Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979

486.Mektup

486. MEKTUP

MEVZUU : a) Sahib'ül-Füsııs'un (Muhyiddin b. Arabi'nin) zat tecellisi beyanındaki kelâma şerh..

b) Hazret-i Şeyhimize has görüşün tahkiki.. (Bu mektup. Arabi üslupla yazılmış amma, tam değildir; bundan sonraki mektupla tamam olacaktır.)

***

NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu, Hazret-i Mahdumzade Hace Muhammed Masum'a yazmıştır.

***

Allah'a hamd olsun.. Onun seçmiş olduğu kullarına da selâm..

***

Sırrı mukaddes olsun; Şeyh Muhyiddin b. Arabî şöyle dedi:

- Zattan gelen tecelli, ancak kendisine tecelli olanın suretinde olur.. Kendisine tecelli gelen dahi, hakkın aynasında kendi suretinden başkasını görmemiştir.. Hakkı göremez; görmesi de mümkün değildir..

Burada:

- Zatın (hakkın) aynası..

Tabirinden murad, o zatî şandır ki; onun zilli zaid isim olup kendisine tecelli olunanın taayyün mebdeidir.

Zira, zaid isimlerden her birine, mahlukat taayyünlerinden bir taayyün için zat mertebesinde bir asıl vardır. Bu da, öyle bir sandır ki; zatta mücerred itibar olup birçok yerde bunun tahkikini yaptım.

Burada anlatılan:

- Zat..

Tabirinden murad, mutlak zat değildir. Zira, mutlak olan, mukayyede ayna olamaz..

Kendisinde bulunan suret gibi, ayna dahi mukayyed ve o suretin aslına dahi bir asıl olduğuna göre; kendisine tecelli olanın nazarında ayna, kendisinde bulunan suretle tecelli eder.. Ne noksan, ne de ziyade..

Zira, şan tecellisi ve vaki olduğu bu mertebede zuhuru; ancak bu suretle olur ki: Kendisine tecelli gelen dahi o suret üzeredir..

Ancak.. fenası, bu suretle zuhuruna, âleme taallukunun olmayışı, şarttır. Bu da, kendisine tecelli gelenin suret taayyününe mebde olan zilli ismin tavassutu ile olacaktır.

Sonra..

Bu mukaddes ayna, diğer aynalardan ayrıdır. Çünkü, suretin o aynalarda zuhuru; köşelerinden bir köşede bulunmaktadır. Görülenler dahi, hulul ettikleri suretlerin ayniyle zuhur etmezler; zira aralarında mübayenet vardır..

Amma bu mukaddes ayna böyle değildir. Zira, suret oraya hulul etmediği gibi, onun zaviyelerinden bir zaviye dahi hasıl olmamıştır. Çünkü o makamda, haliyet ve mahalliyet yoktur.. (Yani: Hulul etmek ve hulul edilecek yer..) İsterse hissî manada olsun. O mukaddes mertebede bölünme ve parçalanma da yoktur; isterse vehmî manada olsun.. O kadar ki: O mukaddes ayna, külliyeti ile, kendisine tecelli olanın suretini zuhur ettirir.. Mana böyle olunca, o: Hem ayna hem de suret olur.. Kendisine tecelli gelen dahi, hakkın aynasında, kendi suretinden başka görmez.. Bu dahi, zat şanıdır ki: Kendisine tecelli gelenin sureti ile zuhur etmiştir. Ne var ki: Takdisi çeşitte ve tenzihi usulde mutlak hakkı ve has şanı görmemiştir.. Onu öyle görmesi de mümkün değildir.

Üstte anlatılan mana Şeyh'in (Muhyiddin b. Arabi'nin Ks.) görüşüne göredir. Tenzihi rüyetin nefyi; misal ve temessül yolu ile latif, cami ve teşhibe dayalı zuhuratta rüyetin isbatı hakkındadır.. Bu mana da, görüleceği gibi, Allah çalışmalarını şükrana lâyık eylesin; ehl-i sünnet ulemasının ittifak ettiği manaya muhaliftir.. Onların bu babda ittifakları şöyledir:

-Allah-ü Taâlâ'yı dünyada görmek caizdir; amma vaki değildir. Âhirette keyfiyetsiz olarak vardır. Temessül ve misal ile de olmaz..

Bir şiir:

Müminler onu keyfiyetsiz görecekler; İdraksiz ve darb-ı meselsiz erecekler..

Zira, temessül niyeti, keyfiyet rüyetidir.. Sonra..

Rüyet, Yüce Allah için değildir. Elbet rüyet mahlukun rüyeti olup onu; temessül tariki ile icad ve izhar eylemiştir.. Halbuki, Allah-ü Taâlâ, misalin ve temessülün, tevehhümün ve hayalin ötesindedir. Bütün bunlar, Yüce Hakkın mahlukudur.

Asıl şaşılacak durum, büyük irfan sahiplerinden gelmektedir ki: Onlar, tenzihi bırakıp teşbihle, kadimi bırakıp hadisle teselli bulmuşlardır. Bu da, misalle iktifa edip timsale girince olmuştur.

Zannım o ki: Bu maraz tevhide ve ittihada kail olmaları dolayısı kendilerine gelmiştir. Bir de:

- Âlem, Sübhan Hak'tır..

Diye vardıkları kusurlu hüküm ısrarlarından olmuştur.

Üstte anlatılan manadan dolayı, âlem fertlerinden hangi ferdi görmek olursa olsun; onlar katında Yüce Hakkı görmektir. Buna da, aradaki ittihad dolayısı ile kail olurlar.. Bu mana icabı olarak, bazıları şöyle demiştir:

Cemalin, bugün perdesiz zahir olduğu için; Hayretteyim, ferdaya bırakma vadi niçin!.

Meğer ki Şeyh (Muhyiddin b. Arabî Ks.) bu fertler arasından.. has cami bir ferd ola ve anlatılan manayı temessül yolu ile elde etmiş buluna.. Amma, bunun da bir faydası yoktur.

Sırrının kudsiyeti artsın; Şeyh, Kur'an ve hadisi, ulemanın kavillerini çok iyi bildiğinden, rüyet ıtlakına kail olmanın şenaatini anlamıştır. Zira, onların rüyetlerine mutlak manada hüküm vermek, Sübhan Hak için bir rüyettir.

Mana üstte anlatıldığı gibi olmasına rağmen; sekrin ağır basması, tevhid halinin kuvveti dolayısı ile mutlak teşbih darlığından kurtulamamıştır. Tenzih kemalâtının tahsili için de, fariğ bir ferd haline gelememiştir O kadar ki: Sırf tenzih erbabını, kusurlu ve noksan sanıp teşbihciler gibi, Yüce'Hakka hudud çizenler saymıştır. Dolayısı ile sırf tenzihten kaçmıştır. Böylece karar vermiştir ki:

- Kemal, teşbihle tenzih arasını cem etmektir. Birini, diğerinin aynı olduğuna hükmetmek dahi, tahdidi ve takyidi kaldırır.

Şu da sana gizli kalmamalıdır ki; ona göre: Teşbih hariçte yoktur. Ancak, hariçte mevcud olan sırf tenzihtir. Bunlardan biri de, diğerini tahdid etmez; kayd altına almaz. Tıpkı: Haricî olan varlık ve yokluk gibi.. Çünkü: Yokluk, varlığı tahdid etmeyeceği gibi, aksi de olmaz.. Vücud, kendi itlakı ile, ademle beraber olup adem dahi, kendi itlakı ile vücudla beraberdir. Bunlardan biri, diğerini kayd altına almaz..

Şayet adem, vücudu tahdid etseydi; elbette yerinde olurdu ki:

- Kemal, vücudla adem arasını cem etmektedir.. Diye hükmedile.. Biri dahi, diğerinin aynı ola.. Böyle bir şey, açık safsatadır.

Sırf tenzihe kail olmak, Yüce Hakkı sınırlamak olmaz. Anlatılan manada cem dahi, kemal değildir. O kadar ki: Böyle bir şey noksan olup nakısı kâmile ilhak etmektir. Şu husus malumdur ki: Kâmil ve nakıstan terekküb eden, nakıstır.

Gelelim:

- Ayan-ı sabite..

İsmi verilen suretlere.. Bu da, ona göre, ilimde sabittir. Böyle bir şey dahi, haricî mevcudu tahdid etmez ki:

- Ayan-ı sabite ile ilim arasında ittihad ve ayniyet vardır.. Diye bir hükme vanla.. Ancak haricî mevcudu, kendisi gibi bir haricî mevcud tahdid edebilir.. İlmî mevcud ise., haricî mevcudu tahdid edemez; onu sıkıştıramaz.. Zira iki mertebe arasında tebayün vardır

Görmez misin ki., muhal oluşuna hükmetmek için, Yüce Yaratıcının şerikini tasavvur edip ilimde sabit bilmek; o Yüce Yaratıcıya sıkıntı vermeyeceği gibi, haricî mevcud dahi onu ne tahdid eder, ne de kayd altına alır.. Böyle bir şey olmaz ki:

?-Onlar birbirinin aynıdır..

Diye vaki olmayan bir hile yoluna sapılıp definde çare arana..

***

Biz, Şeyh'in (Muhyiddin b. Arabi'nin Ks.) zatî tecelli üzerindeki kelâmına dönelim. Şeyh'in bu tecelliyi anlattıktan sonra, hâsıl-ı kelâmım şöyle anlatabiliriz:

- Bu tecelli, tecellilerin nihayetidir; urucların da sonudur. Bundan sonra, sırf adem vardır. Bunun yukarısına çıkmayı elde etmek ve ötesine ulaşmak için kendini yorma.. Zira, zatî tecellide, bundan daha yüksek derece yoktur..

***

(Bu mektubun devamı ve tamamı bundan sonra gelen 487. mektuptur.)

***

 

Günün Sözü

"Rabb olarak Hz. Allah (c.c.)’ı, dîn olarak İslâm’ı ve peygamber olarak da Hz. Muhammed (s.a.v.)’i seçen kimse îmânın tadını almıştır.” (Hadîs-i Şerif—Müslim)"
Telif Hakkı © 2024 Open Source Matters. Tüm Hakları Saklıdır.
Joomla!, GNU Genel Kamu Lisansı altında dağıtılan özgür bir yazılımdır.