sıfatları görürler ki;
zattan başkadır.
Böylece onları inkâr etmemiş olur; işi büyük ulemayı taana kadar götürmezler.
Onların muhalehetleri cümlesinden ciarak, bazı işleri Yüce Hakkın yapmaya
mecbur olduğuna dair hükümleridir.
Bunlar, her nekadar icap lafzını itlak etmezler ve iradeyi isbat ederler ise
de; lâkin hakikatta iradeyi nefyederler. Bunlar, bu dudurumları ile, anlatılan
hükümde, bütün şeriat ehli olanlara muhalif düşerler.
Bu işler cümlesinden olarak, şu hükümleri de vardır:
— Allah-ü Taâiâ, kudret sahibi olarak kadirdir.
Derler.. Amma şu manaya ki: Dilerse yapar; dilemezse yapmaz. Bununla beraber
şöyle derler:
— Birinci şart, onun için doğru vaciptir; amma ikinci şart mümtenidir.
Yani:
— Dilememesi yoktur.
Demeğe geiir. Bu söz de icabdır; hatta şeriat ehli olanlar katında mukarrer
olan manaya göre: Kudreti inkârdır. Zira onlar katında kudret şu manaya gelir:
— Fiilin sıhhati ve terki..
Amma bunların kavline göre: Yapmak vacip, terk ise., mümtenidir.
Bu manaların biri, diğerinden o kadar uzaktır ki!.
Onların bu meselede mezhebi, aynı ile felsefecilerin mezhebidir. Yani: Birinci
şartın vacib olduğunu tasdik, ikinci şartın mümteni olduğunu tasdik edip
iradeyi isbat etmek sureti ile.. Ancak, bunları felsefecilerden ayırd eden bu
isbat ise., hiç faydalı değildir. Zira irade, iki müsavi şeyin birine tahsis
veya tercihtir. Bu müsavi durum olmayınca irade dahi olmaz. Burada vücup ve
imtina için, müsavi durum yok olmuştur. Anla artık.
Bu muhalif işler cümlesinden olarak; kaza ve kader beyanlarını alabiliriz.
Öyleki, onun zahiri icab isbatıdır.
Onların bu bahiste söyledikleri cümleden olarak şu ibareleri vardır:
— Hâkim mahkûm, mahkûm dahi hâkim..
Burana, icab isbatı şöyle dursun; bir kimsenin Yüce Hakka hükmedip, onun mahkûm
kılmasını isbata kalkması dahi cidden çirkin bir şeydir.
Bu manada bir âyet-i kerime meali:
— «Hiç şüphe yok ki onlar, çirkin ve yalan laf söylüyorlar.» (58/2)
Üstte anlatılan misalden onların muhalif sözleri çoktur.
Bu arada, onların Yüce Hakkı görmeye imkân olmadığına kail olmalarını dahi
sayabiliriz. Ancak, suri tecelli ile görülebileceğini anlatırlar.
Onların kail oldukları bu mana, Sübhan Hakkın rüyetini (görmeyi) inkâr sayılır.
Onların cevaz verdikleri surî tecelli ile niyet; hakikatta, Sübhan Hakkı görmek
değildir. Ancak, misal ve şebihten bir şeydir.
Bir şiir:
Müminin onu görecek, keyfiyet muhal:
Ne idrâk vardır, keza ne de darbı misal..
Büyük zatların, ruhları Hakkında kıdem ve ezeliyete kail olmalarını dahi,
onların muhalif cümleleri arasında sayabiliriz. Ki bu: Ehl-i İslâm'ın karar
kıldığı meseleye aykırıdır. Zira bunlar katında bu âlem, bütün parçaları ile
sonradan yaratılmıştır; ruhları dahi bu âlem cümlesindendir. Zira:
Âlem ..
Yüce Hakkın zatından gayrına bütün olarak verilen bir isimdir.
Anla..
***
İşin künhüne ve hakikatına ulaşmadan evvel salike uygun düşer ki: Ehl-i sünnet
ulemasına uymayı kendi nefsi için lüzumlu saya.. İsterse, keşfine ve ilhamına
muhalif bir durum mevcud olsun. Ulemayı haklı, kendisini de hatalı kabul
etmelidir. Zira, ulemanın istinad noktası peygamberlerdir. Onlara salât ve
selâm olsun. Onlar, kesin olan vahiy ile teyid edilmiş olup hatfdan ve galattan
masumdurlar. Kendisinin keşfi ve ilham:, sabit hükümlere muhalif olduğu
takdirine göre hatadır; galattır. Keşfi, ulemanın kail oldukları meselelerden
önde görmek; hakikatte kendisini, kat'î münzel hükümlere takdim etmektir. Böyle
bir şey de, sırf dalâlet ve ayniyle hüsrandır.
Kitap ve sünnet (Kur'an ve hadis) mucibince itikad etmek nasıl zaruri ise.,
onların muktazafına göre amel etmek dahi zarurîdir. Amma su yoldan olacak:
Müçtehid âlimlerin onlardan istinbat edip onlardan istihraç ettiği hükümlere
göre.. Haliyle bunlar şu işlerdir: Helâl, haram, farz, vacip, sünnet, müstahap,
mekruh ve müştebih.. Bu hükümleri bilmek dahi, aynı şekilde zarurî olmaktadır.
Onlara uymak durumunda olan bir kimse; Kur an'dan ve hadisten, müçtehidin
görüşüne aykırı olarak ahkâm çıkarıp alması ve onunla amel etmesi caiz
değildir.
Uygun düşer ki: Kendi mezhebinin müçtehidi tarafından ihtiyar edilen kavil ile
ameli tercih ede.. Yani: Kendilinin uyup tabi olduğu müctehid..
Bid'âttan da kaçınıp azimetle amel etmelidir.
İmkân nisbetinde müçtehidlerin kavillerini cem etmeye çalışmalıdır. Ta ki, amel
üzerinde itifak edilen işe düşe.. Bunları misal olarak şöyle sıralayabiliriz:
İmam-ı Şafii Hz. abdestte niyeti şart koşmuştur; niyetsiz abdest almamalıdır.
Aynı şekilde, abdest azalarının tertib üzere yıkanmasının dahi farz olduğuna
kail olmuştur; o tertip sırasını bozmamalıdır.
İmam-ı Malik, abdest azalarının oğuşturulmasını farz saymıştır; elbette
azalarını yıkarken oğuşturmalıdır. Bu manadan olarak demişlerdir ki:
— Kadına dokunmak ve ön edep yerine (erkek tenasül uzvuna dokunmak abdesti
bozar; bunlardan birine dokunduğu zaman, abdestini yenilemelidir.
Sair ihtilaflı hükümlerde dahi bu kıyas üzere gitmelidir.
***
Üstte anlatılan iki kanat, yani: İtikad ve amel hâsıl olduktan sonra; Yüce
Sultan Allah'ın yakınlık derecelerine yükselmek için teveccüh etmelidir.
Zulmanî menzilleri ve nurani meslekleri kat etmeye talib olmalıdır.
Ancak, şunun bilinmesi gerekir ki: Bu uruc ve menzillerin kat edilmesi; kâmil
mükemmel tarikatı bilen ve ona karşı basiret sahibi olup hidayet edebilen bir
şeyhin teveccühüne bağlıdır. Bu zatın nazarı, kalb marazlarına şifadır. Onun
teveccühü, beğenilmeyen kötü huyları atar.. İşte, öncelikle böyle bir şey
aramalıdır. Yüce Hakkın fazlı ile, böyle birini tanırsa, ona tutunmalıdır. Bu
arada şuna itikad etmelidir ki: Onu tanımayı kendisi için, büyük bir nimet
bile.. Bütün tasarrufatmda ona münkad olmalıdır.
Bu manada Şeyh'ül-İslâm Herevi şöyle dedi:
— Bu ne manadır ki, evliyana verdin; Şöyle ki, onları tanıyan seni bulur; seni
bulamayan da onları tanıyamaz.
Sonra., kendi tercih haklarını, şeyhinin arzusunda bütünü ile yok etmelidir.
Muradların tümünden, nefsini tahliye etmelidir.
Şeyhinin hizmetinde, himmet kuşağını bağlamalıdır.
Şeyhinin, kendisine emrettiği şeylerin tümüne tam manası ile imtisal edip
onları yerine getirmeye çalışmalıdır. Şuna da itikad etmelidir ki: Bütün saadet
sermayesi ondadır.
Kendisine iktida edilen şeyh:
Müridin istidadına zikri münasip görür ise., onu emreder.
Müridin istidadına teveccühü ve murakabeyi münasip görürse., onları işaret
eder.
Müridin istidadını bilirse ki, mücerred sohbet yeterlidir; bunu emreder.
Hülâsa..
Şeyhin sohbeti var iken, zikir ihtiyacı, asla tarikatın şartlarından değildir..
Şeyh, talibin haline neyi münasip görür ise., onu emreder
Tarikatın bazı şartlarında, müridden bir kusur vaki olur ise., şeyhin sohbeti
ile onu telâfi eder. Onun teveccühü, müridin noksanını yerine getirir.
***
Bir kimse, anlatılan manada bir şey ile müşerref olmaz ise., bu durumda: Şayet
o kimse muradlardan ise.. Sübhan Hak onu cezbedip kendisi için seçer., onun
işine sırf sonsuz ve nihayetsiz inayeti yeter. Kendisine lâzım olan bütün edep
ve şartı öğretir. Bazı büyüklerin ruhaniyetini; onun yoluna vesile eyler; sülûk
menzillerini kat etmekte dahi delili olurlar. Çünkü: Sülûk menzillerini kat
etmekte meşayihin ruhaniyet tavassutu lâzımdır. Yani: Yüce Allah'ın âdetinin
cari olduğu üzere..
Şayet müridlerden ise., kendisine iktida edilecek bir şeyhin tavassutu olmadan,
onun işi cidden müşkildir. Taa, kendisini uyacağı bir seyre ulaştırıncaya kadar
Sübhan Allah'a iltica etmelidir.
Bu araca şunu da belirtelim ki; tarikatın şartlarına riayet gerekli
sayılmalıdır.
Bu şartlar, meşayih kitaplarında tafsilatı ile beyan edilmiştir. Onlara
müracaat edip mülâhaza ettikten sonra riayet edilmesi gerekir.
Tarikatın en büyük şartları arasında nefse muhalefet vardır. Bu dahi, vera' ve
takva makamına riayetle olur. Bu makam dahi, haramlardan sakınmak sayılır..
Haramlardan sakınmak ise., ancak fuzulî mubahlardan çekinmek sureti ile olur.
Şayet, mubahları irtikâb etmekte dizgin elden bırakılır ise., iş şüphelileri
irtikâba kadar gider. Şüpheliler ise., harama yakın olup ona düşmek ihtimali
kuvvetlidir. Zira, koru civarında olan, oraya düşebilir.
Haramlardan korunmak işi, fuzulî mubahlardan kaçınmaya bağlıdır. Vera' halinin
taHakkuku için dahi, fuzulî mubahlardan sakınmak gerekir. Terakki ve uruc için
dahi, vera' halinin taHakkuk etmesi gerekir; zira vera' buna bağlıdır.
Üstte anlatılan manayı şöyle açıklayabiliriz..
Ameller iki parçaya ayrılmıştır:
a) Emirleri yerine getirmek..
b) Yasaklardan da kaçınmak..
Emirlerin yerine getirilmesinde; kudsiyyun zümresi müşterektir. (Yani:
Melekler..) Eğer yalnız amelleri yerine getirmekle yükselmek mümkün olsaydı;
kudsiyyun için dahi terakki olurdu.
Yasaklardan kaçınmak ise., yalnız, insanlara mahsustur. Zira, onlar bizzat
masumdurlar. Onlarda, muhalefet mecali yoktur ki, ondan kaçınsınlar. Dolayısı
ile, terakki yalnız bu ikinci parça için gerekli olur.
Anlatıldığı biçimde, yasaklardan kaçınmak, ayniyle nefse muhalefettir. Zira,
şeriat ancak nefsanî nevanın kalkması için gelmiştir: bir de zulmanî âdetlerin
defi için..
Çünkü nefis tabiatının iktizası ya haramı irtikâb etmektir; yahut sonu harama
çıkan fuzulî şeyleri irtikâb etmek.. Bu manadan olarak, fuzuli şeylerden
kaçınmak, ayniyle nefse muhalefettir.
Burada şöyle bir şey sorulabilir:
— Emirlere imtisal dahi, aynı şekilde nefse muhalefettir. Zira nefis, ibadetle
iştigal etmeyi istemez. Bu durumda, emre imtisal dahi îtrakkiyi gerektirir.
Meleklerde dahi. emre imtisal muhalefeti olmadığı için; terakkilerine sebeb
olmaz. Kıyasın dahi farkla olacağı malumdur.
Bunun cevabı için şöyle diyebilirim:
— Nefsin ibadeti istemeyişi ve ona rızasının olmayışı, ancak ondan feragat
etmeyi taleb sebebi iledir. O kadar ki: Nefis, hiç bir şeye bağlanıp mukayyed
olmayı arzu etmez. Onun bu feragat arzusu ve meşgul olmak istemeyişi, harama
dahildir; yahut da fuzulî işlere..
Durum yukarıda anlatıldığı gibi olunca, nefsin muhalefeti, emirlere imtisalde,
haramlardan kaçınmak yolundan gelmektedir; bir de fuzuli işlerden.. Emirleri
eda yolundan değil.. Yani: Yalnız memur olunduğu şeylerden değildir ki:
— Bu, meleklerde dahi vardır..
Denile.. bu manadan ötürü, kıyas sahihtir.
***
Hangi tarikatta ki, nefse muhalefet fazladır; o, yolların en yakınıdır.
Hiç şüphe edilmeye ki: Tarikat-ı Nakşibendiye'de nefse muhalefete riayet, sair
tarikatlara nazaran pek çoktur. Zira, bu yolun büyükleri, azimetle ameli
ihtiyar edip ruhsat yolundan kaçınmışlardır.
Malum bir durumdur ki: Gerek haramdan, gerekse fuzuli şeylerden sakınmak
azimette mevcuttur; her ikisine de, riayet edilmektedir. Amma, ruhsat böyle
değildir. Zira, ruhsatta yalnız haramdan sakınmak vardır.
Burada şöyle bir şey sorulabilir:
— Sair tarikatlar erbabı katında dahi, azimetin tercih edilmesi mümkündür..
Derim ki:
— Sair tarikatlarda semağ vardır; raks vardır. İş onlarda ruhsat haddine varır.
Hem de, birçok kaçamaklardan sonra.. Bunda azimet mecali nereden olsun?. Aynı
şekilde, cehren yapılan zikirde ruhsatın fevkinde bir şey tasavvur edilemez.
Sair tarikatların meşayihi, kendi tarikatlarında; bazı sahih niyetlerle yeni
işler ihdas etmişlerdir. Bu işlerdeki tashihin nihayetinde ise., ruhsat hükmü
vardır. Amma. bu Silsile-i Aliyye böyle değildir.
Bunlar, kıl kadar olsa dahi, sünnete muhalefet olarak bir şeye cevaz vermezler.
Anlatıldığı gibi olunca, bu Tarikat-ı Ali'ye'de nefse muhalefet pek fazlası ile
tamamdır. Dolayısı ile de, yolların en yakını olmaktadır. Talib olan bir
kimsenin dahi bu Tarikat-ı Aliyye'yi tercih etmesi yerinde ve pek münasip olur.
Çünkü bu Tarikat-ı Aliyye gerek akrabiyet gerekse matlub olarak, kemaliyle
üstünlük sahibidir.
***
Son gelen halifelerinden bir cemaat, o büyüklerin vaziyetlerini bırakıp bu
Tarikat-ı Aliyye'de bazı işler ihdas ettiler. Semağı, raksı ve cehri zikri
tercih ettiler. Bunun menşei dahi, bu Tarikat-ı Aliyye büyüklerinin
niyetlerinin hakikatma vâsıl olamamaktır. Bunun için hayal ettiler ki: Bu
yeniliklerle bu Tarikat-ı Aliyye'yi ikmal edip tamamladılar. Hem de bu ihdas
edilen şeyler ve bid'atlarla.. Ama anlayamadılar ki: Onun tahribine
çalışmaktadırlar; onu zay etmeye çabalarlar.
Allah Hakkı hak eder; bu yola hidayet eden odur.