Diyalog Tuzağı
Takriz (Sunuş)
- Ayrıntılar
- Kategori: Diyalog Tuzağı
- Gösterim: 5116
TAKRİZ (SUNUŞ)
Allahü teâlânın, mahlûkâtına olan merhameti, ihsanı, nimetleri o kadar çoktur ki, bunu ancak sonsuz kelimesiyle ifade edebiliriz. Kullarına çok acıdığı için, onların dünyada rahat, huzur içinde, kardeşçe yaşamaları, ahirette de sonsuz saadete, bitmez-tükenmez nimetlere kavuşmaları için, yapılması lazım olan iyilikleri ve sakınılması lazım olan kötülükleri, Peygamberlerine, Cebrail aleyhisselam ismindeki melek vasıtasıyla bildirmiş, bunları bildiren birçok kitap (yüz suhuf ve dört kitap) da göndermiştir. Bu kitaplardan yalnız Kur'an-ı kerim bozulmamış, diğerlerinin hepsi, maalesef kötü kimseler tarafından değiştirilmiştir.
Hiç şüphe yok ki, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan nimetlerinin en büyüğü, “Peygamber”ler ve “Kitap”lar göndererek onlara sırât-ı müstakîmi, doğru yolu, Cennet yolunu göstermesidir. Yüce Allah, Hazret-i Âdem’den (aleyhisselâm) beri, insanları ebedî saâdete kavuşturmak için, muhtelif zaman ve zeminlerde pek çok peygamber göndermiştir. Bunların 6’sı “Ülü’l-azm”, 313’ü “Resûl”, 124.000’den ziyadesi de “Nebî”dir. Bütün Peygamberler, hep aynı iman ve i’tikad esaslarını bildirmişler, hepsi de insanları ebedi kurtuluşa dâvet etmişlerdir.
Bilindiği gibi, bazı Peygamberler belli bir zaman dilimine, bazıları muayyen bir coğrafi bölgeye, bazıları da belli bir kavme gönderilmiş, bunların dünyadaki zamanları dolunca, getirdikleri ahkâmın yürürlük müddetleri de bitmiştir. Fakat âhır zaman Nebîsi Muhammed aleyhisselam’ın getirdiği hükümler kıyamet kopuncaya kadar devam edecektir. Onun âhirete intikalinden sonra da, her memlekette ve her devirde ona tam tâbi olan âlim ve velî zâtlar bulunmuş ve bunlar da Peygamberimizin vârisleri olarak insanların din ve dünyâ saâdetine ulaşmaları için çalışmışlardır. İslam ve Türk tarihi boyunca dünyaya hükmeden sultanlar, pâdişâhlar bile doğruyu onların vasıtasıyla bulmaya çalışmışlar, mânevî sultanların onlar olduklarını görmüşler, onların irşad ve nasîhatleri ile devlete, millete ve bütün insanlığa çok faydalı hizmetler yapmışlardır.
Sahabe-i kiram ve Tâbiîn devrinden başlayarak geniş İslâm dünyâsı içinde birçok alim ve veli gelip geçmiştir. Bu büyük alim ve velîler, kendi asırlarında olduğu gibi, zamanlarından sonra da dâimâ sevilen ve sayılan, nasihat ve tavsiyelerinden istifade edilen, hayatları örnek alınan kimseler olmuşlardır. Şüphesiz ki, iyi insanların hayatları öğrenildikçe, iyilerin adedi artacaktır. Mâzîsini, büyüklerini tanıyamayan çocuklar, gençler ve yaşları ilerlemiş insanlar, büyüklüklere tâlip olamazlar. İnsanların çeşitli buhrânlara, bunalımlara, rûhî sıkıntılara maruz kaldıkları asrımızda, büyük insanların yaşayış tarzları, tavsiye ve nasîhatleri, hâl ve hareketleri ile kerâmetlerini öğrenmek, hem zevk ve ibret almaya, hem de intibâha, uyanmaya sebep olacaktır.
Asr-ı Saâdet’ten sonra, târih boyunca insanlığa huzurlu devirler yaşatmış olan Emevîler, Abbâsîler, Karahanlılar, Gazneliler, Timuroğulları, Bâbürlüler, Selçuklular, Osmanlılar ve daha birçok İslâm devletinin sultanları, hep bu büyüklerin rehberliğinde insanlık alemine hizmet etmişler, yeri gelince atlarının arkalarından gitmişler, bâzen onlarla berâber savaşlara katılmışlardır. Onlar, duâ ordularının kumandanları ve dertlerin mânevî tabipleridirler.
Dost-düşman herkesçe bilindiği gibi, başta Sevgili Peygamberimiz, bilahare mübarek Halifesi Hazret-i Ömer tarafından Ehl-i Kitaba verilen ahid-nameler olmak üzere, Osmanlılar döneminde ise Fatih Sultan Mehmed Han gibi zevatın Hıristiyanlara verdikleri eman-nameler, Müslümanların diğer din mensuplarına olan müsamahasını, hoşgörüsünü ortaya koymaktadır. Tarih boyunca gelmiş-geçmiş İslam devletleri zamanında Hıristiyanların, hainlik yapmadıkları müddetçe, Müslümanların içinde nasıl rahat yaşadıkları çok açık bir şekilde ortadadır. Bu kitapta bununla ilgili belgeler de gözler önüne serilmektedir. Ayrıca Misyonerlik faaliyetleri üzerinde durulmaktadır.
Bizim de zaman zaman makalelerimiz, derslerimiz, konferanslarımız, radyo ve televizyon konuşmalarımızda üzerinde durduğumuz vechile, genel bir tarif yapmak gerekirse, henüz Hıristiyanlığı kabul etmemiş olan ülkelerde, çeşitli faaliyetler halinde yürütülen Hıristiyanlık propagandasının her türüne “misyonerlik”, bu işlerden herhangi birini yapan kişiye de "misyoner" denir. Misyonerlerin çok değişik metodları varsa da, ana hatlarıyla söylemek gerekirse, bugün, başta Kitab-ı Mukaddes ve İnciller olmak üzere çeşitli kitap, dergi, gazete ve broşürlerin, audio ve video kasetlerin, CD ve DVD’lerin dağıtılması, dil kursları, radyo, televizyon ve internet aracılığıyla muhtelif yayınların yapılması şekliyle sürmektedir. Ayrıca bizim ülkemizde, İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa gibi büyük şehirler başta olmak üzere, muhtelif vilayetlerde kurdukları yayınevleri ve pek çok ilde mevcut kiliselerinde görevli olan kişilerin şifahi çalışmaları, "kilise-ev"lerinde ve diğer normal ev sohbetlerindeki propagandalarıyla da devam etmektedir. Hıristiyan batı kültüründe “misyonerlik” adı verilen faaliyetin târihi, Hıristiyanlık dîni kadar eskidir. Bu faaliyette bulunan papaz, râhip ve çeşitli Hıristiyan din adamlarına “misyoner” denilmiş ise de misyoner aslında, Hıristiyanlık dînini yayma gayreti içinde olan her kişinin genel adıdır.
Her müslümanın i'tikadı şöyledir ki, bugün Nasranilik veya Hıristiyanlık diye adlandırılan İsevilik, Allahü teâlâ tarafından Îsâ aleyhisselâma gönderilen hak bir din (semavi bir din) idi. Hazret-i Îsâ, otuz üç yaşında, diri olarak göğe kaldırılınca, Havârîler etrafa dağılıp, bu yeni dîni yaymağa çalıştılar. Îsâ aleyhisselâmın hak olan dîni, az zaman sonra Yahudîler tarafindan sinsice değiştirildi. Pavlos adındaki bir Yahudî, Hazret-i Îsâ’ya inandığını söyleyerek ve Îsevîliği yaymaya çalışıyor görünerek, gökten inen İncil’i yok etti. Dört kişi (Matta, Markos, Luka,Yuhanna) ortaya çıkıp, on iki Havârîden işittiklerini yazarak, İncil adında dört kitap meydana getirdiler. Fakat Pavlus(Pavlos)’un yalanları, bunlara da karıştı. Uydurma İnciller zamanla çoğalarak, her yerde başka bir İncil okunur oldu.
Bugün dağıtılan İncillerde, yukarıdaki şahısların adlarını taşıyan ve birbirinden bir hayli farklı dört İncil’den başka, Elçilerin İşleri başlıklı 28 bölümlük bir kısım, Romalılara mektup (16 bölüm), Pavlus’un Korintlilere Birinci Mektubu (16 bölüm), Korintlilere İkinci Mektup (13 bölüm), Pavlus’un Galatyalılara Mektubu (6 bölüm), Pavlus’un Efeslilere Mektubu (6 bölüm), Pavlus’un Filipililere Mektubu (4 bölüm) gibi 21 mektuptan oluşan uzun bir kısım da vardır.,
Burada, önemine binaen, açıkça belirtmemiz gereken bir husus var: Şunu kesinlikle ifade edebiliriz ki, tarih boyunca, hayatı, sadece sene ve ay bazında değil, hafta, hatta gün bazında olmak üzere, en ince teferruatıyla ele alınan ve ortaya konulan zat, şüphesiz ki, Peygamber Efendimizdir. Alemlere rahmet olarak gönderilen, kainatın baştacı, ebedi rehberimiz, varlığımızı ve kurtuluşumuzu kendisine borçlu olduğumuz, müstesna şahsiyet, Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Mustafa (aleyhis-selam) hakkında söz söylemek ve yazı yazmak aslında bizim gibi acizlerin haddi değildir. Ama burada, münasebet düşmüşken, sadece bereketlenmek için, ondan bir nebze bahsetmeye çalışacağız. Çünkü hadîs-i şerîfde, “Allahü teâlâ bir kuluna yazı ve söz san'atı ihsân ederse, Resûlullahı övsün, düşmanlarını kötülesin” buyurulmuştur.
Bir şair diyor ki: "Her vasfı ki, imtiyazı haiz,
Tarih onu vasfederken aciz."
Peygamber efendimizin şairlerinden Hassan b. Sabit (r.a.)'in sözü ne kadar manidar: "Ben, Muhammed Mustafa (aleyhis-selam)'dan bahsederken, onu medhediyor değilim; bilakis ondan bahsetmek suretiyle, kendi sözlerimi kıymetlendirmiş oluyorum."
Gönüller Sultanı Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin (k.s.) kelamı da çok manalıdır: "Ben, alemler genişliğinde bir ağız isterim, ta ki, meleklerin bile gıpta ettiği o zattan söz edebileyim."
Burada Arapça bir şiiri de zikretmeden geçemiyeceğiz. Manası şöyledir: "O, beşerden bir beşerdir, fakat taşlar arasındaki yakut taşı gibidir."
Bu şiirin diğer bir varyantı ise şu şekildedir: "Muhammed aleyhis-selam bir beşerdir, fakat gelişigüzel bir insan değildir. Aslında o bir yakut, diğer insanlar ise taş gibidirler.”
Burada yine yeri gelmişken belirtmek gerekir ki, İslâmın birinci şartı, bilindiği gibi, Allahü teâlâya ve Peygamberine (aleyhis-selam) îmândır. Ya'nî onları sevmek ve sözlerini beğenip, kabûl etmektir. İki cihân saâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhıretin efendisi olan Muhammed aleyhis-selâma tâbi' olmağa bağlıdır. Ona tâbi' olmak için, îmân etmek ve onun getirdiği ahkâm-ı İslâmiyyeyi öğrenmek ve yapmak lâzımdır. Yine Muhammed aleyhis-selâm’a tâm ve kusûrsuz tâbi' olabilmek için, onu tâm ve kusûrsuz sevmek lâzımdır. Bunun alâmeti de, onun dostlarını dost, düşmanlarını düşman bilmek, onu beğenmeyenleri sevmemektir. Tabii ki sevgi ve nefret kalpte olur. Dinimizin gereği, zahiren onlara da iyi davranmak, tatlı dilli ve güler yüzlü olmak lazımdır.
Her mü'minin, Resûlullah’ı çok sevmesi lâzımdır. Onu çok seven, onu çok zikreder, anar, çok över. Bir hadîs-i şerîfte de, “Birşeyi çok seven, onu çok anar” buyuruldu. Resûlullah’ı çok sevmek lâzım olduğu konusunda, pekçok islâm âlimi birçok kitap yazmıştır. Çünkü, başta Sahih-i Buhari olmak üzere, birçok hadis kitabında yer alan bir hadîs-i şerîfte, “Bir kimse, beni çocuğundan, babasından ve herkesten dahâ çok sevmedikçe, îmân etmiş olmaz” buyuruldu. Ya'nî o kişinin îmânı olgun olmaz. Hadîs-i şerîfin diğer bir rivayeti de şöyledir: “Bir kimse, beni kendi nefsinden, ehlinden ve bütün insanlardan dahâ çok sevmedikçe, îmân etmiş olmaz.” Allahü tealâ’yı sevenin, O’nun Resûlü’nü de sevmesi vâciptir. Ayrıca onun yolunda olan sâlih kulları da sevmesi lâzımdır.
Allahü teala, bir insanda bulunabilecek görünür-görünmez bütün iyilikleri, bütün üstünlükleri, bütün güzellikleri habibinde toplamıştır. Onun güzel huyu, yumuşaklığı, afvı, sabrı, ihsanı, ikramı o kadar çoktu ki, herkesi hayran bırakırdı; görenler ve işitenler seve-seve müslüman olurdu. Hiçbir hareketinde, hiçbir işinde, hiçbir sözünde, hiçbir zaman, hiçbir çirkinlik, hiçbir kusur görülmemiştir.
Okuyuculara doğruları öğreten, onları şaşırtmayan ve yanıltmayan, genel kültürlerini arttıran kitaplara, dergilere, gazetelere, ansiklopedilere, CD ve DVD’lere, velhasıl doğru ilmi eserlere, her ülkede, her zamanda ve hele günümüzde büyük ihtiyaç olduğunda şek ve şüphe yoktur. Şüphesiz ki, milli kültürümüzü yüceltecek bilgileri ihtiva eden tarihî, coğrafî, fennî, tıbbî, dinî ve benzeri kaynakların yayınlanması, onlardan nakiller yapılması, milletimizin ve memleketimizin istikbali açısından çok önemlidir.
Babadan evlada, yazardan okuyuculara bırakılacak en kıymetli mirasın ilim ve ilmi eserler olduğunda şüphe yoktur. Biz, bu kitapta, kendi insanımızın dinine, diline, vatanına, coğrafyasına, tarihine, ilmine, irfanına, edebiyatına, zevk ve güzel ahlakına ağırlık verildiğini, bunları yeni nesillerimize, çocuklarımıza ve torunlarımıza aktarmak mecburiyetinde olduğumuzun ifade edildiğini görüyoruz.
Medyada zaman zaman misyonerlerin faaliyetlerine dair muhtelif yazılar, konuşmalar ve açıklamalar yer almaktadır. Bunun yanında “DİYALOG”la ilgili çalışmalar da göze çarpmaktadır. Biz, bu vesile ile ifade edelim ki, asla ve kat’a “dinler veya medeniyetler çatışması”ndan yana değiliz. Çünkü tarihte Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında cereyan eden “HAÇLI SEFERLERİ”nin nasıl milyonların ölümüne, mamur ülkelerin harap olmasına sebep olduğunu bilmeyen yok gibidir. Tarihen sabittir ki, haçlı seferlerini maalesef Hıristiyanlar başlatmıştır. Hatta tarihteki hemen hemen bütün muharebelerde Müslümanlar nefsi müdafaada bulunmuşlardır. Modern dünyada harbe taraftar olan hiçbir aklı başında kimse yoktur. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği dağılınca hür dünyada herkes çok sevinmişti. Ama ne yazık ki beklenen barış ortamı doğmadı. Tek kutuplu kalan dünyada hakim olan Hıristiyanlar, bugün için zayıf olan Müslümanlara yüklenmeye, zulmetmeye, ülkelerini işgal etmeye başladılar. Ayrıca çeşitli hilelerle Müslümanları dinlerinden döndürmek için çok kesif çalışmalara başladılar. Halbuki yegane bozulmayan hak din olan İslamiyetin mensupları ile muharref dinler olan Yahudilik ve Hıristiyanlık müntesiplerinin elele vererek çalışabilecekleri birçok saha vardır. Mesela uyuşturucu, alkolizm, fuhuş, rüşvet, dolandırıcılık, terör, zulüm, her çeşit ahlaksızlık, ateizm, işsizlik, fakirlik gibi -daha pek çok şeyi sayabiliriz- birçok konuda iş ve güç birliği yapabilirler, bunlara karşı beraber mücadele verebilirler. Ama maalesef durum böyle değil.
Değerli gazeteci-yazar Mehmet Oruç beyin bu çalışmasında, “Dinlerarası Diyalog”la nereye varılmak istendiği, bu işleri kimlerin üstlendiği delilleriyle ortaya konulmaktadır. Daha kitabın başındaki I. Bölümde, Papa II. Jean Paul, Papa VI. Paul, Pietro Rossano, Francis Arinze, Watt, R.Arnaldez, Louis Massignon, Papaz Thomas Michael, Buttiglione gibi Hıristiyan şahsiyetlerin diyalog ve hoşgörü ile neyi kasdettikleri, onların sözlerinden nakiller yapılarak belirtilmiş, İslamiyetteki hubb-i fillah ve buğd-ı fillah, emr-i ma’ruf ve nehy-i münker prensipleri üzerinde durulmuştur. Kitap içerisinde, okunduğu zaman görüleceği gibi çok faydalı konular vardır. Ayrıca bütün milletimizin, bilhassa gençlerimizin istikbalini alakadar eden güzel mevzular da bulunmaktadır.
Yazarın objektif davrandığı, belgeler ışığında hareket ettiği gözlenmektedir. Tabii ki din gayreti de açıkça görülmektedir. Bu durum gayet normaldir; çünkü her din mensubu, kendi dininin doğru olduğuna inanır, bunu ortaya koyar ve müdafaa eder, hatta etrafa yaymaya çalışır.
Bu eserin bütün okuyuculara, bilhassa istikbalimizin ümidi olan gençlere faydalı olması, milli ve mânevî hayâtımızı kuvvetlendirmesi başlıca temennimizdir. Gayret bizlerden, muvaffak kılmak ise yüce Allah’tandır.