Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979
367.Mektup
- Ayrıntılar
- Kategori: Mektubat-ı Rabbani
- Gösterim: 5555
367. MEKTUP
MEVZUU: Resulullah (sav) Efendimize mütabaatın dereceleri ve mertebeleri vardır ve bunlar yedidir. Her derecenin dahi tafsilli beyanı yapılmaktadır.
Ve bu münasebetle bazı hususların da beyanı.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Seyyid Şeyh Muhammed'e yazmıştır. Allah'a hamd olsun. Selâm olsun onun seçmiş olduğu kullarına.
***
Resulullah (sav) Efendimize mütabaat ki, din ve dünya saadetinin başıdır; o mütabaatın dereceleri ve mertebeleri vardır. Ona ve âline salât, selâm olsun.
BİRİNCİ DERECE
Bu derece, ehl-i i slâm'dan avam içindir. Ki bu, kalbin tasdikinden sonra, nefsin itminanından evvel Resulullah (sav) Efendimizin sünnetlerine tabi olup şer'i hükümleri yerine getirmektir. Nefsin itminanı velayet derecesine bağlıdır.
Zahir uleması, abidler, zahidler, muameleleri nefis imtinanına ermeyen herkes, bu derecede ortaktırlar. Yani mütabaat olarak hemen hepsi de, tabi olmak basamağında suret olarak aynı seviyededirler.
Bu makamda nefis küfründen ve inkârından halâs olmadığı için; şüphesiz mütabaat suret olarak bu derecede ona mahsustur. Mütabaatın bu sureti, mütabaatın hakikati gibi, ahiret necatını ve felahı mucib olmaktadır. Cehennem azabından dahi kurtarır. Cennete girme müjdesini de verir. Sübhan Hakkın kereminin kemalindendir ki, nefsin inkârına itibar etmeyip
kalbin tasdikini yeterli bulur. Necatı dahi, bu tasdike bağlı kılmıştır.
Bir şiir:
* * *
Kabul buyurur o yaşı ki
gözlerim akıtır;
O zat ki, yağmur
damlalarından inci yaratır...
İKİNCİ DERECE
Yani Resulullah (sav) Efendimize mütabaat olarak. Bu dahi, Resulullah (sav) Efendimize sözlerinde, amellerinde tabi olmaktır ki; batına taalluku vardır. Tarikat makamına taalluk eden manevi illetleri, batini marazları izale, düşük sıfatlan kaldırmak ve huylan güzelleştirmeyi söyleyebiliriz.
Tabi olmaktan sayılan bu derece, sülük erbabına mahsustur. Ki bunlar, uyulan şeyhten sofiye tarikatını alarak, seyr-i ilellah vadilerini ve geçitlerini kat etme durumundadırlar.
***
ÜÇÜNCÜ DERECE
Mutabaattan bu üçüncü derece dahi, Resulullah (sav) Efendimize; hallerinde, zevklerinde, vecidlerde tabi olmaktır. Böyle bir mütabaat, velâyeti hassa makamına mahsustur. Bu derece dahi, velayet erbabına mahsustur. Amma ister meczub olarak salik olsun, ister salik olarak meczub olsun.
Velayet mertebesi sona erdikten sonra nefis mutmainne olup inadından ve tuğyanından da döner. İnkârdan ikrara, küfürden dahi İslâm'a intikal eder. Bundan sonra, mütabaat olarak her ne yapar ise, mütebaatın hakikati olur.
Eğer namazını eda edecek olur ise, mütabaatın hakikatini eda etmiş olur. Yani namazın edasında.
Oruçta ve zekâtta dahi durum budur; bu kıyas variddir. Bütün şer'i hükümlerin yerine getirilmesinde mütabaatın hakikati vardır.
Buruda şöyle bir soru sorulabilir:
-Namazın ve orucun hakikat manası nedir? Halbuki bunlardan her biri, ? belli bir fiili yapmaktan ibarettir. Bu fiiler de emredildiği şekilde yapılınca, hakikat eda edilmiş olur. Bunun ötesindeki suret nedir? hakikat nedir?
Bunun için su cevabı verebilirim:
-Bir müptedinin ki, nefs-i emmaresi vardır. Bu nefs-i emmare dahi, bizzat semavi hükümleri inkâr etmektir. Şeriat hükümlerinin böyle biri tarafından yerine getirilmesi hali ile, sureti itibar ile olmaktadır.
Amma müntehinin nefsi mutmainnedir. Şer'i hükümleri dahi rıza ve rağbetle kabul etmektedir. Bu müntehinin yerine getirdiği şeriat hükümleri ise, hakikat itibarı iledir.
Burada misal olarak, bir Müslüman ile bir münafıkı ele alalım; her ikisi ne namazı eda etmektedir. Münafıkta batın inkârı bulunduğundan, ancak ondan namazın sureta edası sudur eder. Müslümanda dahi, batini inkiyad
Bulunduğundan, münafıka bakarak, namazın hakikati ile gönlünü süslemiştir.
Anlatılan manaya bakılarak,
suret ve hakikat batının inkârı ve ikran sebebi ile olmaktadır.
***
DÖRDÜNCÜ DERECE
Bu dahi, mütabaattan bir derecedir.
Anlatılan birinci derecede, bu mütabaatın sureti vardın bu dahi itibarın hakikatidir.
Mütabaatta sayılan bu dördüncü derece, rasihun ulemaya mahsustur. Allahu Teala, onların çalışmalarını şükrana lâyık eylesin. Zira, bunlar mütabaat devleti ile tahakkuk etmektedirler. Amma nefsin itminanından sonra.
Her ne kadar evliyaya bir parça nefis itminanı hasıl olsa dahi, amma kalb temkininden sonra. Ne var ki, kemal manada itminan, nefis için nübüvvet kemalâtının tahsilinde hasıl olur. Ulemanın dahi veraset yolu ile ondan nasibi vardır.
Rasihun ulema, şeriatın hakikati ile tahakkuk etmişlerdir. Bu dahi, ittiba etmenin hakikatidir. Bu tahakkukta vasıta dahi, kemal manada nefsin itminanıdır.
Anlatılan manadaki kemal, bunların gayrında olmadığı için, zaman zaman şeriatın suretini karıştırırlar. Bazan dahi, şeriatın hakikati ile tahakkuk ederler.
Burada, rasihun üzerine bir beyan yapalım. Ta ki, her zahir alim, rüsuh iddiasına girmeye. Kendi emmare nefsini dahi, rasil alimin mutmainne nefsi gibi sanmaya.
O, öyle bir şahıstır ki, Kur'an ve hadis müteşabihatından nasibi vardır. Surelerin başlarında bulunan mukattaat-ı huruf sırlarından yana da hazzı vardır.
Müteşabihattan tevili, derin manalı sırlar cümlesindendir. Tahayyül edilmeye ki; orada geçen:
"Yed.." (E) lâfzı kudret tevillidir.
"Vech..." (Yüz) vechinde dahi, zat tevili vardır. Zira, böyle şeyler, zahir ilminden gelir ki, sırtardan yana dokunduğu yoktur.
Bu sırların sahibi, enmiyadır. Onlara salât ve selâm olsun. Bu rumuzlar dahi, onların muamelelerine işarettir. O büyüklere tebaiyet ve veraset yolu ile, kendisi için murad edilen herkes bu büyük devletle müşerref olur.
Mütabaattan sayılan, nefsin itmanına, şeriat sahibi Resulullah (sav) Efendimize mütabaatta hakikati bulmaya bağlı bulunan bu derecenin husulü zaman zaman fena ve beka tavassutu olmadan, sülük ve ezbe tevessülüne girmeden de müyesser olur.
Yine mümkündür ki, hallerden, vecidlerden, tecellilerden, zuhurattan yana bir şey orada olmaya. Bu devlet dahi vaktin nakdi ola.
Ne var ki, bu devlete vusul bulmak; diğer yollara nisbetle velayet yolundan olması daha yakındır. Fakir'in kanaatına göre; diğer yol da, sünnet-i seniyeye tabi olmayı bırakmamak ve bid'atın isminden ve resminden kaçmaktır.
Bir kimse ki, bid'at-ı seyyieye düşmek kaygısı ile bid'at-ı haseneden dahi sakınmaz ise, onun ruh nuru bu devletin rayihasını alamaz.
Bu mana, bugün için cidden zordur. Zira, alem bid'at deryasına dalmıştır; onun zulmetleri ile yetinmektedir. Sünnetin ihyası ve bid'atin kalkması için kimde mecal var ki?
Bu vaktin alimlerinden pek çoğu, bid'atı revaçta tutmaya ve sünneti imha etmeye bakmaktadırlar. Biçok bid'atın cevazına fetva vermektedirler. Hatta halkın taamülü sebebi ile onun hasene olduğuna kail olmaktadırlar. Hatta, insanları dahi onu yapmaya delâlet etmektedirler.
Keşke bileydim, yarım bid'at şüyu bulduğu, batıl dahi örf haline geldiği zaman ne diyecekler? Bu da onlara göre taamül olacak mıdır? Acaba bilmezler mi ki, her taamül istihsan delili olamaz.
Asıl muteber olan taamül odur ki, birinci asırda buluna ve onun üzerine tüm nasın dahi icmaı oldu.
Nitekim bu mana, Fatava-i Gıyasiye'de anlatıldı.
Şeyhü'l-İslâm Şehid (rh) şöyle dedi:
-Belh meşayihinin istihsanını alamayız. Biz, ancak daha önce geçen arkadaşlarımızın kavline göre olan istihsanı alırız.
Çünkü, taamülün bir beldede bulunması onun cevazına deli! olamaz. Onun cevazına delil olması için, birinci asırdan devam edip gelmesi gerekir. Böylece, Resulullah (sav) Efendimizin ikran ile de meşruluğunu kazanmış olur. Durum böyle olmayınca, onların fiili bir hüccet olamaz. Meğer ki, tüm beldelerde bütün insanların bir iş üzerinde icmaı ola. Böyle olunca, icma hüccettir.
Görmez misin ki, tek yerde şarap satmak ve faiz üzerinde taamül olsa, onun helâlliği üzerine fetva verilmez.
Şu manada dahi, hiç şüphe edümeye: Bütün insanların taamülü üzerinde bilgi sahibi olmak, cümle karyelerin ve beldelerin ameline vukuf peydah etmek beşer takatinin dışındadır.
Birinci asırdaki taamül, hakikatte Resulullah (sav) Efendimizin takriri olup onun sünnetine racidir.
Bid'at nere? O bid'atın hasene oluşu nere?
Resulullah (sav) Efendimizin sohbeti, ashabda cümle kamalâtın husulü için yeterlidir.
Sofiye yoluna girmeden, cezbe ve sülük ile mesafe kat etmeden; geçmişteki ulema arasında rüsuh devleti ile müşerref olan hemen her biri; sünnet-i seniyeye tutunup beğenilmeyen bid'attan kaçınmak sureti iie müşerref olmuştu. O sünnet-i seniyenin sahibine salât, selâm ve tahiyyet olsun.
Allah'ım, bize sünnet-i seniye üzerinde sebat ihsan eyle. Bid'atı irtikâb etmekten dahi bizi koru. Sahib-i sünnet hürmetine, ona ve âline salât ve selâm olsun.
***
BEŞİNCİ DERECE
Yani Resulullah (sav) Efendimize mütabaat yolunda.
Bu derece, Resulullah (sav) Efendimizin kemalâtına ittibadır. Ona ve âline salât ve selham olsun. Bu kemalâtın husulünde ilmin ve amelin bir dahli yoktur. Elbette bu kemalâtın husulü, sırf Sübhan Hakkın fazlına ve ihsanına bağlıdır.
Bu derece, cidden yüksektir. Bundan önceki derecelerle bunun hiçbir bağlantısı yoktur.
Bu derecede anlatılan kemalât, asaleten ülü'l-azm peygamberlere mahsustur. Kendisi için murad edilen herkes dahi bu devletle veraset ve tebaiyet yolundan müşerref olur.
***
ALTINCI DERECE
Bu derece dahi, mütabaaî yolundaki derecelerin altıncısıdır. Amma, Resulullah (sav) Efendimizin mahbubiyet makamına mahsus olan kemalde ittibadır.
Beşinci derecede anlatılan kemalâtın gelmesi mücerred fazi ihsan ile olduğu gibi; altıncı derecedeki kemalâtın gelmesi dahi faziletin ve ihsanın da üstünde bulunan mücerred muhabbetle olmaktadır.
Bu dereceden dahi, azdan da az kimseye nasip vardır.
Birinci dereceden başka anlatılan beş derecenin hepsi de, uruc makamına taalluk etmektedir. Bunların husulü dahi yükselmeye bağlıdır.
***
YEDİNCİ DERECE
Bu dahi bir mütabaat derecesi olup, nüzul ve hübuta taalluku vardır. Bu derecede, bundan önce anlatılan tüm dereceleri içine almaktadır. Çünkü bu yerde, yani nüzul yerinde kalbin tasdiki ve temkini, nefsin itminanı, kalıbın dahi itidali vardır. Şunun için ki: Tuğyandan ve inattan geçip sakına.
Bundan önce anlatılan dereceler, bu derecenin cüzleri gibidir. Bu derece dahi onların bütünü.
Bu makamda tabi olan için, tabi olunana göre bir benzerlik hasıl olmaktadır. O kadar ki, aradan tebaiyet ismi kalkar. Tabilik ve metbuluk imtiyazı zail olur. Tevehhüm edilir ki, tabi olan her ne almakta ise, asıldan almaktadır. Yani metbu gibi. Sanki, her ikisi de tek bir gözeden su içmektedir. Sanki onlar, bir yastığa dayalı boyun gibidir. Sanki onlar, şekerle süt gibi olmuştur. Tabi nerede? Metbu nerede? Tebaiyet nerede? Zira, ittihad nisbetinde değişik olmanın yeri yoktur.
Asıl şaşılacak bir durum şu ki: Her ne zaman, bu makamda derin nazara dalınca, tebaiyet nisbeti asla melhuz ve manzur olamaz. (Yani ne görülür ne de düşünülür) Kesin olarak, tabiiyet ve meîbuiyet imtiyazı dahi müşahede edilmez.
Şu kadarı bilinip idrak edilir ki: Tabi olan kendisini peygamberinin tufeylisi (uydusu) ve varisi bilir. O Peygambere ve onun âline salât ve selâm olsun. Halbuki tabi olan ne tufeyli olmaktadır, ne de varis. İsterse, hepsi de
tebaiyet yolunda olsun.
Bu babda zahir olan mana şu ki: Tabi olana göre, metbuun arada hail olması vardın lâzımdır. Amma tufeyli veya van'ste asla hail olmak lâzım değildir.
Tabi olan hissesini yer. Tufeyli ise, onun zımnında çeliştir.
Hulasa, varlık meydanında hangi devlet gelirse gelsin. Onlar ancak enbiya içindir. Onlara salât ve selâm olsun. Ümmetlerin saadetinden sayılır ki, enbiyanın uydusu olarak, o devletten haz ve nasib alalar. Hisselerine düşenden tahi tenevül edeler.
Bir şiir:
Bilirim ki katılamam
onun süvarisine;
Yeter bana, peşinden
dinleyip uymam sesine.
***
Kâmil olan tabi, o kimsedir
ki mütabaat şanında anlatılan bu yedi derece ile manasını bezer. O kimse ki,
bazısında mütabaatı vardır, bazısında dahi yoktur, böyle olan bir kimse, umumi
manada bir tabi olmaktadır. Amma değişik dereceler üzerine.
Zahir uleması, birinci
derece ile mesrur olmaktadırlar. Keşke bu dereceyi de tamamlamış olsalardı.
Bunlar, mütabaatı, yalnız şeriatın suretine inhisar ettirdiler. Sandılar ki,
onun ötesinde bir başka emir yoktur. Mütabaat derecelerinin husulü için vesile
olan sofiye tarikatını dahi fazladan bir şey tasavvur ettiler. Bezdevi ve
Hidaye hariç, pek çoğu kendisi için iktida edilecek bir şeyh tanımadı.
Bir şiir:
O ki saklanıp kalmıştır
taş içerisine;
Başka ne yer vardır, ne
de sema kendisine...
Sübhan Allah bizi ve sizi
Mütabaat-ı Mustafaviyenin hakikati ile tahakkuk ettirsin. Onun sahibine salât,
selâm ve tahiyyet. Keza, enbiya-ı kiramdan melâike-i izamdan bütün
kardeşlerine. Keza, kıyamete kadar gelen bütün etbaına taa, kıyamete kadar.
***