Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979
444.Mektup
- Ayrıntılar
- Kategori: Mektubat-ı Rabbani
- Gösterim: 4108
444. MEKTUP
MEVZUU: a) Hatıratın (gönüle gelenlerin) çokluğu, vuslat sebeplerinden olması, ancak tecelli miktarına göredir cümlesinin beyanı.
b) Kesret-i vehmiye hakikatinin tahkiki.
Ve bu münasebetle bazı hususların beyanı.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.
bu mektubu, Molla Maksud'a yazmıştır.
***
Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına da selâm.
***
Yazmışsınız ki:
-Tarikat seyrini devam ettiren biri; tarikatı bilen birine hatıratın (gönüle gelenlerin) hücumundan şikâyet etmiş. Bu babda aldığı cevap şu olmuş:
-Matlub zatın ihatası ve şümulü, "Onun, her şeyi ihatası vardır. (Ve hüve bi külli şey'in muhit)"(41/54) ayetindeki mana hükmüne göre olduğundan; yerinde olur ki, hatırat vuslat sebepleri arasında sayıla, ayıklık icapları arasında değil. Müşahede kapıları açık kılınıp gaflet pencereleri de kapana...
Üstte anlatılan kelâm, suri tecelli hasebi ile doğrudur. Ki bu suri tecelli, bu tarikatın mukaddimelerinden bir mukaddimedir. Her ne kadar bu makamda vuslat var ise de, hakikatta o, fasıl olmaktadır. Amma bu suret itibarı iledir. Eğer orada olan müşahede ise, isterse o vuku bulmaktan uzak olsun. Bu dahi suret mülâhazası iledir.
Bu tecelli, bu Tarikat-ı Aliyye büyükleri katında itibar makamından düşmektedir. Zira, onda haklı ve batıl birbirine karışmış durumdadır. Kaldı ki, bu işten, Hind Fakirleri ile Yunan feylesofları haberdardır. O tecellinin ilimleri ve marifetleri ile onlar da hazırlanıp lezzet alırlar.
Netice söz şu ki:
Bu devletin husulü, kalbin safası yolundan gelmektedir; batıl olana da, nefsin safası yolundan gelmektedir. Hiç şüphe edilmeye ki o, hidayete götürürken; öbürü de, dalâlete çeker. Lâkin, her ikisi de suret esaretinde olup, manadan haberleri yoktur.
Bir şiir:
Suretperest gafil ne
anlar manadan;
Bir de, başka söz eden
camal canandan...
Ne var ki, haklı olanda suret esaretinden necat ihtimali vardır. Batıl olan ise, surete saplanıp gider. Çünkü enbiyanın şeriatına iltizam etmeden suret esaretinden halâs olmak muhal iştir.
Sonra, suri tecelli, ilim dairesine dahildir. Lâkin ona hal ve zevk aydınlık kattığı için hal gibi görünmektedir.
Bundan başka suri tecellide müşahede edilen kesrettir; lâkin vahdet mazhariyeti unvanı ile... Kesret müşahedesi ise, her ne nam altında olursa olsun, vebal içinde vebaldir.
Şu yerinde olur ki, batın nazarında kesret ve onun müşahedesinden yana, ne gam kala ne de nişan. Hakiki vahidden başka müşahede edilen asla kalmamalıdır. Ta ki, bu Tarikat-ı Aliyye'de ilk adım olan fena müyesser ola... Zira, fena, Sübhan Hakkın masivasını unutmak ve batında onun zevalidir. Bu yerde, kesrete mecal nereden olsun? Orada, kesretin müşahedesi nereden olsun?
-Hatırat, vuslat sebeplerinden olup müşahede kapılarıdır diyenin sözüne gelince:
Bu vuslattan ve müşahededen murad; suri olan vuslat ve müşahededir. Ki bunlar, uzaklığın ve ayrılığın kendisidir. Zira, bu taife-i aliyye katında muteber olan vuslat, ancak fenafillah sonunda hâsıl olan bekabillah makamındadır. Hem de, yüce Hakkın masivasını unutarak.
Hatıraların varlığı bu devletin husulüne menfi manada tesir eder. Vesvesenin husulü dahi, bu dereceye çıkmaya manidir.
Fena makamı ki, bu vuslatın dehlizidir; hatıraların yok olması o şekilde olur ki, masivayı unutmanın kendisine hasıl olması sebebi ile; eşya hatırlamak için, kendisine zorlansa dahi hatırlayamaz.
Yazmışsınız ki:
-Onun her şey üstüne ihatası vardır. (Ve hüve âlâ külli şey'in muhit)
Amma, ihata beyanı bu ibare ile gelmiştir. Bu cümle dogmacıların (müvellidinin) kelâmına benzer. Zira ihatanın:
-Ala... (üstüne veya üzerine...) edatı üzerine tadiye olarak gelmesi, çoğunlukla Acem kelâmında vukubulmuştur. Arabi fasih ibarede bilinen, ihatanın tadiye olarak gelmesi:
-Ba... harfi iledir. Nitekim, bu manada, Allahu Teala, şöyle buyurdu:
"Allah her şeyi ihata etmiştir."(41/54)
Zahir mana odur ki, o cümlenin Kur'an'dan olduğunu tahayyül ettirmek için, bir şahid olarak getirilmiştir. Halbuki, hiç de öyle değildir. Zira, b u mananın beyanı, bir başka ibare ile gelmiştir. Nitekim, yukarıda anlatıldı.
***
Yine yazmışsınız:
-Vehmi kesret ve itibari taaddüd, o şekilde teraküm etmiştir ki; ulemanın pek çoğu, taaddüd-ü vücud tevehhümü ile galata düşmüştür, iç yerine kabukla yetinmişlerdir.
Bilesin ki,
Kesret ve taaddüd, vehmi ve itibari olsa dahi, yüce Hakkın yaratması ile, sağlam ve kuvvetli olarak zuhur edip geldiğinden, dünya ve ahiret muameleleri onları bağışlamıştır. Harici eserler dahi onlar üzerine tertip edilmiştir. Onların kalkması da memnu bulunmaktadır. İsterse vehim ve itibar kalkmış olsun.
Çünkü Muhbir-i Sadık Resulullah (sav) Efendimizin haber verdiği daimi olan ahiret azabı ve sevabı kesrete bırakılıp taaddüde bağlanmıştır. Kesretin ve taaddüdün kalkmasına hükmetmek, ilhada ve zındıklığa girmektir. Allahu Teala, bizi böyle şeylerden korusun.
Sofiye ve ulema, hep birden bu kesretin sübutuna ve taaddüdün devamına kail bulunmaktadırlar. Daimi olan ahiret muamelelerini de onlara bağlı görmektedirler.
Amma, sofiye şühudunda bu kesretin şanı urucu vaktinde irtifa olduğundan; onu, vehmi ve itibari olarak bulmaktadırlar. Müşahedede kalkmasına rağmen, işin aslında kalkmadığından ötürü de, ulema onun mevcud olduğuna kail olmaktadır.
Mana, üstte anlatıldığı gibi olduğundan, her iki tarafın nizaı da, lâfza dönük bulunmaktadır. Yani manada ittifak olduktan sonra...
Her fırka, kendi vicdanının (buluşunun) ölçüsüne göre hüküm vermektedir.
Sofiye, şühuda bağlı irtifa mülâhazası sebebi ile, şühuda itibar edip vehmi ve itibari olarak hükmetmişlerdir.
Ulema ise, işin aslında onun sübutunu ve istikrarını mülahaza ile varlığına kail olmuştur.
Bunlardan her birinin bir tevil yönü vardır.
Fakir, bu manayı, mektuplarında ve risalelerinde tafsilatı ile beyan etmiştir. Her iki fırkanın nizamı lâfza getirmiştir. Eğer bunda gizli bir yan kalır ise, o yazılanlara müracaat edilmesi yerinde olur.
Ulemanın görüşü, doğru olmaya daha yakındır. Zira, izin aslına mutabıktır.
Sofiyenin görüşü ise, halin galebesi ve sekir itibarı iledir.
Görmez misin ki, yıldızlar, işin aslında sabit olmalarına rağmen gündüzleri gizlenir. Müşahedeye kapalı olsa dahi, durum budur. Hüküm: Yıldızların sübutuna olması, onların görülmeyişi mülahaza ile yokluğuna olmasından; doğru olmaya daha yakındır.
Ulemanın, kesretin varlığına kail olmasındaki maksadı, şeriatın bekasıdır. Ki, o şeriatın binası da taaddüd üzerine kurulmuştur. Şeriat sahibinin vaadinin ve vaadinin (çekindirmesinin) icrası da, kesret olmadan tasavvur edilemez.
Sofiye anlatılan manayı itiraf etmektedirler. İsterse, onu şeriata tekellüfle tatbik etsinler.
Ulemanın kail olduğu mana ise, tekellüfsüz olarak doğrudur; hiçbir tevil yolu aranmadan tatbik edilir. Bunda ne bir leke vardır; ne de sıkıntı. Kaldı ki bunlar müstakil, kendi başına bir varlık isbat etmemektedirler ki; söz götürsün ve Vacip Teala'ya da ortak durumu alsın... Bunların isbatı, ancak zaif, ısmarlama, başkasından alınan emanet bir vücuddur. Bu işte, ulemaya hata bulmak, nasıl caiz olur? Zira onlar, din büyükleridir. Bu sebeple onlara galat nisbeti yapmak, galatın katıksızıdır.
Biz acizlere, oyalanıp duranlara gelince, dini ve şeriatı ulemadan almışız. Mezhebi ve yolu onların bereketinden faydalanıp bulmuşuz. Eğer onlara taan yeri olsa, dinden ve şeriattan itimad kalkar. Bu manadan olarak
demişlerdir ki:
-Selef-i salihine taan eden, dalâlete düşen bid'atçıdır.
Böylece, taan etmeyi dinde dalâlate saplanıp şekke düşmek saydılar. Onun batıl olduğuna da hükmetmişlerdir.
***
Sonra, şunu da yazmışsınız:
-Onlar iç yerine kabukla yetinmişlerdir.
Bu durumda, sizin durumunuz ona benzer ki, suretleri iç tahayyül etmişsiniz; tenzihi dahi kabuk.
Zira, ulemanın daveti ve dalâleti tenzihedir; suri tecelli sahibinin müşahedesi ve matlubu ise, suretler ve şekillerdir. Bu durumda insaf gerek... Bunlardan hangisi içe yapışmakta ve hangisi kabukla aldanıp kalmaktadır.
Ayet-i kerime mealleri:
"Herhalde ya biz veya siz; ya bir hidayet üzereyiz. Yahut açık bir dalâletteyiz."34/24)
"Rabbimiz, bize katından rahmet ver; işimizde bizim için muvaffakiyet hazırta."(18/10)
Evvel ahir selâm...
***