İSTANBUL'UN FETHİNDEN GÖNÜL FETİHLERİNE
- Ayrıntılar
- Kategori: Tarihi Hadiseler
- Gösterim: 3878
İSTANBUL'UN FETHİNDEN GÖNÜL FETİHLERİNE Þanlı ve şerefli tarihimizde birçok Fatih vardır ama bu adla anılan güzel insan, sadece Sultan Mehmed Han'dır. Çünkü o, bir muhteşem Peygamber müjdesine mazhar olmuştur. Sultan Mehmed, veli bir padişah babanın, cevheri yüksek oğluydu. Babası bir sabah namazından sonra, Kur'an'ı Kerim okuyordu. Tam da Muhammed Süresi'ni bitirmiş, Fetih Süresi'ne başlamıştı ki, kapısı tıklatıldı.
-"Sultanım! Müjdeler olsun, bir oğlunuz oldu" dediler. Sultan Murad Han'ın ağzından şu cümle dökülüverdi: -"Elhamdülillah, Ravza-i Murad'da bir gül-i Muhammed açtı..." Bu kutlu çocuk adıyla ve işiyle doğmuştu. Adı Mehmed oldu, işi de fetihten fethe koşmak... Bu asil ve şerefli millet, "Allah'ın adını yükseltmek ve o adın emri üzere adaleti her yerde tesis etmek" maksadıyla yaşamışlardır.
Bu mana ve maksat için de yeryüzünde ordusuna Peygamberi'nin adını koyan tek millet olmuştur. Sultan Mehmed'de ilk Mehmed'den, Mehmed'ler Mehmed'inden; Hazreti Muhammed Sallallahü Aleyhi ve Sellem'den ilhamlı bir istikamette yetişti. Güzellikleri ve adaleti yeryüzünde yaymak sevdalısı bir Mehmetçik'ti... Devrinin bütün ilimlerinden ve yaygın dillerinden haberdardı. Bazılarında ise çok iyi yetişmişti. Hem müttaki bir babanın, hem de ihlaslı, ilim ehli seçkin zatların gözetim ve denetimlerinde olgunlaşmıştı. Bu suretle hem kafası, hem de kalbi adını taşıdığı Güzeller Güzeli'nin istediği istikametteydi...
Sultan Fatih çapındaki bir insan, rastgele ve kendi halinde yetişebilir miydi? Bu sebeple devrinin en önemli, en derin alimlerinin rahle-i tedrisinden geçmiştir. Fıkıhta Molla Hüsrev, tefsirde Molla Gürani, Molla Yegan, Hızır Bey Çelebi, kelamda Hocazade ve riyazi ilimlerde de Ali Kuşçu'dan dersler aldı. Fakat, asıl elinde ve gönlünde büyüdüğü hocası Akşemseddin Hazretleri'ydi. Hacı Bayram-ı Veli'nin halifesi olan Akşemseddin Hazretleri Fatih Sultan Mehmed Han'ın manevi babası olmuş, onun derunî dünyasını derinleştirmede en büyük pay, ona ait bulunmuştur. Akşemseddin önce onun kendisini fethetmesini, nefis ve şeytan surlarını aşabilmesini talim ettirmişti. Önce iyi yetişmek ve fetih için olgunlaşmak gerekiyordu. Dolayısıyla ilim, fen ve maneviyat bakımından gerekli altyapısı oluşturuldu. Zaman zaman Fatih, bu sıralamayı bozmaya kalktığında, hocaları hemen müdahale ettiler.
Mesela bir gece Molla Gürani, küçük Mehmed'in gece yarısından sonra odasında ışık gördü, meraklandı ve yanına varıp sordu: -Þehzade Mehmed! Niçin uyumadın? -Çalışıyordum... -Hangi derse? Fatih, mahcup bir eda ile sustu. Hocası önündeki evrakı karıştırdı ve onun ne ile meşgul olduğunu anladı. Küçük Mehmet İstanbul'u fetih projeleri üzerinde çalışıyordu... Daha bebekliğinden itibaren ecdadının İstanbul sevdasını hissetmişti. Babası ona "Oğlum, Konstantiniyye'yi fethetmelisin!" demişti. Hatta, devletin kurucusu Osman Gazi, "İstanbul'u aç, gülzar yap" dememiş miydi? Küçük Mehmed, büyük idealini açıkladı: -"Hocam, İstanbul'un bunca zamandır alınamaması içimi yakıyor. Peygamber Efendimiz'in aziz sahabelerinden beri hep kuşatılan ve o mübarek insanların kanlarıyla sulanmış Bizans Surları neden açılamıyor?
Müjdesi çoktan verilmiş olan o beldeyi fethetmenin yolu nedir? Bu soruyu kafamdan atamıyorum, uykularım kaçıyor, sabahlara kadar planlar yapıyorum..." Molla Gürani küçük Mehmed'in büyük planını tebrik etti. Hedef çok kutlu ve ulvi idi. Ancak, böylesine muhteşem bir müjdeye mazhar olabilmek kolay değildi. Çalışmak, olgunlaşmak, gelişmek ve bu büyük fethe maddesi ve manasıyla tam olarak hazırlanmak gerekirdi. "Dün mektebe geldi, bugün ustad olayım" dememek gerekti; Bu muazzam hedef için önce ilim, sonra da sarsılmaz bir iman, irade ve feraset sahibi olmak şarttı. Maddi ve manevi eğitim tamamlanmadan, o güzel müjdeye ulaşmak mümkün müdür? "İstanbul mutlaka fethedilecektir. onu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve onu fetheden asker ne güzel askerdir!" Bu güzellik ancak ilimle, irfanla, maneviyatla kazanılabilir. Bu kazançlara ulaşmak ise elbette kolay değildir.
Molla Gürani'nin Þehzade Mehmed'e yaptığı uyarı, tam bir eğitim gerçeğiydi. Olmadan oldurmak, yanmadan yakmak asla mümkün değildir hakikatini gösteriyordu. O günden sonra Fatih, gecesini gündüzüne katıp, ilimde, irfanda, ahlak ve edepte derinleşmeye, incelemeye, durmaksızın tekamüle koştu. O kadar gelişti ki, savaşta kullanacağı havan topunun bile mucidi oldu. Kendisine sunulan dervişlik lezzeti ve kuvvetiyle, nefsini ve şeytanı da manevi toplarla sindirdi. Bütün gayesi, İ'layı kelimetullah (Allah'ın adını yüceltmek) oldu. Her bakımdan o kadar gelişti ki, müttaki ve mübarek babası Sultan 2. Murad, daha 12 yaşındayken onu tahta çıkardı. Kendisi kalan ömrünü ahiret azığı hazırlamak üzere, Manisa'da geçirmeye karar verdi.
Bunu fırsat bilen Avrupa, saldırmak için harekete geçti. Sultan Mehmed babasını göreve çağırdı. Babasının "sultan artık sensin" demesine karşılık da, müthiş bir zeka pırıltısı ile şu cevabı verdi: -"Padişah bensem emrediyorum, gelip ordunun başına geçiniz! Eğer padişah siz iseniz gelip vazifenizin başında bulununuz!..." Sultan 2. Murad, anlaşma şartlarına uymayan düşmanlarına, hiç unutamayacakları Varna Zaferi dersini verdikten sonra, tekrar Manisa'ya döndü. Sultan Mehmed artık ilk hedefini, "Ya ben Bizans'ı alırım, ya da Bizans beni!" diyerek özetledi. Çünkü Bizans artık iyice köhnemişti. En kirli seviyesizliklerin, en kanlı entrikaların ve ifadesi bile caiz olmayan ahlaksızlıkların kaynağıydı. En önemlisi de adalet çoktan kaybolmuş ve Bizans bir zulüm batağı haline gelmişti.
53 gün süren bir kuşatma sonunda Bizans'ın kalbine girildi. Bu günler içinde hem gemileri karadan yürütecek kadar maddi buluş ve başarılar, hem de Ebu Eyyub el-Ensari Hazretleri'nin kabrinin keşfi gibi manevi güç patlamaları yaşandı. Asker coştu. En ümitsiz anlarda, Akşemseddin Hazretleri, Fatih'i takviye etti, ümitlendirdi, dualarıyla destekledi. Katıldığı kuşatma sırasında hastalanınca, "Beni İstanbul surlarına doğru yaklaştırabildiğiniz kadar yaklaştırın ve oraya defnedin" buyuran, Rasülüllah'ın Mihmandarı Eyyüb Sultan Hazretleri, askeri ateşlemiş ve cihad şevkiyle doldurmuştu. Bu aşkla surlara ilk çıkan Ulubatlı Hasan, gövdesine saplanan sayısız oka rağmen, sancağı yere düşürmeden Bizans Surları'nın burçlarına taşıdı. Bizans Surları'nda Kelirne-i Tevhid'in dalgalanması ile askerin surlardan içeri su gibi akması bir oldu...
Fatih Sultan Mehmed Han 21 yaşındaydı. Yanında, hocası Akşemseddin padişah sanılıyor ve bu nedenle ona çiçekler sunuluyordu. Bu mübarek adam "padişah ben değilim" diyerek talebesini gösteriyor ve çiçeklerin ona verilmesini istiyordu. Ancak Sultan Mehmed'de "padişah benim ama, o benim hocam" diyerek, çiçeklerin Akşemseddin'e verilmesini istiyordu. Bu güzel bir manzara idi. Fethin altındaki ilim ve hoca hürmetini nasıl da pırıl pırıl gösteriyordu. Þimdilerde Akşemseddin'siz Fatih olmak isteyenlerin kulakları çınlar mı bilemem?... Fatih, doğruca Ayasofya'ya geldi. Ayasofya'da üzerinde haç bulunan bir mermeri kırmaya çalışan yeniçeriliyi azarladı ve durdurdu. Cansız bir esere bile böylesine saygılı davranan Fatih, "karşı koymayanlara dokunulmamasını istedi. Kadınlara. çocuklara, yaşlılara, hastalara en küçük bir zarar verilmemesini emretti".
Fetih ordusunun Sultan'ın emri üzerine böyle insani, böyle kibar, böyle adaletli davranması yerli halkı hayran bıraktı. Hıristiyanların başı Patrik, Fatihin ayaklarına kapandı. Fatih onu omuzlarından tutup kaldırdı ve dedi ki: -"Bizim inancımıza göre, yalnız Allah'ın huzurunda secde edilir. Kula secde etmek haramdır. Kalkınız! Size ve bütün Hıristiyanlara her türlü hak ve hürriyetlerinizi garanti ediyorum. Artık hayatınız ve hürriyetiniz için asla bir korkuya kapılmayınız. Patrikhane, tarih içinde kazanmış bulunduğu haklarını koruyacaktır..." Gerçekten de şehre kısa bir zaman içinde huzur ve sükun geldi. Halbuki daha önce Katolik Hıristiyanlar İstanbul'u işgal etmiş ve her yeri harabeye çevirmişlerdi. Bu gerçek Bizanslılarca da bilinmekteydi. Papa'dan yardım isteyelim, onun askerlerine teslim olalım gibi tekliflere, Başbakan konumundaki Notaras şu cevabı vermişti: -"İstanbul'da Katolik şapkası görmektense, Müslüman sarığı görmeyi tercih ederim!" İşte selim akıl sahiplerinin arzu ettikleri olmuş, şehir o zamana kadar görmediği bir huzuru yaşamaya başlamıştı. Demek oluyor ki, Osmanlı şehri fethetmeden evvel, örnek adaletiyle gönülleri fethetmişti...
Fatih, aldığı eğitim sayesinde madde mana dengesini çok iyi kurmuştu. Karşısına çıkan bir dervişin "İstanbul'u bizim dualarımızla aldığını unutma" demesine şu karşılığı vermişti: -"Doğru dersin derviş baba... Amma sen de kılıcın hakkını unutma!..." Fatih Sultan Mehmed Han manevi himmetin elbette çok farkındaydı. Bu sebeple İstanbul'u fethettiği günkü sevinci hakkında şöyle demiştir: -"Bende gördüğünüz bu sevinç, yalnız bu kalenin fethinden değildir. Akşemseddin gibi aziz ve mübarek bir Allah dostunun benim zamanımda ve benimle beraber olmasındandır". Bu duygusunda o kadar samimi idi ki, Akşemseddin'in huzurunda elleri titrer ve heyecanlanırdı. Fatih, o mübarek zatı, "mehabet ve muhabbeti birleştiren bir kimse" olarak tarif ederdi. Akşemseddin, üzerinde böylesine nüfus sahibi olduğu Fatihi bırakıp, memleketi olan Göynük'e gitmiş ve orada vefat etmiştir. Alakasını mektupla devam ettirmiş ve talebesinin bütün ısrarına rağmen devleti yönetmekte vazife de almamıştır. Kendisi sadrazam olmayı istememiş.
Fatih'in de kendi yanında bir derviş olarak bulunmasını kabul etmemiştir. "Beraber bulunursak, manevi alemin zevki, seni devlet idaresinden alıkoyar" diyerek uzaklaşmayı tercih etmiştir. Fatihin ilk işi muazzam bir harabe halinde bulduğu İstanbul'u imara girişmek oldu. Þehrin imarı ile gönül imarı birlikte ele alındı. İlk Cuma namazı Ayasofya'da kılındı. Adına yaptıracağı cami ile birlikte. Eyyub Sultan Hazretleri'nin türbesi külliyesinin de temeli atıldı. Ve bugünkü İstanbul Üniversitesi'nin de başlangıcı olan ilim müessesesinin temelini attı. Bu binalar Fatih Cami etrafında bütün ihtişamı ile o günlerin bir şahidi olarak durmaktadır. Ayasofya ise, Fatihin bıraktığı şekle yeniden gelebilmenin hüzünlü bekleyişi içinde bulunuyor... Bugün Bizans kadar köhnemiş gönüller var. Hidayete muhtaç olan... Uzanacak bir el, sevgiler sunacak bir gönül hasreti içinde bekleşen milyonlar var... Yeniden bir fetih heyecanı içinde, "gönül fatihi" olacakları bekliyorlar.