Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979
411.Mektup
- Ayrıntılar
- Kategori: Mektubat-ı Rabbani
- Gösterim: 4276
411. MEKTUP
MEVZUU : Kurb, maiyet (yakınlık, beraberlik) sırrı ve Seylan'la ilgili bazı haller beyanındadır.
***
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu, Mahdumzade Mu hammed Said'e ve
Camiul-ulum vel-esrar Mahdumzade Muhammed Masum'a yazmıştır.
***
Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına selâm olsun..
***
Sormuşsunuz ki:
- Ulema şöyle demiştir:
- Sübhan Hak, ne âlemin dahilinde, ne de âlemin haricindedir; ne âleme muttasıldır, ne de âlemden munfasıldır.
Bu bahsin tahkiki nedir?. Bunun cevabı şudur:
- Duhul, huruç, ittisal ve infisal nisbetinin husulü; ancak iki mevcuda nazaran tasavvur edilir. Çünkü, iki mevcudun biri, diğerine nazaran bu nisbetlerden hali olamazlar. Amma, üzerinde durduğumuz iki mevcudun tahakkuku yoktur ki: Anlatılan nisbetlerden bir nisbetin husulü tasavvur edile..
Şunun için ki: Yüce Allah mevcuttur; o Yüce Zat'ın masivası olan âlem ise, mevhum ve hayaldir. Sübhan Hakkın sanatı ile, âlem için istihkâm ve sağlamlık; vehmin ve hayalin kalkması ile kalkmayacak derecede hâsıl olmuş, ebedî azabın ve nimetin muamelesi dahi ona bağlanmıştır; ne var ki âlemin sübutu his ve vehim mertebesindedir. Hissin ve vehmin dışında âlemin bir karargâhı yoktur. Yüce Hakkın kudretinin kemalindendir ki: Mevhum ve hayal olana sebat ve istikrar hükmü vermiştir. Lâkin, mevcud mevcuttur;
Mevhum dahi mevhum.. Nazarlarını zahire inhisar ettirenlerin onu mevcud olarak tasavvur etmesi, onun sebat ve istikrarına nazarandır. Anlatılan manada, âlemin mevcud olduğuna da hükmetmişlerdir..
Bu bahsin tafsilâtı ile tahkiki mektuplarımda ve risalelerimde yazılmıştır. Eğer ihtiyaç vaki olur ise.. oraya müracaat edilsin. Mevhuma bağlanmak üzere, bu nisbetlerden hiç bir şey, mevcud için isbat edilmemiştir. Hatta, anlatılan manalara göre, şöyle demek de mümkündür:
? Mevcud, mevhuma dahil değildir; ne ondan hariç, ne muttasıl, ne de munfasıldır.
Zira, orada yalnız mevcud vardır. Mevhum olanın ne ismi vardır; ne de resmi.. Evet, böyle bir şey yoktur ki: Onun için bir nisbet tasavvur edile..
Üstte anlatılan manayı bir misalle izaha çalışalım..
Bir nokta-i cevvaleyi ele alalım.. O, sür'atli çevrilişinden dolayı, daire suretinde vehmedilir. Halbuki orada, yalnız nokta mevcuttur. Daire suretinin ise., vehimden başka bir yerde sübutu yoktur. Noktanın mevcud olduğu mahalde ise.. dairenin ne ismi vardır; ne de resmi.. Bu suretle şöyle demek mümkün olmaz:
? Nokta, dairenin içindedir; hatta o dairenin dışında da değildir.
Bundan başka, aralarında ittisal ve infisal dahi tasavvur edilemez.. Zira, o mertebede daire yoktur ki: Nisbet tasavvur edile.. Önce duvarı isbat et; sonra da nakşı..
***
Burada şöyle bir şey sorulabilir:
? Sübhan Hak, âlemi ihatasını ve ona yakınlık nisbetini sabit kıldı. Halbuki, mevcudun mevhuma yakınlık nisbeti ne olduğu belli değildir. Onunla ne gibi bir ihatası olabilir!. Zira, mevcudun bulunduğu yerde mevhumun ismi ve resmi yoktur ki: Onunla ihata eden ve ihata edilen tasavvur edile..
Bunun için şu cevabı verebiliriz:
? Burada yakınlık ve ihata, bir cismin diğer cisme yakınlığı ve bir cismin diğer cismi ihatası kabilinden değildir. Elbet bunlar, keyfiyeti meçhul nisbetlerdendir. Amma, olduğu malumdur. Yakınlığı ve ihatayı o Sübhan Zat için sabit görüp her ikisine de inanırız. Lâkin, onun keyfiyetinin nasıl olduğunu bilemeyiz.. Amma, daha önce nefyettiğimiz dört nisbet böyle değildir. Zira; şeriat bunların sübutunu getirmedi ki, onu isbat edip diyelim:
? Onların da keyfiyeti meçhuldür..
Sübhan Hak hakkında, keyfiyeti olmayan bir şekilde ittisal manasına, keyfiyeti olmayan bir şekilde ihata ve yakınlık manası misali cevaz vermek mümkün olsa dahi; ne var ki, ittisal lafzının itlakı, yakınlık ve ihata lafzının varid olduğu gibi varid olmamıştır. Bunun için de:
? Muttasıl..
Demek, yerinde olmaz. Şöyle demek caiz olur:
? Yakın ve muhit..
İnfisal, huruç, duhul itlakı dahi, ittisal itlakı gibi varid olmamıştır.
Bundan başka, üstte anlatılan misalde, mevhum daireye nisbetle nokta-i cevvale için bir ihata, yakınlık, beraberlik isbat etsek dahi; bütün bu anlatılanlar, keyfiyeti meçhul olarak kalır. Zira, intisap edenlerin mutlaka bir nisbeti gerektir. Halbuki nokta-i cevvaleden başka bir mevcut yoktur, ittisal, infisal, huruç ve duhul da böyledir; keyfiyetleri olmayan bir şekilde üzerinde durduğumuz manada tasavvur edilmektedir; isterse müntesipler isbat edilmesin... Zira, iki tarafın varlığı, ancak keyfiyeti belli olan nisbet içindir; o da bilinen ve alışılan bir şeydir. Halbuki keyfiyeti meçhul olan, akıl kavramı dışındadır. Bundan iki tarafın varlığı lüzumuna hüküm ise., vehme dayalı hükümlerden olup itibardan düşmüştür; gaibi şahide kıyas olur..
***
BİR TENBİH..
? Âlem, mevhum ve muhayyeldir. Dedik.. Bunun manası şu demeğe gelir:
? Âlem, vehim ve hayal mertebesinde vakidir. Onun vaz'ı ise.. his ve görme derecesindedir.
Sunim gibi ki: Kemal ile muttasıf olan Kadir Zat, kâmil san'atı ile, vehmin ve hayalin icadından başka nasibi olmayan mevhum daireyi vehim ve havai mertebesinde yaratır. Bunu o mertebede öyle sağlam ve müstahkem kılar ki; eğer vehim ve hayal tamamen kalkacak olsa onun sübutuna halel gelmeyeceği gibi, onun bekasına dahi bir kusur gelmez.
Bu mevhum dairenin dahi, her ne kadar hariçte sübutu olmasa da, hariçte mevcut olan yalnız o noktadır. Ne var ki, onun haricî bir vücuda intisabı, haricî bir mevcuda istinadı vardır. Zira, nokta olmasaydı; daire nerede neş'et edecekti...
Bir şiir:
Pek hoştur söz etmek dilberlerin sırrından;
Fakat, açarsınız bahsi başkalarından..
Bu daire için, şöyle demek de yerinde olur:
? O noktanın nikabıdır. (Pençesi, perdesi, örtüsü..) Şöyle demenin de yeri vardır:
? O daire, noktanın müşahedesine bir aynadır. Eğer desek, ki:
? Bu daire, o noktaya delil olup ona götürür.. Evet.. bu sözünde yeri vardır.
Nikab ıtlakı, avama nazarandır.
Şuhud için ayna ıtlakı, velayet makamına münasip ve şuhudî imana yatkındır.
Delil ve hadi itlakı ise., nübüvvet kemalâtı mertebesine münasip olup gaybî imana yatkın gelir. Bu gaybî iman, şuhudî imandan daha tamam ve daha kemallidir. Zira, şühudun mutlak zılla taalluku vardır; ama gaybde böyle bir taalluk yoktur. Gaybde, her ne kadar bilfiil hâsıl olan bir şey yok ise de, ne var ki, onda vusul ve asla taalluk vardır. Şühudda her ne kadar hâsıl olan bir şey varsa da, ne var ki onda vusul yoktur. Zira, onda gayra taalluk vardır. Bu gayr ise.. aslın zillidir.
Hülâsa: Husul, noksandır; vusul ise.. kemâldir.
Üstte anlatılan mana, kusurlunun ve noksan kimsenin havsalasında hâsıl olacak gibi değildir. O kadar ki onlar: Husulü, vusulden daha faziletli sanırlar.
Sofestaî dahi, aklının yokluğundan der ki:
- Âlem, mevhum ve hayaldir. Şöyle demek isterler:
- Vehmin yontmasından ve icadından başka; âlemin sübutu ve tahakkuku yoktur. Vehim ve hayal değiştiği zaman, bu sübut ve hayal dahi aynı şekilde değişir.
Bunun için bir misal şöyledir: Vehim, bir şeyi tatlı tasavvur ettiği zaman, o şey tatlıdır; aynı şeyi, bir başka zaman acı tasavvur ettiği zaman da, o şey acı olur.
Ama, bu hizlana düşenler, Sübhan Hakkın yaratmasından ve san'atından yana gafil bulunmaktadırlar; hatta inkâr ederler.. Onu haricî vücuda bağlamak ve haricî bir mevcuda dayandırmakla da cehaletlerini ortaya koyarlar. Bu ahmaklıkla da, haricî hükümleri kaldırmak isterler; ki bu hükümler âleme bağlı şeylerdir. Uhrevî ve daimî olan azabı ve sevabı dahi def etmek isterler. Halbuki, Muhbir-i Sadık Resulüllah S.A. efendimiz onları haber vermiştir ki, yalan yoktur.
Bir âyet-i kerîme meali:
? «Bunlar şeytan fırkasıdır. Dikkat edin; şeytan fırkası, hüsrana düşenlerin kendileridir.» (58/19)
***
Burada şöyle bir soru çıkabilir:
? Âlem için sebat ve istikrar sabit olmuştur, isterse vehim ve
hayal mertebesinde olsun.. Bundan başka, onun hakkında ebedî olan nimet ve azap dahi sabit olmuştur.. Durum böyle olunca, neden ona vücud ıtlakı caiz olmuyor?. Neden onun için:
? Mevcud..
Demiyoruz.. Halbuki sübut ve vücud birbirini izleyen iki şeydir. Mütekellimin ulema katında da mukarrer olan durum budur. Bunun için su cevabı veririm:
? Bu taife-i aliyye katında, eşyanın en şereflisi, en keremlisi ve en azizi vücuddur. Bilirler ki: Her hayrın mebdei ve her kemalin menşei o vücuddur. Böyle nefis bir cevherin itlakım dahi, Sübhan Hakkın masivasına caiz görmezler. O masiva dahi, baştan ayağa, şer ve noksandır. Dolayısı ile, en şerefli şeyin, en düşük şeye verilmesine razı olmazlar.
Bu işte onların muktedası, keşif ve ferasettir. Onlara hissen ve keşfen hâsıl olmuştur ki: Vücud, Yüce Sübhan Hazret-i Hakka mahsustur. Eğer o Yüce Zat'ın gayrına..
? Mevcud..
Diyorlarsa.. bu da o başkanın, vücudla bir nisbeti ve irtibatı olduğu içindir, İsterse, oluş keyfiyeti meçhul bir şekilde olsun.. Halbuki o, anlatılan vücudla kaimdir. Zira, zillin (gölgenin) kıyam!, aslı iledir.
Ayrıca, vehim ve hayal mertebesinde sabit olan sübut dahi, o vücud zılâlinden bir zildir.
Vaktaki o vücud, haricî olmuştur; Sübhan Hak dahi hariçte mevcuddur.
O vehim mertebesi için:
? Yüce Hakkın 'San'atı ve tam yaratmasından sonra o hariç olanın zılâlinden bir zildir..
Dense dahi caizdir. Bundan başka o vehme bağlı sübut için:
? Her iki zil itibarı ile haricî bir vücuddur.. Dense de yeri vardır. Hatta bu zıllıyet itibarı ile âleme:
? Haricî mevcud.. Dense de caizdir.
***
Hülâsa..
Mümkinde her ne var ise.. Yüce Mukaddes Hazret-i Vücud'dan istifade yollu gelmiştir. Hiç bir şeyi, babasının evinden getirmemiştir. Zıllıyet mülahazası olmadan onun mevcud olduğuna kail olmak, zor bir iştir; Yüce Hakka ortak etmektir. Hem de vasıflarının en güzeli ile..
Allah-ü Taâlâ, öyle bir şeyden yana pek yüceliğe sahiptir. Bu Fakir, bazı mektuplarında ve risalelerinde şöyle yazdı:
? Âlem, haricî olarak mevcuddur.
Bu mananın, anlatılan beyana döndürülmesi, zıllıyet itibarına hamledilmesi yerinde olur.
Mü tekellim ulemanın kail olduğu:
? Tahakkuk ve sübut için, vücudun onları takib ettiği.. Cümle, lügat manası itiban iledir. Halbuki, vücud nere?, sübut nere?.
Keşif ve şühud ehlinden, nazar ve istidlal ehlinden büyük bir cemaat, vücud hakkında demiştir ki:
? O, Vacib'ül-vücud Taâlâ'nın aynı hakikatidir; sübut dahi ikinci makulattandır.
İkisi arasında çok fark vardır.
***
FAYDALI KISIM..
Vücud, her hayrın ve kemaline mebdei; her hüsnün ve cemalin menşei olduğu gibi.. adem (yokluk) dahi onun mukabili olarak her şerrin ve noksanın mebdei, her şerrin ve fesadın menseldir.
Eğer bir şer ve vebal var ise., ondan gelmektedir.. Eğer bir dalâlet var ise., bu dahi ondan gelmektedir.. Yani: Ademden. (Yokluktan..)
Durum, anlatıldığı gibi olmasına rağmen, ona verilen güzellikler ve gizli hünerler vardır.
Onun güzelliği arasındadır ki: Kendisini vücud mukabilinde, mutlak adem ve hiç bir şey olmamak durumuna getirmesidir.
Onun güzel hünerleri arasındadır ki: Kendisini vücudun vikayesine verip şerri ve noksanı kendine çekmiştir. Onun güzel sıfatları arasında şunları da sayabiliriz: Vücud kemalâtını izhar etmek; bu kemalâtı dahi, ilim hanesi dışında, birbirinden ayırd edilmesini sağlamak; onları icmalden tafsile getirmek..
Hülâsa..
O, vücud hizmetlerinde kaim durmaktadır. Vücudun güzelliği, cemali, kemali; onun kabahatında, şerrinde ve noksanında zahir olmaktadır. Vücudun istiğnası onun iftikarındadır; izzeti, onun zille-tindedir.
Vücudun azamet ve kibriya sübutu, onun sefaleti ve denaeti sebebi iledir. Vücudun şerefi dahi, onun hissetindedir. Vücudun efendiliği dahi onun kulluğundadır.
Bir şiir:
Benim o, üstadı üstad eyleyen;
Köleyim, efendi azad eyleyen»
***
İblis'e gelince.. ki o: Her fesadın ve dalâletin menşei bulunmaktadır; amma, adem şerrinden daha beterdir. Ademde saklı duran hünerlerden dahi, bu hizlanda kalan mahrumdur. Onun:
? «Ben ondan hayırlıyım..» (38/76)
Manasındaki sözü, kendisinden hayır maddelerini kesip atmış ve sırf şer olduğuna delâlet etmiştir.
Adem, (yokluk) bir şey olmamak ve ademiyet durumu ile vücuda mukabil olunca, vücuda ayna oldu. Lain (iblis) ise, kendi hayriyeti ve vücudu ile muarız olunca, zarurî olarak, merdud ve matrud oldu..
***
Yerinde olur ki; Güzel tekabül, ademden öğrenile.. Vücuda ademiyetle mukabele etti; kemale noksanlıkla mukabele etti. izzetten ve celâlden bir taraf aldığından dahi, züllü ve inkisarı ile zuhur etti.
İblis'e gelince.. kendisinde bulunan temerrüd ve tekebbür .sebebi ile, ademin bütün kabahatini kendine çekmek istedi. Tahayyül etti ki: Artık ademde, hayırdan başka bir şey kalmamıştır. Evet.. hayır olmayınca da, hayrın aynası ve mazharı olmak mümkün değildir. Zira:
? Sultanın ihsanını ancak, onun taşıyıcıları çekebilir.. Meseli, meşhur bir sözdür.
Şu da, bilinen bir şeydir ki: iblis bu yüce makamda bulunuyordu. Temizlikçi olarak, bütünün çöplerini başında taşıyordu; yabancıları atıyordu. Ne zaman ki, bu hizlanda kalan iblis, büyüklük ve üstünlük yolundan gelip nazarında hayırlı olduğunu ortaya attı; işte o zaman ameli boşa gidip ecirden de mahrum oldu..
? «Dünyayı da âhireti de kaybetti..» (22/11)
Manasına gelen âyet-i kerime onun halini gösterir. Hakikatte böyle..
Ne var ki, adem böyle değildir. Zira o: Zatî olan şerrin, noksanın, bir şey olmamanın bulunmasına rağmen, mahrumiyetten çıktı; Hazret-i Vücuda ayna olmak şerefine erişti..
***
Burada şöyle bir soru çıkabilir:
? İblis'te şerrin çokluğu nereden neş'et etti?. Halbuki, adem ötesinde vücud vardır; ona şer dokunmamıştır.
Bunun için şu cevabı verebilirim:
? Adem, vücudun aynası, hayrın ve kemalin mazharı olduğu gibi; vücud dahi aynı şekilde ademin aynası, şerrin ve noksanın aynasıdır. İblis'e ?aleyhillâne? gelince.. adem canibinde, şerrin yeri olan ademden şerri aldığı gibi; vücud aynasında zuhura gelen vücud canibindeki mevhum habaseti dahi ademe mazhariyeti ve aynalığı cihetinden almıştır. Böylece, her iki tarafın da zatî, arazî, aslî, zıllî şerhini yüklenmiştir. Artık zarurî olarak, şerre müşabih vücud malihulyası onu ademiyetten ve bir şey olamamaktan mahrum etmiştir; ki bunlar, adem için iyi sıfatlar arasında sayılır. Böylelikle, vücud canibindeki şer, ademe aynalığından ötürü onun nasibi olduğundan, zarurî olarak, kendisini ebedî hüsrana götürdü.
? «Rabbimiz, bize hidayet ettikten sonra, kalblerimizi kaydırma. Katından bize rahmet hibe eyle. Çünkü sen; hibesi en bol olansın.» (3/8)
Hüdaya ittiba edenlere, mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara selâm. Ona ve âline salâtın en tamamı; selâmların ekmeli olsun.
***