Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979
526.Mektup
- Ayrıntılar
- Kategori: Mektubat-ı Rabbani
- Gösterim: 4385
526. MEKTUP
MEVZUU: a) Vacip Teala'nın sıfatlarının tahkiki.
b) Yüce Allah'ın, kemalâtına ilminin taalluk keyfiyeti.
c) Mana için, aynen kıyamın lâzım olduğu; lâkin mahal isbatında ona ihtiyaç duyulmadığı.
d) Taayyün-ü vücudinin beyanı.
e) Metbu olan enbiyanın tabi olan enbiyanın, melâike-i kiramın taayyünat mebdeleri. Enbiyaya ve onlara salât ve selâm olsun.
f) Enbiyanın, avam müminlerin, küffarın, uhrevi hayat mevcudatının taayyünat mebdeleri.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.
bu mektubu, Muhammed Haşim Kişemi'ye yazmıştır.
***
O sıfatlar ki, Hazret-i Zat mertebesinde isbat edilmektedir; bu isbattan, taayyün ve tenezzül meydana gelmez. Yani o yüce mukaddes Hazret-i Zat'ta... Birinci mertebenin ötesinde, bir başka mertebe de sabit olamaz. Hiçbir şekilde, ondan infikhaki dahi tasavvur edilemez. İkinci mertebe tahakkuk etmedikçe, hiçbir şekilde taayyün ve tenezzül tasavvur edilemez. Hazret-i Zat ve sıfatlar, bir mertebede gibidir. Ziyade varlığına rağmen, sıfatlar, yüce mukaddes Zat'ın aynı gibidir.
Bu sıfatlar, Hazret-i Zat'ta her ne kadar kemalâtın tafsili iseler de; bunların hükmü-sair icmal ve tafsil hükmünden imtiyazlıdır. Zira icmal, o mertebe olur ki, orada tafsil bulunmaya... Hatta tafsil mertebesi, icmal mertebesinden aşağıdır. Halbuki bu mana, O hazrette (makamda) yoktur.
Çünkü orada tafsil, icmal mertebesinin aynınadır. İş bu anlatılan marifet, akıl tavrının dışındadır. Buna, ancak keşfi nazarla erilir.
O mertebede, bu sıfatlara taalluk eden Vacib ilmi, kendi Zatına olan ilmi gibidir. Zatına derc edilen kemalâta olan ilme ise, huzuri ilimdir.
Ve bu sıfatlar, ziyadeliklerine rağmen; alimin aynıdır. Bu ikisinin huzuru ise, (galiba sıfatları ve zatı anlatmak istiyor) alimin kendi huzuru gibidir. Her ikisinin de zat makamındaki ittihadından dolayı, sofiyeden büyük bir topluluk; sıfatlar için, zatın aynı olduğuna kail olmuşlardır. Sıfatların ziyadeliğini de inkâr etmişlerdir. Bu arada:
-O değildir, sözünü men edip: .
-Onun gayrı değildir, sözü isbat edile. Amma:
-O değildir, manasının tasdiki ile beraber. Ziyadeliğin varlığına rağmen; gayriyet dahi selb edilmelidir (yani yabancılık, başkalık aradan çıkarılmalıdır.) Bu anlatılan manadaki kemal, enbiya ilimlerine muvafıktır. Fırka-i naciyenin görüşlerine dahi mutabıktır. Yani ehl-i sünnet ve'l-cemaatın... Allah onların çalışmalarını şükrana lâyık eylesin.
***
Şu hususun da bilinmesi gerekir.
Hazret-i Zat'a ve mukaddes sıfatlara taalluku olan mertebedeki zati inkişaf, huzuri ilim kabilindendir. Zira, mukaddes sıfatlar için dahi Hazret-i Zat hükmü vardır. Bu mana daha önce de anlatıldı.
Üstte:
-Huzuri ilim kabilindendir dedim. Bunu ancak şu manadan ötürü dedim:
-Huzuri ilim, alimin kendisinden ibarettir. Sıfatlar dahi, alimin aynı olmamıştır. Bunun içinde yerinde olur ki; onun ilmi, huzuri ilim olmaya... Lâkin onlardan (yani sıfatlardan) suret ayrılmadığına ve kendilerinin huzuru dahi var olduğuna göre, onların ilmi huzuri ilim kabilindendir.
Sıfat ilmine taalluk eden inkişaf dahi, husuli ilim kabilindendir. Burada:
-Husuli ilim kabilindendir demem, ancak şunun içindir ki; husuli ilim, akılda malumdan hasıl olan suretten ibarettir. Bu manadan, Fakir'e tahkikle inkişaf eden şudur ki:
Yüce Sultan Vacib Teala'nın ilminde, eşyadan hiçbir şeyin suretinin nakşolması yoktur. Yüce Hakkın ilmi, malumat suretlerinden hiçbir suretin mahalli değildir. Yüce Alim'in Zatında suret husulü nasıl tasavvur edilebilir ki? Elbette, Sübhan Allah'ın ilminin maluma taalluku vardır. Onun yüce Allah'a inkişafı ise, ilimde, malumdan yana bir suret sabit olmadandır. İlim makamı dahi, nakışlardan hali olup ilmi suretlerden yana da saftır. Mana böyle iken, "Yüce Allah'ın ilminden: Bir zerre daha kaçamaz; ne yerde, ne de semada."(Yunus suresi, 61. ayet)
Lâkin, keşf olan bir başka mana dahi şudur ki: Yüce Hakkın ilmi maluma taalluk ettiği zaman, bu taalluk sebebi ile, yüce Hakkın ilmi ile kaim olan suret ondan gider. Amma ilimde hulul ve husulden yana bir şey hüdus etmeden. Vakta ki, ilimden taalluk sebebiyle suret ayrılır; ilimle, hatta alimle kaim olur; böylece onun, husuli ilmin kabilinden olması sahih olur.
İlim sıfatı, yüce Hakkın Zatında münderici olan kemalâta taalluk ettiği zaman, bu taallukla o kemalâttan ilmi suretleri çıkarıp ilimle kaim olur. isterse onun (sıfatın) hululü ve husulü ilimde sabit olmasın.
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
-Bu ilmi suretler için, ilim sıfatı ile kıyam isbat eyledin. Lâkin, bu suretlerin sübut mahalli nedir bilinmedi? Çünkü mana için, aynı ile kıyam gerekli olduğu gibi, onun için aynın mahalliyeti dahi gereklidir.
Bunun için şu cevabı veririm:
-Evet, ayn ile kıyam, manaya elbette lâzımdır; lâkin, onun için mahal isbatına hacet yoktur. Zira, mana için, mahal isbatından maksad, ancak onun kıyamına isbattır; kıyam üzerine zait bir iş değildir.
Şayet, o ilmi suretlere zılâl gibi olan mücerred cevherler hakkında denirse:
-O suretler, o cevherlerin taayyünat mebde'leridir. Bunlar için mekân ve mahal sabit olmamıştır; hatta buna hacet de yoktur.
Bundan şaşılacak bir mana çıkmaz. Yani o mücerret suretlerin asılları için bir mahal olmaz ise...
Sakın ha, olmaya ki, bu ilmi suretleri, başkası ile (yani gayr ile) kaim olan arazlar gibi tasavvur edesin. Bu durumda, onlara olan isbat mahallinde seni vehme düşürür. Yani araz ile kıyas sonunda...
Çünkü bu ilmi suretler, arazların kaim olduğu cevherlerin asıllarıdır. Hatta, onların taayyünat mebde'leridir. Böyle olunca, onlar arazlarla nasıl kıyas edilir?
Hatta arazlar hakkında şöyle deriz:
-Onlara mahal isbatından maksad, ancak mahal ile kıyamlarını isbattır; müstakillen maksad olan, mahal değildir.
Bu mananın bir tahkiki de şöyledir:
Bu ilmi suretler, vücup mertebesinde olmaktadırlar ki, orada mahal ve mekân mecali yoktur. Orada kıyamın dışında bir şey de tasavvur edilemez. Sübhan Hakkın hakiki sıfatlarına bakmaz mısın? Bunlar pek mukaddes Hazret-i Zat'ı ile kaimdirler; amma ne haliyet vardır, ne de mahalliyet. Sübut için:
-Harici ve zihni diye anlattıkları manaya gelince: Ancak, imkân mertebesinde sübut bunlara dayanır. O yüce Hazret'te ne ilmin mecali vardır; ne de haricin. Orada ki vücud mecali yoktur; bu vücudun aksamasından sayılan zihni ve harici mananın mecali nasıl olsun? Vücud için, orada ilmin ve haricin zarfiyeti nasıl tasavvur edilir?
Bu ilmi suretler, ilim sıfatı ile kaimdir; ilmi ve harici sübuttan yana bir şey de orada tahakkuk edemez. Hatta ilmi ve harici vücudun onun üzerine gelmesi; imkân sıfatlarından ve hudüs nişanlarından olduğu için ona ardır. Zira onlara göre her mümkin, hadistir. (Sonradan yaratılan mahluktur). Vücud, her ne kadar imkân mertebesinde sabit olsa dahi; o vücud için, ilim ve hariç zarfiyeti tesbit edilmemiştir. Çünkü orada zarfiyetin ve mazrufiyetin mecali yoktur.
***
Şimdi anlatılacaklar iyi dinle:
Malumun sureti, ilmin kendisinden ibarettir. Onun ilimde hululünün ve husulünün manası ne oluyor?
Sofiye-i aliyyeden müteahhirin zatlar demiştir ki:
-İlmi suretler, ayan-ı sabiteden ve mümkinatın hakikatlerinden ibarettir.
Bunların sübutu ise, yalnız ilimdedir, ilmin haricinde ise, ona vücuddan yana bir koku ulaşmamıştır. Ne var ki, o ilmi suretlerin akisleri, hariçte kendisinden başka mevcud olmayan vücudun zahiri aynasına vurunca, onun zahirde mevcud olduğu vehmini vermiştir.
Nitekim, suret bir aynaya aksettiği zaman; onun aynada olduğu tevehhüm edilir.
Keşke hileydim; bu büyüklerin muradı nedir ve suretlerin ilimde husulü manası nedir?
Şahidde (yani açıkta, görünürde) ancak ilmin kendisi vardır. Gaibde ise, yüce Hakkın ezeli kadim, basit (bağımsız, yaygın) vahdani ilmi vardır. Bu ilim, çokça malumata taalluk ettiğinden, bu taalluktan, müteaddid suretler husule gelmiştir. Hem de o malumatı ayırd ederek... Amma onların hulul ve husulünü, o ezeli ilimde sabit eylemeden.
Müteaddid suretlerin onda husulü nasıl olabilir ki? Zira böyle bir şey, parçalanmayı ve mahallin bölünmesini gerektirir. Ve orada, bir şey diğer bir şeyin başkası sayılır. Böyle bir şeyin oluşu dahi, ezeli kıdeme münafi bir terkibi icap eder.
Şaşılacak bir durumdur ki:
Akıl erbabı, malumdan hasıl olan sureti, zihinde isbat eylediler. Bunun da, ilimde değil; zihinde hululüne itikad ettiler. Zira, o suret, onlara göre ilmin aynıdır; ilimde bir halet değildir.
Müteahhirin sofiyenin ibarelerinden anlaşılan odur ki; ilimde hasıl olan o suret:
-Vücudun batını dedikleridir.
En iyi bilen Sübhan Allah'tır.
***
Şunun bilinmesi gerekir ki,
Yüce Hakkın Zati. kemalâtı ile, ilim sıfatının taallukundan sabit olan o ilmi suretler için; keşfi nazarda parladığına göre, onlara hayat ve ilim vardır. Ona dere edilen kemalâta nisbetle, huzuri ilme münasip inkişaf onun için de sabittir.
Bu bahsin tahkiki tafsilatı ile bir mektupta beyan edilmiştir. Bu marifetin garabetinden yana bir gizli yan kalırsa, keşfe ve tefsire ihtiyaç duyulursa, oraya müracaat edilsin.
***
Üstteki beyandan vuzuha kavuştu ki:
Yüce Hakkın pek mukaddes Zatı ve mukaddes sıfatlan bir mertebededir. O makamda, sıfatların vücudunun, zat vücudu üzerine zaid olduklarından dolayı da; asla bir taayyün ve tenezzül meydana gelmemiştir.
Şimdi bilesin ki,
Sıfatlarla bir Hazret-i Zat mertebesi olan bu mukaddes mertebe için; ikinci mertebede ilk zuhur vardır. Amma bir tağyir ve tebdil olmadan. Bu dahi Fakir'in katında, keşif ve şühud üzere sırf hayır olan Hazret-i Vücuddur. Sırf kemaldir. Bu mana icabı olarak; bu mukaddes mertebeye bir ilim taalluk edip daha önce anlatıldığı gibi; onun kemalâtından alacak olsa, o makamdan ilk alacağı şey, Hazret-i Vücuddur. Diğer kemalât ise, bunun tevabiidir.
Üstte anlatılan mana icabı olarak; sofiyeden büyük bir cemaat ve diğerleri sanmışlardır ki, o vücud, zatın aynıdır. Vücud taayyününü dahi, lataayyün zannetmişlerdir.
Bu manadaki pek ileri taayyün; ilmin ve haricin ötesindedir. Nitekim, bu mananın tahkiki, müteaddid yerlerde yapılmıştır.
Bu Hazret-i Vücud, zata ve sıfata bağlı kemalâtı zılliyet yolu ile camidir. Amma icmal olarak. Bu mertebe-i camia-i icmaliyenin tafsili de vardır. Bunun için de şöyle demek mümkündür:
-İkinci taayyün...
Tafsil mertebesinde ilk zuhur eden, hayat sıfatı olup bütün sıfatların anasıdır. Bu zuhur eden hayat sıfatı, yüce Hazret-i Zat mertebesinde bulunan hayat sıfatının zilli gibidir.
-Ne odur, ne de gayrıdır manası, onun hakkında doğru olup bu zil hakkında değildir. Zira o, Hazret-i Zat mertebesi ötesinde zuhur ettiği zaman:
-Gayrı değildir manası, onun için elbette sabit olamaz. Elbette o, gayriyet damgası ile damgalanmış olur.
Hayat sıfatından sonra, ilim sıfatı gelir. Amma zılliyet yolu ile. Hayat sıfatında anlatıldığı gibi.
Bu sıfat, bütün sıfatları camidir.
Kudret, irade ve diğer sıfatlar; müstakil olmalarına rağmen, bunun için cüz gibidirler. Çünkü, bu sıfatın Hazret-i Zat ile bir nevi ittihadı vardır. Bu ittihad ondan başkasına (veya ikisinden, yani hayat ve ilim sıfatından başkasına) yoktur.
Çünkü huzuri ilim suretinde, alim ve malum ittihadı vardır. Halbuki kudret, kadir ve makdur ile ittihad etmemiştir. Bu ittihad, keza iradede dahi yoktur. Ki bu irade iki makdurdan birinin tahsisidir.
Üstteki kıyas devam ettirebilir (yani kalan diğer sıfatlarda.)
***
Bu Fakir'e göre, Halil'in taayyün mebdei, taayyün-ü evveldir. Bu da, vücudi taayyündür. Resulullah Efendimize ve ona salât, selâm.
Cüzlerinin en şereflisi olan bu taayyünün merkezi dahi, Hatemü'r-rüsül Resulullah (sav) Efendimizin taayyün mebdeidir. Amma asaleten. Ona ve âline salât, selâm.
Bu bahsin tahkiki, bir mektupla tafsilatı ile anlatılmıştır.
Halil'in (as) velayeti, Velâyet-i İsrafiliye olduğundan; İsrafıl'in taayyün mebdei dahi, elbette bu taayyün-ü vücudidir.
Asaleten, her nebinin ve resulün taayyün mebdei dahi, bu taayyün-ü evvel-i vücudi (bu ilk vücudi taayyün) hisselerinden bir hissedir.
Şayet ümmetlerden bir şahsın, enbiyaya mütabaatı bereketi ile bu vücudi taayyünden bir nasibi olur ise, o taayyün hisselerinden bir hisse, yahut noktalarından bir nokta olur ise, yani onun taayyün mebdei bu dahi caizdir. Hatta vakidir. Bu taayyünde, taayyün mebdei olmadıkça Hazret-i Zat'a vusul mecali olmaz. Yani asaleten.
Meleklerin taayyünlerinin mebde'lerine gelince... -ki bunlar Hazret-i Zat'ın yakınlarıdır-... Bu vücudi taayyündedir. Böyle olduğu halde, (yani onların yakınlık durumları) yine Hazret-i Zat'a vusul ona bağlıdır.
Şunun da bilinmesi yerinde olur ki,
Vücudi taayyün tafsili mertebesinde zuhur eden ilim sıfatı; her ne kadar o vücudi taayyün hisselerinden bir hisse ise de, lâkin onun camiiyet durumu olduğundan, o hisselerin tümünü cami olan vücudun kendisi gibi olmuştur.
Ayrıca onun, (yani ilim sıfatının) icmali ve tafsili de vardır.
icmal için, merkeziyet hükmü vardır. Tafsil için dahi muhit hükmü vardır.
Bu ilmi taayyün merkezi, -ki o icmaldir- vücudi ile taayyünün merkezinin zilli gibidir. Bu alâka sebebi iledir ki; bir cemaat şu kanaata vardı: Hatemü'r-rüsül Resulullah (sav) Efendimizin taayyün mebdei hazret-i ilmin icmalidir. Halbuki durum hiç böyle değildir. Hatta, bu icmal, Resulullah (sav) Efendimizin taayyün mebdeinin zillidir. Ki onun taayyünü, vücudi ilk taayyünün merkezidir. Nitekim, bu mana daha önce de anlatıldı.
Aynı şekilde, ilim icmalini dahi, ilk taayyün bilmişlerdir. Fevkani mertebeyi dahi lâtaayyün bilip onu Hazret-i Vücud'un aynı zannetmişlerdir. Halbuki o, daha önce de anlatıldığı gibi, taayyüne bağlıdır.
Şu mana gizli kalmamalıdır ki,
Her ne kadar kendisine, dere edilen hisselerine göre ona; enbiya-ı kiramın, melâike-i iliyyin-i izamın taayyün mebde'leri olsa dahi, o mertebede icmal bulunduğundan, onlardan her birinin mebdei kendi başına tafsilatı ile bilinmez. Bir isimle de, isimlendirilmez. Vakta ki ona tafsil arız olur; o zaman her biri ayırd edilir. Her mebde dahi, bu isimle müsemma olur.
Şöyle ki:
O vücudi ilk taayyünden bir hisse hayat ismi ile isimlendirilir.
Bir başka hisse dahi, ilim ismi ile isimlendirilir.
Bu kıyas, böylece, devam edip gider. Şöyle müşahede edilir:
Hayat ismi, camiiyeti itibarı ile melâike-i iliyyin-i izamın taayyün mebdei olur. Onlara selâm.
Rulullah'ın (isa'nın) as mele-i âlâ ile münasebeti bulunduğundan; bu makamdan onun nasibi vardır.
Mehdi'nin (ra) Ruhullah ile has bir münasebeti bulunduğundan; bu makamdan ümitlidir.
***
Şunun da bilinmesi yerinde olur ki,
İkinci taayyün mertebesinde tafsil arız olan sekiz sıfattan her biri, kendisine iktida edilen bir şanlı peygamberin taayyün mebdeidir. Meselâ:
İlim: İsa'nın as taayyün mebdeidir.
Tekvin: Adem'in as taayyün mebdeidir.
Anlatılan bu külli mukaddes isimlerin cüz'iyatı; sair enbiyanın taayyünat mebde'leridir.
Bu büyüklerden her taifenin, has bir isimle ve iktida edilen bir nebi ile münasebeti vardır. Böylece, o ismin cüz'iyatı, onların taayyünat mebde'leri olmuş olur.
Kendilerine iktida edilen nebilerden bir nebinin izinde olan evliyanın taayyünat mebdei ise, o iktida edilen nebinin taayyününe mebde olan ismin cüz'iyatının cüz'iyatıdır. Ki bunlar, onun izindedirler.
Küffarın taayyünat mebde'leri ise, MUDİLL isminin taallukudur. Anlatılan taayyünlerden ayrıdır.
***
Mümkinatın taayyünat mebde'lerini anladıktan sonra, şunu da bilesin ki, vücup dairesinin tamamiyeti, bu taayyünatın sonuna kadardır. Bundan sonra sûru, mümkinat dairesindedir.
***
Ne zaman ki Sübhan Hak, kereminin ve ihsanının kemalinden; feyizlerini ve nimetlerini başkasına yağdırmayı, hazinelerini halka açmayı murad etti; vücudunun ve tevabiinin kemalâtından onlara hibeler eyledi. Hem de aradan bir şey kopmadan ve oraya bir şey katılmadan. Zira, böyle bir şeyin olması, noksan nişanıdır. Allahu Teala, böyle bir manadan yana pek yüceliğe sahiptir.
Halkın yaratılmasından maksad, onlara feyizlerin ve ihsanların yağdırılmasıdır. İsimlerin ve sıfatların kemalâtını, onlar vesilesi ile tetmin ve tekmil değildir. Haşa, o Sübhan Zat için böyle bir şey hiç olamaz. Çünkü, yüce Hakkın sıfatlan haddizatında kâmildir. Onların zuhura ve mazhara asla ihtiyaçları yoktur. O şanı büyük makamda hası! olan her kemal, bilkuvvedin bilfiil değildir ki, onun husulü bir işe bağlı ola...
O Sübhan Zat'ın yüce katında bir şühud ve müşahede var ise, her ikisi de kendisinden kendisinedir.
Eğer o Sübhan Hakkın zatında bir ilim var ise o, kendisi ile alim, kendisi ile malumdur.
Aynı şekilde Sübhan Hak, kendi nefsinde (zatında) kelâm eder; kendi nefsi ile dinler.
Bütün kemalât, orada mufassal ve mütemeyyizdir. Lâkin, lâkeyfiyet unvanı ile. Zira, keyfi olanın lâkeyfiye yolu yoktur. Halk ne şeydir ki, Sübhan Hakkın kemalâtına ayna ola...
Bir mısra:
Hangi aynadır ki, onda
suret bulur...
Sonra, alem nedir ki, o icmali tafsile getire...
O Hazret-i Sübhan, cemal aynında tafsildir; darlık aynında vüs'attır.
Tafsil ve vüs'at orada lâkeyfi olduğuna göre. tevehhüm edilir ki, onun için tafsil gerekli ola, bu dahi halkın yaratılmasına bağlıdır; o icmalin tekmili dahi bu tafsil ile ola... Halbuki Sübhan Hak, orada hem icmal, hem de tafsildir, Bu mana, daha önce de anlatıldı.
Bir ayet-i kerime meali:
"Allah (her manada) genişliğe sahip bilendir..."(2/247)
***
Şunun da bilinmesi yerinde olur ki,
Bu alemin yaratılması, öyle bir mertebede vaki olmuştur ki, bu mertebe ile o mukaddes mertebe arasında asla bir müzahame ve müdafaa yoktur. İki mevcuddan birinin vücudu, her ne kadar diğerinin vücudunu tahdid etmekte ise de, lâkin bu kaide, orada yoktur. Çünkü, alemin vücudu, bir tahdid ve o pek mukaddes vücuda bir nihayet olarak yaratılmamış ve onda bir cihet ve nisbet asla isbat eylememiştir.
Aynada tevehhüm edilen Zeyd'in suretini görmez misin? O suretin sübutu, öyle bir mertebededir ki, bu sübutla, o suretin aslı olan Zeyd'in sureti sübutu arasında asla bir müzahame ve müdafaa yoktur. Bu suret sübutu dahi, aslının sübutunda bir tahdid ve nihayet meydana getirmemiştir. Ona bir nisbet ve cihet de vermemiştir.
İşte alemin vücudu dahi, vehim mertebesindeki o suretin vücudu gibidir. Kendisi ile, hariçte olan asla bir müzahamesi yoktur. Bu vehmi sübuttan dolayı da, bir tahdid, bir nihayet ve bir cihet de meydana çıkarmamıştır. Yani asılda...
"Vasıfların en yücesi Allah'ındır..."(16/60)
iş bu yapılan tahkikten:
-Alem, vehim mertebesinde sabit olmuştur, dediklerinin manası anlaşılmış olur. Bunun daha açık manası şudur:
-Alem; hariçte mevcud olan aslına bağlı olarak, aynadaki sureti ile sabit kılan vehim mertebesini andıran bir mertebede yaratılmıştır.
Hatta şöyle demek dahi mümkündür:
-O mukaddes mertebede, harici vücud itlakı, teşbih ve tanzir kabilindendir. Zira, orada hariç mecali yoktur. O pek mukaddes mertebeden yana, vücud kusur kalınca; haricin durumu ne olabilir? Zira bu, onun bir fer'i ve bir kısmıdır.
***
HOŞ HATİME
Bu anlatılan taayyünatın tüm mebde'leri, ister vücudi icmali olsun; isterse tafsili. Yani bu dünya hayatının mümkinatına ve bu dünya hayatının mevcudatının vücuduna nisbetle... Keza o taayyünatın teşhisleri de, o yüce mebde'lere bağlıdır.
Uhrevi mevcudata gelince... Müşahede edilen odur ki, onlar bu mebde'lere bağlı değillerdir. Hatta bunların taayyün mebde'leri, bir başka işlerdir. Bu işler dahi, bu Fakir'e göre zati kemalâttır; onların pak eteğine zıllıyet tozu isabet etmemiştir. O pek mukaddes mertebeye dere edilmiştir ve o mukaddes mertebede, mufassal olarak temeyyüz etmiştir. Amma lâkeyfi bir temyiz ve tafsil ile...
O mukaddes zati mufassal kemalâttan her biri; o ahiret mevcudatından bir mevcudun taayyün mebdeidir.
Cennet ehlinin vücudu ise, dünya hayatına taalluk eden icmal ve tafsil olarak vücud taayyünatı ile bir bağı yok gibidir.
O hayatın mevcudatı, o mukaddes mertebe ile yüzyüze gibidir. Amma bu dünya hayatının mevcudatı böyle değildir. Bunların, yüzyüze olmaktan yana nasipleri azdır.
O daimi hayatın, mevcudatından ne beyan edebilirim ki? Zira onun, o mukaddes mertebeden öyle bir hazzı ve öyle bir nasibi vardır ki, vasfı mümkün değil.
Bir mısra:
Mübarek olsun erbab-ı nimete erdikleri...
Bir şiir:
Bundan ötesinin beyanı ince;
Gizlemek pek hoş, pek güzel bence...
Dua makamında bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz unuttuk veya yanıldıysak, bizi muaheze eyleme..."(2/286)