O kadar çok konuşuyorsun ki seni hiç anlamıyorum!
- Ayrıntılar
- Kategori: İnsan ve hayat
- Gösterim: 1369
Þu çok meşhur Ağzı olan konuşuyor reklam repliğinin altında konuşulmaya değer ne kadar çok şey olduğunu düşündünüz mü hiç? Ağzı olan uzun bir süredir konuşuyor gerçekten. Hatta şu satırları çiziktirirken bile bir şekilde konuşuyor.
Nispeten sessiz bir asırdan daha sesli, daha gürültülü bir asra doğru yelken açtık gidiyoruz.
Ve bu yeni asır içinde her birimiz onun içindeki bazı makineleri kendimize çok yakın bulduk, o kadar yakın bulduk ki ruh dünyamızı modifiye ederek onlara b enzemeye başladık. Bu konuda açık ara önde giden cihazımız tabii ki tartışmasız TVmiz oldu.
Her birimiz tıpkı karşısında yaşadığımız TV gibi ilginç organizma türleri olduk. Her birey minik birer TVcik gibi kendi frekans aralığında yayın yapmaya başladı sanki. TV bize adeta kendi yaşam tarzını benimsetti ve biz de TVmizi kapattığımız ender zamanlarda uydu olup çıktık sokaklara. Hep anlattık. İçinde diyalog kelimesinin bolca geçtiği monologlar kurduk. İletişim önemli şeydir deyip durduk sözü birileri zorla ağzımızdan alana kadar. Söz sıramız gittiği zaman biz de çekip gittik. Çünkü konuşma hakkımız dolmuştu, dinleme hakkımız ise hiç başlamıyordu ki zaten. Yarışma programındaki jokerler gibi oyunun sonuna kadar bizimle geliyordu kullanılmamış dinleme haklarımız.
Çağdaş duvar yazıları
Ruhumuza değen sadece TVler değildi elbet. Dünyada hangi site ne kadar ziyaret ediliyorun uzmanı Alexaya göre; Türkiyede blogger.com 19, wikipedia 23, eksisozluk 28, blogcu 35inci sırada en çok ziyaret edilenler arasında. Bu rakamlar gazete ve haber sitelerinin rakamlarıyla kıyasıya rekabet içinde olan rakamlar! Yani mikrofonun ziyaretçilere bırakıldığı meydanlar olan siteler bize ruhsal bir deşarj alanı açıyor, konuşuyor, konuştukça açılıyor, açıldıkça konuşuyoruz. Duvar yazılarının çağdaş versiyonları olan bu konuşma meydanlarında belli ki çoktandır aradığımız bir şeyi bulduk.
Bitti mi?
Bu TV renkli yaşam tarzı bakın başka nerelere değdi? Günlükler. Sessizken bir terapistti, seslendiği zamansa (blok siteleri) narsist bir çığlık oldu.
Artık daha az sahne fobiğimiz, buna karşın daha fazla mikrofon bağımlılığımız var.
Eskiden yazarlarımız bolcana mahlas isim kullanırdı, yazarların her birinin 10dan fazla mahlas ismi vardı. Þimdi değil mahlas isim kullanmak ismimizin yazılışında tek harflik hata yapılmışsa küplere binip hızla editörümüzü arıyoruz.
Sanatçı olsak da olmasak da alkışlarla yaşar olduk. Bizi alkışlayanları pek sevdik. Aslında sevdiğimiz, benliğimizin alkışın eliyle biz geri yansımasından başkası değildi.
Değerlendirme kriterleri arasına popülerliği de yazar olduk. Kâbuslarımızın arasına yalnızlığı ekledik.
Kendimizi göstermek için türlü dalavereler çevirirdik. Giyinmekten konuşmaya, her şey görünme prensibine göre inşa edildi. Hepimiz bugünlerde havaya bolca attığımız havai fişekler gibi kendimizi göstermek için havalara atıp atıp durduk, beni de görün! dercesine.
Herkes bir gün meşhur olacak!
Pop is everything, everything is pop tespitinin sahibi Andy Warhol bunu seneler önce söylemişti. Bir gün herkes 15 dakikalığına meşhur olacak! demişti kehanetimsi bir öngörüyle yaklaşık 40 yıl önce. Hatta daha sonra Robert de Nironun 15 minutes adlı filmine bile konu olmuştu bu tırnak içi tespit.
Evet dediği oldu, neredeyse herkes en az 15 dakikalığına öyle ya da böyle TVye ya da benzeri bir sahneye misafir olmaya başladı. Ve bunu çok sevdi. TV programları telefon bağlantıları kurmak, radyolar, faks mesajları okumak, web siteleri, gazeteler sizin köşeniz konseptine oturtulmak için vargücüyle çalışıp durdu.
Ne için konuşuyoruz?
Bütün bu panayır yerinin sebebi ne peki? Havada neden bu kadar çok ses ve ışık frekansı dolaşıyor? Bunun adı yüksek iletişim düzeyi midir dersiniz?
Psikolog olmaya gerek yok; iletişimin atar damarını yakalamanın sihirli sorusu aslında çok basit: Neden konuşuyoruz? Bir anlama çabasıyla mı, anlatma zorbalığıyla mı? İletişim cihazlarından geçilmediği bir çağda sayısız iletişim krizi yaşanması paradoksunu açacak tek soru aslında bu! Anlatma çabaları anlama çabalarının önüne geçmeye başladığı zaman işte iletişim krizi dediğimiz suya girdik demektir. Ne kadar açılacağınız, boğulup boğulmayacağınız ise size bağlı.
Özellikle bu çağda konuşmalar, yazışmalar, çoklukla ben varım solo müziğinde çalınan benlik geçit törenleridir. Sesini kısmaya ve daha arkadaki fonu duymaya başladığınız zaman iletişim denilen şeye gerçekten yaklaşmışsınız demektir. Yoksa ister sağlıklı iletişim için 40 altın kural kitabına bir 40 daha ekleyip siz yenisini yazın; ister iletişim uzmanı olacağım diye fakülteden fakülteye koşturun; kendi suyunuzdan çıkamadıkça o suda boğulmaya ve diğerlerini ıskalamaya mahkumsunuz demektir.
Asıl mesele konuşmaktan çok duyabilmektir. Diğerlerini duymak, anlamak ve ona göre davranmak kendi borunuzu detone şekilde üflemenizden, kulak tırmalamalarınızdan çok daha iletişim yanlısı bir çabadır. Gerçekte iletişim dedikleri şey de budur.
Ve yalnızlık
Sanıldığı kadar menem bir şey değildir. Yalnızlık çoğu zaman kendine güven senfonisinin orkestra şefliğini, iç değerlendirmenin ateşleyiciliğini yürütür.
İçinden gelen sesi dinleme, dışarıdakilerin senin içinde yankılanan sesini dinleme şeklinde şu aralar biraz deforme oldu belki; ama yine de hâlâ en büyük bilişsel adımlar yalnızlık senfonisi içinde atılıyor. İçsel devinim denklemleri çoğunlukla yalnızlık konçertosunda kuruluyor.
Ve önümüzdeki çağ bütün bu çok seslilik adı altındaki narsist çığlıkların bağırmaktan sesinin kısıldığı, ben odaklı hikayelerin dramatik bir final sahnesiyle sonlandığı yıllar olacaktır. Gençleri bundan sonra narsisizmin içi boş çığlığının fark edildiği, bir anlamlı ses arayışı için herkesin içine çekildiği bir sahne bekliyor gibi.
Yazar: ERHAN ÖZDEN
Kaynak :genclik.zaman