Bir Ermeni Katliamı
- Ayrıntılar
- Kategori: Tarihi Hadiseler
- Gösterim: 1560
“On Yıllık Emanete İhanet Edenlerin, Vefadan Bahsetmeleri En Büyük Vefasızlıktır.”
-Anlayana Sivri Sinek Saz…-
Bu yazıyı okuduğunuz gün Dünya’da Ermeni Diasporasının yaygara yapmaya başladığı gündür. Yani yirmi dört Nisan…Ermenileri muhatap kabul etmek bile bu millete yakışmaz. Ancak biz yine insanlık görevini yapmak mecburiyetindeyiz.
Bir büyüğün “ Kenar-ı Dicle’de bir kurt kapsa koyunu/ Gelir de adli ilâhi Ömer’den sorar onu” dediği gibi, dünyada sıkıntı içinde hangi millet varsa onun yardımına koşmuş, onu korumuş, kollamış bir milletin evlatları olarak; yanlışta olanın yanlışını göstermek de ata görevidir. Dün kapımızın iti gibi paçamıza dolaşan bir güruhun bugün katliamdan bahsetmesi; bu millete yapılacak en büyük hakarettir. Tarihin bütün dönemlerinde şamar oğlanı gibi yerden yere vurulan Ermenilere sahip çıkan tek millet, Türk milleti ve onun meydana getirdiği devletler olmuştur.
Onun için herkes haddini bilmeli, birlik yaşadığımız ve yaşamaya devem edeceğimiz insanları üzecek olayları iki de bir hiçbir millet; bu Ermeniler de olsa Türk Milletinin önüne çıkarmamalı. Başta Ermeniler olmak üzere; Ermenilere dalkavukluk eden bütün dünya milletleri önce kendi tarihlerine baksınlar.
Eteklerindeki kurumuş kafaları, parçalanmış milyonlarca cesetleri, aç ve yoksul bırakılmış insanları, yurtlarından edilmiş milletleri düşünsünler…
Ermenilerin tarihine bakmaya lüzum yok. Çünkü hâlâ katilliklerini örtbas edemedikleri bir Hocalı Katliamı insanlığın gözü önünde duruyor.
Azerbaycan’da bir buçuk milyon Türk, öz vatanında ayrı kaçkın “ sürgün” hayatı sürüyor.
Sözü uzatmanın âlemi yok.
1920 yılında Erbaa Canbolat Yaylasında meydana gelen bir katliamı burada anlatayım… Vahşetin boyutlarını siz tahayyül edin…
Derenin yamacından yukarı tırmandı ayağı kayıyordu. Yürümesi zorlaşmıştı. Ayağının altındaki çakıl parçaları bilye gibi kayıyor, aşağıda sert yamaçlardan aşağı elli metelik uçurma düşüyordu. Nerden buraya girmişti. Kaç gündür aradığını bulamıyordu. Tabanları şişmişti. Bir eliyle çalılara uzandı, vücudunu zor çekti. Artık dermanı kalmamıştı. Birkaç adım daha attı.
Tamam, işte düzlük burasıydı. Bir bakmadığı yer burası kalmıştı. Köyden üç adam kayıptı. Babası, (Mehmet Oğlu Yusuf) Ahmet dayısının oğlu Mehmet ve Cebilerin Ahmet oğlu Arif. Korkudan kimse ormana gidememişti. Eşkıyalar aman vermiyordu. Ali’nin korkacak bir şeyi yoktu. Ya canını alacaklar, ya da can alacaktı. Arada belindeki tabancayı kontrol etmeyi unutmuyordu. Biraz dinlendi, nefes nefese kalmıştı. Þuradan ormanın içine girecek, yayla yerinin bozları araştıracaktı. Vakit de bir hayli geçmişti. Kurt, kuş önünü kesse aldırmazdı.
En çok kahpelikten korkuyordu. Arkadan vurulmak. Bu düşman mert değildi. Kalleşti. Bir görünüp, bir kayboluyordu. Ah göğüs göğse çarpışsalar, onlara ne mal olduğunu gösterirdi. Hava sıcaktı. Yayla yerinin altında garip bir koku geliyordu. Ne olduğunu anlayamadı. Elini burnuna tuttu. Bir eli silahındaydı. Bir hışırtı duyar gibi oldu, silahıyla döndü, bir şey yoktu… Bir kuş çalıların arasından uçtu gitti. Eğildi, hışır hışır bir şey geliyordu. Gürgen ağacının gövdesine yapıştı, sesler artmıştı.
Silahını doğrultu, tetiğe dokundu, sesler gürültüye dönüştü. On, on beş tane domuz sürüsü derenin yamacından aşağı iniyordu. Bir tanesi azılıydı. Ortaya çıkmak istedi. Vazgeçti. Önünden geçtiler, birisi yuvarlandı, diğerleri ona çarptı, paldır küldür aşağı inmeye başladılar. Demek ki yanız değildi. Gürgenlerin arasından yürümeye devam etti. Az önce duyduğu koku dağılmıştı. Þimdi yurt yerindeydi. Buralarda eskiden kalanlar olmuştu.
Ot, diz boyuydu. Mor renkli dağ çiçekleri yüreğini okşuyordu. Ah bir de içindeki burukluk olmasa… Yürüdü, içini tarif edemediği bir heyecan bürüdü. Son derece dikkatliydi. Beş duyusu teyakkuz halindeydi. Her an karşısına biri çıkacak gibiydi. Sanki birileri onu gözetliyordu. İki de bir sağa sola bakıyordu. İşte orada kara bir kütük yatıyordu. Üzerinde bir elbise parçası görünüyordu. Çömeldi, adım adım yaklaşmaya başladı. Kesif bir koku vardı. Birkaç adım daha attı, ayağına bir şey takıldı. Baktı, çığlığı attı:
—Allah’ım! Ah! Of! Of Allah’ım!...
Sağa sola yalpaladı, kütük sandığı şey babasının başıydı.
—Baba! Baba!
Üç başın, üçü de bir tarafa atılmıştı, kollar, eller, bacaklar, ayaklar doğranmıştı. Her yer kan ve ölüm kokuyordu. Ne dizinde derman, ne gözünde fer vardı. Çömeldi. Elerini dizlerinin üstüne koydu, öylece kaldı. Aklı, fikri durmuştu… Gözleri sabitlendi, kan izlerinde dikili kaldı, başında tuhaf bir ağrı vardı. Göğnü döndü, öğürmeye başladı. İçinde ne varsa dışarı çıkardı.
Koştu, yayla yerinde bir çeşme vardı. Elini, yüzünü, üstünü başını yıkadı. Hiçbir şey görmüyordu. Sağı solu kan lekeleriyle doluydu. Güneşin ışıkları bile kanlıydı. Otların rengi, çiçeklerin rengi bile değişmişti. Bir merkep ona bakıyordu. Kulaklarını dikti, uzun uzun anırdı. İstemeyerek geri geldi, her yerde kan vardı. Kan ve ölüm vardı. Neden sonra:
—Ne istediler, senden baba? Ne istediler! Ya Mehmet dayı senden ne istediler, Arif Ağabey senin suçun neydi?
Hıçkıra hıçkıra ağladı, ağladı…
Nice zaman sonra kendine gelir gibi oldu. Sırtındaki mintanını çıkardı, bir kolunu koluna geçirdi. Başları, kolları, elleri, bacakları ve ayakları topladı. Kurtlar, çıyanlar, yaraların üstündeydi. Arif’in dili dışarıda kalmıştı. Beyninin üstünde bir yer sancılanıyordu. Her an çıldırabilirdi. Bunun yapanı bulsa anında gebertirdi. Ne yapacağını bilmiyordu. Bu ne büyük vahşetti. Ağır, ağır ayağa kalktı. Doğranmış ceset yığınlarına baktı, elindeki silahın tetiğine bastı, çıldırmış gibiydi, acı bir haykırışla:
—Katiller! Diye bağırarak çılgınca koşmaya başladı…
—Katiller, katiller!...
Bu ses, dalga dalga ağaçların arasından koca ormana yayıldı… Ağaçlar boyunlarını büktü, çiçekler yeri öptü. Yeri göğü dolduran mor renkli kır çiçekleri yürekleri parçalıyordu…(**)
Mehmet Emin - SANATALEMİ.NET
***
(*) Bu olay Erbaa Çermik Köyünde meydana gelmiştir. Pontus Meselesi, Yılmaz Kurt. TBMM Yayınları, S.330.
(**) M. Emin ULU: Belgelerle 1315’lilerin Dramı. S.481i