Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979
492.Mektup
- Ayrıntılar
- Kategori: Mektubat-ı Rabbani
- Gösterim: 4204
492. MEKTUP
MEVZUU: Eşyayı, irfan sahibinin mevhub zatına istinad ettirmek.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.
bu mektubu, Hazret-i Mahdumzade Hace Muhammed Masum'a yazmıştır.
***
Bir ayet-i kerime meali:
"Allah'a hamd olsun ki; bunu bize hidayet eyledi. Allah bize hidayet eylemeseydi; kendiliğimizden bunun yolunu bulamazdık. Rabbımızın resulleri gerçeği getirdi."(7/43)
Onlara salât ve selâm olsun.
***
Bilesin ki,
Zillin, aslına doğru sultani bir yolu vardır, ikisi arasında, saman çöpü kadar dahi bir aralık hali yoktur. Eğer ikisi arasında bir hali var ise, bu da, asıldan iraz edip kendi nefsine dönmesidir.
Zil, ancak aslın emanetlerini taşır. Şayet onda bir vücud güzelliği ve kemali var ise, hatta tevabii de, hemen hepsi asıldan istifade yollu gelmiştir. Aslın tavassutu olmadan gelen nasibi ise, herhalde ademdir. Bu dahi, mahza hiçbir şey değildir; mücerred itibardır.
Bu zil, aslını unuttu. Bu unutuşu da, tam manası ile cehaletinden gelmektedir. O emaneti dahi, kendi nefsi tarafından sanmaktadır; böylelikle de, emanete hıyanet etmiş olmaktadır.
Zati çirkinliğe rağmen, kendisini güzel ve kâmil sanmaktadır. Lâkin, onun nefsine ikbali olmasına, aslından irazına rağmen; aslına karşı tabii bir meyli vardır. Bu manayı, ister bilsin; ister bilmesin... Zira mahabbetin taalluk ettiği güzellik ve kemal, aslından gelmektedir; kendisinden değil, çünkü o, ademden ve çirkinlikten başka bir şey değildir ki, kendisine mahabbet taalluk etsin. Nitekim bu mana daha önce de geçti.
Sübhan Allah'ın keremi ile, kendisinden uçup ve enaniyet marazı zail olduğu, kendisinde bulunan cehl-i mürekkepten kurtulduğu, emanetin emanet sahibinden geldiğini itiraf ettiği, kendi nefsine ikbal yerine nefsinden iraz etmek kendisine hasıl olduğu; aslından iraz yerine de ikbale geçtiği zaman eli ile saadet ipine yapışmış olur. Asla vusul babında dahi, kendisinde bir ümit peydah olur. Bu babda netice mana şu ki:
Alem, vacibiyet isimlerinin ve sıfatlarının zılâli olduğuna göre; o zıiâlin asılları o isimler ve sıfatlardır. Bu zılâl dahi, esma ve sıfat asılları ile kaim olan arazlardır. Alemle bunlar arasında bir cevher yoktur ki, onunla kaim bulunsun.
-Yalancı bazen doğru söyler hükmüne göre, Mutezile'den Nizam bu sırra muttali olup demiştir ki:
-Alem, tamamı ile arazlardan ibarettir; onun kaim olacağı bir cevher yoktur.
Ne var ki, bu arazların kendi kendilerine kaim olduklarına kail olmak sureti ile hataya düşmüş ve onların kaim oldukları asıllardan yana gafil kalmıştır.
Sofiyeden Şeyh Muhyiddin b. Arabi ise, sırrı mukaddes olsun:
-Alem, bir araya gelen arazlardan ibarettir demiştir. Ve onların kıyamını, asılları olan esma ve sıfat ile değil; yüce Allah'ın zatı ile eylemiştir.
Keşke bileydim: Vücihlerden ve itibarlardan mücerred olan zat ile kıyamın manası nedir? Burada kıyamın manası, naitin men'ut ile ihtisasından başka değildir. Bu durumda ne naat vardır; ne de kıyam. Sonra kıyam dahi, taayyün eden vecihler ve itibarlar cümlesindendir. Dolayısı ile, bu mukaddes mertebe onun isbatına mana yoktur.
Alem fertleri, isimlerin ve sıfatların zılâli olduğuna göre; hiç şüphe edilmeye ki, onların vusulü, asılları olan isimlere ve sıfatlara olacaktır. Bu durumda alem, asılların aslına ulaşsa dahi; mücerred mukaddes Zat'ta nihayet bulamaz. Onu geçmeye de gücü yetmez. Orada asalet için de yer yoktur. Zira, orada her şeyden yana bir gına vardır. Orada ne isim, ne sıfat, ne şan, ne de itibar vardır.
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca, mukaddes Zat mertebesinden, alem için mahrumiyetten başka nasip yoktur. Orada vaslın ve ittisalin mecali yoktur.
Lâkin, Sübhan Allah'ın âdeti öyle cereyan etmiştir ki, aradan geçen uzun asırlardan ve uzun zamanlardan sonra; merhametinin ve şefkatinin kemalinden, tam manası ile fenadan ve ekmel manada bekadan sonra bir devlet sahibine pek mukaddes Zat'tan bir örnek vere... Daha önce onun aslı esma ve sıfat iken, bu vergiden sonra, o örnek ile kaim olur. Daha önceki arazların nihayeti dahi burada son bulur. Onun hakkında nimet dahi tamam olur.
İşte ben burada öyle bir kelâm ediyorum ki, bunu dikkatle dinlemek gerek.
O hibe edilen zat ile kıyam, anlatılan irfan sahibine mahsus değildir. Elbette, bir araya gelen arazlardan ibaret olan alem fertlerinin kıyamı daha önce isimler ve sıfatlarla olduğu halde, şimdi o hibe edilen zata merbut kılınmıştır. Böylelikle her şey, o hibe edilen zatta kaim olmuştur.
Bir şiir:
Ne zorluğu olur yüce
Allah'a;
Sığdırırsa alemi bir
varlığa...
İnsan hilâfetinin sırrı
burada tahakkuk etmektedir. Ki o hilâfet hakkında şu ayet-i kerime gelmiştir:
"Gerçekten ben,
yerde bir halife kılacağım..."(2/30)
Ayrıca:
"Allahu Teala, Adem'i kendi sureti üzerine yarattı" manasına gelen hadis-i şerifin hakikati dahi, vuzuha kavuşmuş olur.
Burada:
-Pek mukaddes Zat'tan bir örnek verilir, deyişim dahi, ibare meydanının darlığındandır. Halbuki, orada örnek mecali nereden olsun. Onun suretini ne zuhura getirebilir!.. Sonra orada suret mecali nasıl olsun!
Şunun da bilinmesi yerinde olur ki,
Anlatıldığı manada bir irfan sahibi, bir asırda müteaddid olmaz. O, uzun asırlardan sonra geldiğine göre, bir asırda onun müteaddid olması nasıl tasavvur edilir!.. Böyle bir devletin zuhuruna bir müddet tayin edecek olsak, onu tasdik edecek olan azdan daha azdır.
Bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, bize katından rahmet ver. Bizim için, işimizde muvaffakiyet hazırla..."(8/10)
Şunun da bilinmesi yerinde olur:
O zat ki, irfan sahibi onunla beka bulmak şerefine nail olmuştur; bu hibe edilen bir zat olup lâkeyfidir. İş bu zat, bütün vecihlerin ve itibarların ötesinde bulunmaktadır.
O zat ki, kendisine lâkeyfi manadan bir nasip gelmiştir; lâkeyfi olan mücerred zata onun için bir sultani yol vardır. O hibe edilen zat ise, o irfan sahibinin künhüdür. Künh ise, bütün vecihlerin ve itibarların ötesinden ibarettir. Bu zat dahi, bütün itibarların ötesindedir.
Diğer alem fertlerinin künhü yoktur. Onların bütün vücudları, vecihler ve itibarlardır, itibarların ötesinde onların zatı yoktur ki, onlara bir künh içni kail olunsun. Onların ki künhü yoktur; aslın künhünden yana nasıl nasipleri olur.
O kimse ki, künhe yolu vardır; künh odur. Künh ile vechin ne münasebeti olabilir!.. Künh, künh ile aynı hizada gibidir. Vecih ise, künhten inhiraf etmiştir; künhe nasıl ulaşabilir!.. Bu durumda, onun hareketi ve seyri ne kadar çok olur ise... o kadar künhten uzak düşer...
Bir şiir:
Ey Arabi, yüce Kâ'be'ye varmadan kalırsın;
Bu girdiğin yoldan ancak Türkistan'a varırsın... -Yukarıdaki cümlede geçen:
-Künh, künh ile aynı hizada gibidir tabiri, ibare mecalinin darlığından söylenmiştir. Yoksa, o makamda, nasıl hiza tasavvur edilebilir.
Ne var ki, hiza ıtlakı mecaz yolludur. Bu dahi, anlatılan o lâkeyfi manayı, misali keyfi surette temsil yollu anlatmak içindir:
"Rabbimiz, unuttuk veya yanıldıysak, bizi muaheze eyleme."(2/286)
Şimdi dinle...
Bir araya gelen arazlardan ibaret olan, alem fertlerine o irfan sahibinin hib edilen zatı ile kıyam hasıl olduğuna göre; -ki bu daha önce de anlatıl
di- onlara pek mukaddes şanı yüce Zat ile dahi bir bağlantı hasıl olur. Amma bu anlatılan irfan sahibinin tavassutu ile olacaktır. Ayrıca, anlatılan mana cihetinden, onlara o mukaddes mertebeden dahi bir nasip gelir. Zira onların zatı, bu irfan sahibinin zatının aynıdır. O zatların tavassutu ile, kendilerine lâkeyfi zat ile lâkeyfi bir irtibat hasıl olmuş gibidir. Bununla beraber, onların intisabı, o irfan sahibinin tavassutu ile pek mukaddes Zatadır. Zira, hakikatta, o zat irfan sahibinin zatıdır.
Duyulmamış bir kelâmı dinle... Hemen helkesin, o pek mukaddes Zat'a bizatihi intisabı vardır. O mukaddes mertebeye dahi, lâkeyfi manada asaleten vusulü vardır. O mukaddes mertebeden feyizleri ve bereketleri almak için de, bir istiklâli vardır. Bu durumda, vasıtalar ve tavassut araya girmez. Ancak bu tavassut ve vasıtalar, o mukaddes mertebenin dışındadır. O münezzeh mertebeye vasıl olanlardan herkese dahi; asalet yollu, istidadı kadar nasip vardır.
Bütünüyle işlerin hakikatlerini en iyi bilen Sübhan Allah'tır.
Hüdaya ittiba edenlere selâm.
***