Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979
368.Mektup
- Ayrıntılar
- Kategori: Mektubat-ı Rabbani
- Gösterim: 4865
368. MEKTUP
MEVZUU:
a) Kur'an-ı Kerim'in tümden şer'i hükümleri cami olduğunun beyanı.
b) Imam-ı Azam Hazretlerinin menkıbeleri.
c) Bu işin aslı şeriat olduğunun beyanı.
d) Sofiye-yi aliyienin medhi.
Ve bunlara münasip bazı hususlar.
NOT: Imam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Mahdumzade Hace Muhammed Said ile Mahdumzade Hace Muhammed Masum'a yazmıştır. Allahu Teala, her ikisine de selâmet ihsan eylesin.
Rahman Rahim Allah'ın adı ile...
Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına selâm.
***
Bilesin ki,
Kur'an-ı Mecid, şer'i hükümlerin tümünü camidir. Hatta, geçmişteki şeriatların dahi tümünü.
Bu babda netice söz şu ki: Bu şeriatın bazı hükümleri, nass ibaresi, nassın işareti, nassın delâleti, nassın iktizası bilinmektedir. Bu anlayışta, avam ve lügat ehlinden havas zümre aynı basamaktadır.
Bu hükümlerden bir başka kısım ise, içtihad ve istinbat yolu ile anlaşılan kabildendir. Bu anlayış dahi, müctehid imamlara mahsustur.
Cumhurun kavli üzere, müçtehidler olarak; Resulullah (sav) Efendimiz baştadır. Ashab-ı kiram dahi, müçtehiddir. Resululiah (sav) Efendimizin ümmetinden olan diğer müctehidleri de sayabiliriz.
Ne var ki, Resululiah (sav) Efendimizin zamanındaki içtihada kalan hükümlerde, bilhassa yanlış-doğru arasında bir tereddüd yoktu. Zira, o zaman vahiy zamanı idi. Kesin olarak gelen vahiy i!e yanlış doğrudan ayrılırdı. Hak, batıl ile karışık durmazdı.
Zira, Resulullah (sav) Efendimizin takriri ve batılı tesbiti artık aşılacak gibi bir şey değildir.
Amma, vahiy zamanının bitiminden sonra, müçtehidlerin istinbat yolu ile çıkardıkları hükümler öyle değildir. Zira, bunlarda, hata sevap atası tereddüdlüdür.
Üstte anlatılan mana icabı olarak; vahiy zamanında karar altına alınan içtihada dayalı hükümler yakini icap ettirir ve amele, itikada faydalıdır. Vahiy zamanından sonra ki, içtihada dayalı hükümler ise, zannı mucib olup yalnız amel için yararlıdır; itikad için değil.
Kur'an hükümlerinden bir üçüncü kısım daha var ki; beşer takat) onu anlamaktan yana acizdir. Bu hükümlerde, onları inzal eyleyen zattan gelecek bir ilâm olmayınca; o hükümleri anlamak tasavvur edilemez. Bu ilâm dahi, Resulullah'a mahsustur. Kendisinden başkasına hasıl olmaz. Ona ve âline salât ve selâm.
Bu kısım hükümler dahi, her ne kadar Kur'an-ı Kerim'den alınmış olsa dahi, onların muzhiri (açıklayanı veya açığa çıkarıp izhar edeni) Resulullah (sav) Efendimiz olduğundan, zaruri olarak sünnete nisbeî edilmiştir. Tıpkı içtihada dayalı hükümler dahi kıyasa nisbet edildiği gibi. Zira, kıyas dahi o hükümlerin açıklayanıdır.
Üstte anlatılan manadan olarak, gerek sünnet, gerekse kıyas hükümleri izhar eyleyen iki esastır. İsterse bu iki aıklayan arasında çok fark ofsun. O ikisi arasında çok fark vardır; zira:
BİRİNCİSİ görüşe istinad eder ki, onda hata yeri vardır.
İKİNCİSİ ise, yüce Hakkın ilâmı (bildirmesi) ile teyid edilmiş olduğundan, onda hata mecali yoktur.
Son kısmın asla kemal benzerliği olup hükümleri isbat eder gibidir. Her ne kadar, hakikat hükümlerin isbatında Kitab-ı Aziz yeterli ise de, üstteki mana da ondan uzak değildir.
***
Şunun bilinmesi yerinde olur ki, Peygamberden başkasına dahi, Peygamber karşısında ayrı görüş mecali buluna. Amma, içtihada dayalı hükümlerde. Amma o başkası, içtihad mertebesine ulasan biri ise.
Ancak, o hükümler ki, kesin ibare, kesin işaret, kesin delâlet ile sabit olmuştur; keza o hükümlerin ki izhar eyleyene sünnet olmuştur; bunlar için, hiç kimseye muhalefet mecali yoktur. Hatta, bu hükümlere tüm ümmetin tabi olması gereklidir.
İçtihada dayalı hükümlerde, Resulullah (sav) Efendimizin görüşüne tabi olmak; ümmetin müçtehidlerine gerekli değildir. Elbet doğru olan, o yerde; müçtehidin kendi görüşüne tabi olmasıdır.
***
Burada bir incelik var; onun da bilinmesi yerinde olur.
O peygamberler ki, ülü'l-azm peygamberlerin şeriatlarına uymak kendilerin vacib olmuştur. Bu hükümler ondandır ki, tabi olmak, onların kitaplarında veya sahifelerinde ibare, işaret, delâlet ile sabit olmuştur. Amma o ülü'l-azm peygamberlerin içtihadları, sünnetleri ile zahir olan hükümlere ittiba etmek gerekli değildir. Şu manadan ötürü ki, ümmetin müçtehidlerine de içtihada dayalı hükümlere ittiba etmek gerekli değildir. Nitekim, bu mana daha önce de geçti.
Kendisine tabi olunan peygamber için nasıl başkasının içtihada dayalı hükmüne tabi olmak caiz olur ki? O hükümler ki, onlar sünnete olarak açığa çıkarılmışlardır. Bunlar, ülü'l-azm peygamberlere ilâm sureti ile nasıl olmuş ise, ülü'l-azm peygamberlerinden başkalarına da yüce Hakkın ilâmı ile sabit olmuştur. Burada mütabaat nasıl olsun? Hatta bu hususta müta-baata mecal yoktur. Zira, her vakte göre ve her taifeye münasip hükümler kendi başına gelmektedir. Bir vakit olur ki, o vakitte uygun düşen bir şeyin haram olmasıdır; bir başka vakit ise, o şeyin helâl olması münasip düşer.
Ülü'l-azm peygamberlerden birine, bir işin helâl olduğu bildirildiği gibi, ondan başka ülü'l-azm olmayan bir peygambere dahi onun haram olduğu bildirilir.
Bütün bu helâl ve haram olma durumu, inzal buyurulan sahifelerden alınmıştır. (Yani kitaplardan...) Nitekim, müçtehidler, bir mehazdan iki tane birbirine muhalif hüküm çıkarmaktadırlar. Onların biri, aynı şeyin haram olduğunu anlar; diğeri ise helâl olduğunu.
***
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
-Son anlatılan ihtilaf, içtihada mecali vardır; zira hata ve sevap olma ihtimali bulunan reye dayanmaktadır. Lâkin bu mana için, yüce Hakkın ilâcında içtihad mecali yoktur. Zira, onun için, hata sevap arası terüddüd etmek caiz değildir. Hatta, Hak katında hüküm birdir. Eğer helâl ise, haram olma yeri yoktur; haram ise, helâl olma yeri yoktur.
Üstteki soruya şu cevabı veririm:
-Caizdir ki, bir sev bir kavme nispetle helâl ola ve bir kavme nispetle de
haram ola. Allahu Teala'nın bir vakada, kavimlerin taahdüdüne göre mütaaddid hükümleri vardır. Dolayısı ile üstte anlatılan manada hiçbir mahzur yoktur.
Evet, üstte anlatılan mana, Hatemü'r-rüsül Resulullah (sav) Efendimizin ümmeti hakkında sahih değildir. Zira, bütün insanlar, bu şeriatta tek hükümle hükm'olunmuşlardır. Bu şeriatta, tek bir vaka üzerinde Sübhan Allah'ın iki değişik hükmü yoktur.
***
Burada bir başka soru da şöyle sorulabilir:
-Enbiyadan ülü'l-azm bir peygamber bir işin helâl olduğuna hükmettiği, ona tabi olan bir peygamber dahi o işin haram olduğuna hükmettiği zaman gerekir ki; ikinci hüküm, birinci hükmü, nesnede. Böyle bir şey de caiz değildir. Şunun içindir ki: Neshetmek, ülü'l-azm peygamberlere mahsustur; onun gayrı neshedici olamaz.
Bu soruya da şu cevabı veririm:
-Neshetmek, ancak şu şekilde lâzım gelir ki; kâffe-i enama nisbetle ikinci hüküm daha umumi manada ola. Bu durumda, bir kavme mahsus olan birinci hükmü kaldırır. Halbuki ikinci hüküm burada umumi manada değildir. Meselâ, belli bir kavme nisbetle haram olduğuna hükmedilmiştir. Dolayısı ile, ilk hükümle bunun arasında birbirine münafi bir durum yoktur. Görmez misin ki, müçtehidin biri bir vakanın helâl olduğuna hükmeder. Bir başka müçtehid İse, aynı vakanın haram olduğuna hükmeder. Aralarında nesih diye bir şey de asla yoktur, isterse aralarında açık fark olsun. Çünkü, burada görüş vardır; öbür yanda ise, ilâm (bildirme) vardır. Görüşte, hükmün taaddüdüne yer vardır; amma ilâmda teaddüd yeri yoktur. Ne var ki, kavmin taahdüdü bu işi caiz kılar. Nitekim bu mana daha önce de geçti.
Lügat ciheti ile, geçen ülü'l-azm peygamberlerin kitaplarından ve sahifelerinden anlaşılan şeriat hükümlerine gelince: Onlara tabi olan peygamberler için asla bunlara muhalefet mecali yoktur. Zira bu hükümler bütün insanlara göre gelmiştir. Durumu tabi olmak olan her peygamber, hangi kavme gönderilir ise gönderilsin; hangi kavmi davet ederse etsin o hükümlerin hilâfına bir tebliğ yapamaz.
O hüküm eğer helâl ise, herkes için helâldir. Şayet haram ise, herkese haramdır. Taa, ülü'l-azm peygamberlerden biri gelip de o hükmü kaldırıncaya kadar. İş bu vakittedir ki, nesih durumu tasavvur edilir. Ancak nesih, lügat hasebi ile inzal buyurulan sahifelerden alınan hükümlerin itibarına göredir. O hükümler ki ictihad ve ilâm ile sabit olmuştur; kıyasa ve sünnete bağlanmıştır; bunlarda nesih tasavvur edilemez. Zira bu hükümler bazısına göre yerinde olur; bazısına göre de yerinde olmaz. Bir peygamberin içtihadı, keza sünneti; bir başka peygamberin içtihadını ve sünnetini kaldırıcı olamaz. Zira, biri bir kavme nisbetle olurken; diğeri bir başka kavme nisbetle olmaktadır. Şayet iki hükmün muhtelif olması bütün insanlara nisbetle ve aynı kavme nisbetle olur ise, elbette o zaman nesih meydana gelir.
Nitekim, bizim şeriatımızda hüküm, bütün insanlara göre gelmiştir, ikinci hüküm, evvelki hükmü neshetmektedir. Bu manadan olarak, Resulullah (sav) Efendimizin sonraki sünneti dahi evvelki sünnetini nesheder.
Hazret-i İsa'nın (as) nüzulünden sonra dahi, bu şeriatın neshi caiz olamaz. Çünkü o, Resulullah (sav) Efendimizin şeriatına tabi olacaktır; onun sünnetine ittiba edecektir.
Olur ki zahir uleması mehazın derinliğinden ve işin tam manası ile inceliğinden dolayı Hazret-i isa'nın içtihadını inkâra yellenirler. Onun içtihadlarını Kur'an'a ve hadise muhalif sayarlar. ictihad meselesinde; Hazret-i İsa, Hazret-i İmam-ı Azam Kufi gibidir.
İmam-ı Azam, vera (şüpheli işlerden dahi korunmak) ve takva sahibi olmak bereketi, sünnete tabi olmak devleti ile içtihadda ve hüküm istinbat etmekte öyle yüksek bir dereceye nail olmuştur ki, sonrakiler, onu anlamaktan dahi aciz kalmışlardır. Derin manalarının inceliğinden ötürü, onları Kur'an'a ve hadise muhalefet saymışlardır. Onu ve arkadaşlarını sadece bir re'y (görüş) sahibi zannetmişlerdir. Bütün bunlar onun ilminin, dirayetinin hakikatına ulaşamamaktan ve onun anlayışına ve ferasetine muttali olmamaktan ileri gelmektedir.
Amma, İmam-ı Şafii Hazretlerini o türlü isnadları yapanlardan ayırmak gerek. Zira o, İmam-ı Azam Hazretlerinin fıkıh inceliğinden bir nebze görmüştür. Bunun için de şöyle demiştir:
-Bütün insanlar, fıkıhta Ebu Hanife'nin (İmam-ı Azam'ın) ayalidir.
Yazıklar olsun o kusurlulara ki, böyle bir cür'ete girip kendi kusurlarını başkalarına bağlarlar.
Bir şiir:
Ayıplarsa kusurlu biri bilmeden onları;
Kem sözlerden beridir hep onların sahaları.
Kıralabilir mi hiç o zinciri hilekâr tilki;
Bağlanmıştır onlarla dünyanın tüm arslanları.
***
Hace Muhammed Parisa Fusul-u Sitte'de şöyle demiştir:
"Nüzul ettikten sonra Hazret-i İsa (as) Ebu Hanife'nin mezhebi ile amel edecektir.
Mümkündür ki bu cümle, yukarıda da anlatıldığı gibi, Hazret-i isa (as) ile İmarn-ı Azam Hazretlerinin benzerliği dolayısı ile söylenmiştir. Yani Hazret-i isa'nın (as) içtihadı, İmam-ı Azam Hazretlerinin içtihadına muvafık olacaktır; amma İmam-ı Azam Hazretlerini taklid etmeyecektir. Zira, onun Şanı, ümmet ulemasını taklid etmekten yana yücedir.
Hiçbir tekellüf ve taassup şaibesi olmadan deriz ki:
-Hanefi mezhebinin nuraniyeti, keşfe dayalı nazarda büyük bir deniz gibi zahir olup görünmektedir. Sair mezhepler dahi, havuzlar ve kanallar gibi zahir olmaktadır..
Yine zahirde mülahaza edildiği zaman, görülecektir ki, ehl-i İslâm'dan süvad-ı Azam Ebu Hanife'nin mezhebine tabi olmuşlardır. Allah'ın rızası ve rahmeti onun üzerine olsun.
Bu mezhebin, tabi olanların çokluğuna rağmen, usulde ve füruda diğer mezheplerden ayrı mümtaz bir durumu vardır. Bunun, istinbattaki yolu tek basınadır. Anlatılan bu mana, hakikattan haber vermektedir. Hayret edilecek bir manadır. Şöyle ki:
İmam Ebu Hanife, sünnete uymakta hepsinden kıdemlidir. Hal böyle iken, mürsel hadisleri müsned hadisler gibi itikad edip mütabaata müstahak görür ve bunları kendi görüşüne takdim eder. Sahabenin kavlini dahi, kendi görüşünden önde bilir. Zira, onlar, Hayrü'l-beşer Resulullah (sav) Efendimizin sohbetine nail olmuşlardır.
Amma, diğerleri böyle yapmazlar.
Durum yukarıda anlatıldığı gibi olmasına rağmen, muhalifleri onu görüş sahibi sanır; dolayısı ile kendisine edep dışı lâfızlar kullanırlar. Halbuki, onun ilimdeki kemalini, veranın ve takvasının ziyadeliğini itiraf etmektedirler.
Allahu Teala, onlara tevfik ihsan eylesin. Ta ki, dinin reisine, ehl-i İslâm'ın ve Müslümanlardan süvad-ı azamin reisine eziyet etmeyeler. Zira, bir ayet-i kerimede belirtildiği gibi, Allah'ın nurunu söndürmek isterler.
O kimseler ki, bu büyüklere:
-Görüş sahibi (sahib-i re'y) ederler; bunların itikadları odur ki; o büyükler, kendi görüşlerine göre hüküm verip Kur'an'a ve hadise tabi olmazlar.
Süvad-ı Azam dahi, bunların bozuk kanaatlanna göre; dalâlette kalan bid'atçılardır. Hatta, ehl-i İsiâm zümresinin dahi haricindedirler. Onlar hakkında böyle bir itikad besleyen öyle cahil kimsedir ki, kendi cehaletinden dahi haberi yoktur. Yahut da, o zındıktır ki, dinin yansını iptale çalışır.
Şu kimsenin cehaleti ne kadar büyüktün Sayılı hadisler toplamıştır; şeriat hükümleri dahi onlara inhisar ettirmiştir; bildiğinin dışında kalanı nefyedip kendince sabit olmayanı da atmıştır.
Bir şiir:
O ki saklanıp kalmıştır taş içerisine;
Başka ne yer vardır, ne de sema kendisine.
Yazıklar olsun onlara. Soğuk taassuplarına ve bozuk nazarlarına.
Halbuki, fıkhın banisi Ebu Hanife'dir. Fıkhın dörtte üçü ona bırakılmıştın kalan dörtte birde dahi diğerleri müşterektir.
O fıkıhta hane sahibidir; diğerleri de tümden onun ayalidir.
Bu mezhebi tutmakla beraber, İmam-ı Şafii'ye zati mahabbetim vardır. Onun büyüklüğüne inanırım. Bunun için de, bazı nafile ibadetlerde ona uyarım.
Amma ne yapabilirim ki? İlminin bolluğu, takvasının kemali ile Ebu Hanife'nin yanında diğerlerini çocuklar gibi bulmaktayım.
Emir, yüce Sübhan Allah'ındır.
***
Biz yine esas kelâma dönelim. Deriz ki:
-Yukarıda da geçtiğine göre; içtihada dayalı hükümlerin ihtilâfı, neshi gerektirmez. İsterse, bu ihtilâf, bir peygamberden sudur etmiş olsun.
Amma, Kur'an'da ve hadiste vaki olan ihtilâf böyle değildir. Daha önce de tahkiki yapıldığı gibi bu, neshi gerektirir.
Şimdi takarrür eden şu ki; şer'i hükümlerin isbatına muteber olan Kur'an ve hadistir. (Yani kitap ve sünnet...) Müçtehidlerin kıyası ve ümmetin icmaı dahi, hükümlerin isbatında geçerlidirler.
Üstte anlatılan dört delilden başkası hiçbir şekilde, hükümlerin isbatına yararlı değildir. Ne ilham, haramı ve helâli isbat edebilir; ne de batın erbabının keşfi farzı ve sünneti anlatabilir.
Velâyet-i hassa erbabı dahi, müçtehidlere uymakta, avam mü'minlerle aynı durumdadır. Keşif ve ilham başkaları üzerine bu babda onlara bir meziyet getirmeyeceği gibi, onları uymak bağından da kurtaramaz.
Bu manada Zünnun, Bistami, Cüneyd, Şibli; avam mü'minlerden olan Zeyd, Amr, Bekir, Halid ile içtihada dayalı hükümlerde müçtehidlere uyma şanında aynı durumdadırlar.
Evet, bu büyüklerin meziyetleri vardır; amma başka manadadır. Zira, bu zatlar, keşif ve müşahede erbabıdır. Aynı zamanda, tecelli ve zuhurat erbabıdır. Hakiki mahbubun mahabbet istilâsı dolayısı ile yüce Sultan'ın gayrını bırakmışlardır. Gayrı görüp gayriyet idrak etmekten de azad olmuşlardır. Eğer onlar için hasıl olan bir şey var ise, o da Sübhan Allah'tır. Eğer vasıl olmuşlarsa, yine o yüce Zat'a vasıl olmuşlardır.
Onlar alemdedirler, amma alemin kendisi ile olmazlar; nefisleri ile olurken de, yine nefisleri ile değillerdir. Eğer yaşarlarsa, onun için yaşarlar. Ölürlerse, yine onun için ölürler.
Onların müptedileri dahi, alem zerrelerinden her zerrenin aynasında; mahabbetin ağır basması dolayısıyı ile matlubu müşahede eder. Her zerreyi dahi, bütün esma ve sıfat kemalâtını cami bulur.
Onların müptedileri üstte anlatıldığı gibi olunca, müntehilerinden ne anlatayım? Onların alâmetlerini nasıl açıklayayım? Zira, onların alâmetleri yoktur. Onların ilk adımları masivayı unutmaktır. İkinci adımlarını nasıl anlatayım ki, o afakin ve enfüsün dışındadır.
İlham o büyükleredir; kelâm, onlar içindir.
O zümrenin ileri gelenleri, ilimleri ve sırları asıldan tasavvutsuz olarak alırlar.
Bir müçtehid, kendi görüşüne ve içtihadına nasıl tabi ise, bunlar dahi marifette ve vecidlerde kendi ilhamlarına ve ferasetlerine tabi olmaktadırlar.
Hazret-i Hace Muhammed Parisa şöyle yazdı: -Hızır'ın (as) ruhaniyeti, ledünni ilimlerin gelmesinde vasıtadır. Zahir olan mana şu ki: Bu kelâm, iptida ve orta hallere nisbetledir. Müntehinin muamelesi, bir başkadır. Nitekim, açık keşif, buna şehadet eder. Üstte anlatılan manayı, Şeyh Abdülkadir Geylani'den -Allah sırrının kudsiyetini artırsın- yapılan bir nakil teyid etmektedir. Şöyle ki:
-Bir gün o, minbere çıkmış; ilimleri ve maarifi beyan ediyordu. Bu esnada oradan Hızır (as) geçti. Şeyh ona seslenerek, şöyle dedi:
-Ey israili, gel de Muhammedi kelâmı dinle.
Üstteki Şeyh Geylani'ye ait ibareden de anlaşılmaktadır ki, Hızır (as) Muhammedi'lerden değildir; sabık milletlerdendir. Durum böyle olunca, o nasıl Muhammedi'lere tavassut edebilir?
Burada anlatılan manalardan da tahakkuk etti ki, ilimler ve maarif, bir başka şey olup şer'i hükümlerin ötesindedir. Elhüllah dahi, onlarla bir hususiyet kazanmıştır, isterse o maarif, bu hükümlerin neticeleri ve semereleri mahiyetinde olsun.
Ağaç dikmekten gaye, meyvelerin huşu! bulmasıdır. Ağaçlar ayakta kaldıkça, onların meyveleri de düşecektir. O ağaçların köküne ki, hale geldi; meyveler dahi yok oldu.
O ne büyük hamakattır ki, ağacı kökünden söküp de meyveler düşürülmeye çalışılır. Halbuki, ağaçlar, her ne kadar bakımlı olsalar, ondan o kadar taze meyveler daha çok ve daha bolca meydana gelir. Her ne kadar meyve gaye ise de, ağacın bir parçasıdır
Yerinden olur ki, şeriata tutunan kimse ile, şiraatta müdahaneci bu manada kıyas edile.
O kimse ki, şeriata tutunmuştur; marifet sahibidir. Onun şeriata tutunması, her ne miktar artar ise, marifeti dahi o nisbette bol olur.
O kimse ki, müdanecidir; marifetten yana bir nasibi yoktur. Faraza, kendi zu'müne göre, bir şeyi olsa dahi, isterse hakikatta hiçbir olma hükmünü taşımasın. İstidrac kabilinden olmaktadır. Bu manada, cukiye ile birehmenlerle iştiraki vardır.
Şeriatın reddettiği hangi hakikat olur ise olsun; o zındıklık ve ilhaddır.
Caiz olur ki, yüce Allah'ın zatına, sıfatına, ef'aline taalluk eden bazı sırlar ve incelikler ehlüllahın havas zümresine anlatıla ki, bu sırlardan ve inceliklerden yana şeriat sükut durmakdır.
Yine bu manadan olarak; harekâtta ve sekenatta Allahu Taala'dan izin olup olmadığını dahi alalar.
Yine o Sübhan Hakkın razı olduğu şeylerle razı olmadığı şeyleri bileler.
Bu zatlar, çoğu kez, bazı nafilelerin edasını uygun bulmayıp onun terki yolunda izin almışlardır.
Bazı zamanlar dahi, uyumanın, ayık durmaktan daha iyi olduğunu anlarlar.
Şer'i hükümler, bazı vakitlerde belirlenmiştir, ilhama dayalı hükümler ise, bütün vakitlerde sabittir. Böyle olunca, bu zatların duruşları ve hareketleri izne bağlıdır.
Zaman olur ki; başkalarına göre nafile olan ibadetler, bunlara farz gibi olur. Meselâ bir fiili ele alalım; Şeriat hükmünce, bir şahsa nisbetle nafiledir; ilhamı hükmünce de, diğer bir şahsa göre farz olur.
Başkaları bazan nafile eda ederler; bazan da muhab işleri yaparlar. Amma bu büyükler, fiilleri Mevlâna'nın emri ve izni ile olduğundan, bütün fiilleri farzlardan ve müstahablardan sayılır. Başkalarının yanında mubah olan, bunlarda farzdır.
işte o büyüklerin yüksek şanı bu manadan idrak edilmelidir.
Zahir uleması, dünya işlerindeki gaybe dair haberleri peygamberlere mahsus kılarlar. Onlara salâtlar ve selâmlar olsun. Bu ihbarlara, onlardan başkalarını ortak etmezler. Halbuki, böyle bir mana, verasete aykırıdır. Din-i Metin'e taalluku olan birçok ilimleri ve sahih marifetleri nefyetmektedir.
Evet, şer'i hükümler, edille-i erbaaya (dört delile) bağlıdır. Onlarda ilhamın yeri yoktur. Lâkin, şer'i hükümlerin ötesinde çokça dini işler vardır. O manada dahi, ilham olup beşinci asıldır. Hatta, şöyle demek de mümkündür:
-Üçüncü asıl ilham olup Kur'an'dan ve hadisten sonra bu asıl vardır; alemin inkırazına kadar da bu asıl kalacaktır.
Üstte anlatılan manadan anlaşıldığına göre; başkalarının onlara nisbeti nedir ki? Çoğu zaman, başkalarından bir ibadet sudur eder ki, rızaya uygun değildir. Bu zatlar dahi, bazı zamanlar ibadeti terk ederler; amma bu rızaya uygun düşer. O kadar ki bu büyüklerin terk etmesi, Hak Taala katında başkalarının fiilinden daha faziletli olur. Avam ise, bunun hilâfına hükmeder; başkalarının abid itikad ederken, bunları muattal mekkâr görür.
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
-Din, Kur'an ve hadisle tamamen kâmil olduğuna göre; bu kemalden sonra, ilhama ne hacet? Kalan ne gibi bir noksan vardır ki, ilham ile tekâmül ede?
Bunun için şu cevabı veririm:
-ilham dinin gizli kalan kemalâtını izhar eylemektedir. Dinde fazladan kemalâtı isbat etmemektedir. Nitekim, ilham dahi hükümleri açığa çıkarmaktadır.
İlham, öyle sırları ve incelikleri meydana çıkarır ki; pek çok kimselerin fehmi onları idrakten yana kusurludur. İçtihad ile, ilham arasında açık bir fark olsa dahi durum budur.
İçtihad, bir görüşe dayanmaktadır; ilham ise, o görüşü yaratan yüce Sultana.
Bu manadan zahir olmaktadır ki, ilhamda asaletten bir kısım vardır; bu asalet kısmı ictihadda yoktur.
Daha önce de anlatıldığı gibi, ilham sünnetin mehazı olan peygamberin ilamına (bildirmesine) benzemektedir.
Her ne kadar ilham zanna dayalı, ilâm dahi kafi olsa da durum budur.
Bir ayet-i kerime meali:
"Rabbımız, bize katından rahmet ver. İşimizde bizim için muvaffakiyet hazırla."(18/10)
Hüdaya ittiba edenlere selâm.
***