Reşahat
Hoca Alaeddin Attar
- Ayrıntılar
- Kategori: Reşahat
- Gösterim: 4808
HOCA ALAEDDİN ATTAR
Adı, Muhammed biri Muhammedül - Buharî.. Aslında Harizahiden.. Babası Muhammed-ül Buhara'nm üç oğlu ve Hoca Alâeddin
Babasının vefatından sonra Hoca Alâeddin mirastan hiç bir şey kabul etmiyor ve Buhara medreselerinden birinde ilim tahsiline koyuluyor.
*
Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretlerinin küçük bir kızı varmış .. Bir gün haremlerine demişler ki:
— Kız bulûğa erişince bana haber ver!
Hoca Bahaeddin Hazretleri, kızının bulûğa erdiği haberini alınca «Kasr-ı Arif an» dan doğru Buhara'ya gidip Hoca Alâeddin'in bulunduğu medreseye ayak atmışlar.. Alâeddin'i medresedeki hücresinde bulmuşlar. . Hücrede eski bir hasır, yastık yerinde iki kerpiç ve bir kırık ibrik. .
Hoca Alâeddin Şahı Nakşibend Hazretlerini görünce ayaklarına kapanmış, ayaklarına yüz sürmüş ve son derece saygılı bir yalvarıcılık tavrı takınmış..
Hoca Hazretlerinin ilk sözleri şu :
— Benim henüz bulûğa ermiş bir kızım var. . Onu sana nikâh etmeye memurum.
— Bu lûtfunuz benim için saadetlerin en büyüğüdür. Lâkin benim dünya ve geçim vasıtalarından malik bulunduğum hiçbir şey yok... Hâlimi görüyorsunuz.
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurmuşlar :
— Senin ve onun Allah indinde bir rızkınız vardır ki, onun gelmesinde hiçbir dahiliniz ve nasıl geleceğinde hiçbir şuurunuz yoktur.
izdivaç oluyor ve bir müddet sonra Hasan Attâr dünyaya geliyor.
*
Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretleri, Hoca Alâeddin'i oğulluğa kabul edip medreseden çıkardıkları zaman, kendisinde mevcut olması hatıra gelebilecek ilim gururunu ve efendilik edasını kırmak için tahtadan bir tabla içine elma doldurup şöyle diyorlar :
— Bu tablayı başına koy ve içindeki elmaları, yalın ayak dolaşacağın Buhara pazar ve mahallelerinde bağıra bağıra sat!
Alâeddin Attâr Hazretleri bu emri can ve başla telâkki ediyor ve en küçük sebeb arayıcılığına düşmeksizin, gönül rahatlığı içinde yerine getiriyor. Fakat kardeşleri Şehabeddin ve Hoca Mübarek bu halden inciniyorlar, bir nevi kibir acısı duyuyorlar
ve teessür gösteriyorlar. Şâh-ı Nakşibend Hazretleri vaziyeti öğrenince Alâeddin'e şu emri veriyorlar :
— Git, meyve tablasını kardeşlerinin dükkânı önüne koy ve orada yüksek sesle sat!
Alâeddin Attâr, Hoca Hazretlerinden kendisine bâtını terbiye yolu açılıncaya kadar, aldığı emri yerine getirmeye devam ediyor.
* . .
Büyük Mürşid, meclislerinde, Alâeddin Attâr Hazretlerini yanı başlarında otururlar ve sık sık kendisine yönelirmiş. .
Bu halin sebebini soranlara demişler ki :
.— Onu, kurt kapmasın diye yanıbaşımda oturtuyorum! Zira nefs daima pusuda ve fırsat kollama tavrındadır. Benim için dem dem onun haline yönelişim, kendisini mazhar kılmak içindir. Ben onu hatıra getirdikçe Kabe'yi hatırlamış oluyorum. Keremimin evinde olan Kereme mazhar olur. Allah dostlarına hizmetin ve hizmet yoliyle 'gönüle girmenin faydası budur.
Kendileri anlatıyor :
— Hoca Bahaeddin Hazretlerine yeni kapılandığım demlerde bana biri sordu : «Gönül sence ne keyfiyettedir?» Ona dedim ki: «Gönül keyfiyeti bana malûm değildir.» suali soran kendince gönlün tarifini yaptı : «Gönül bence üç günlü ay gibidir.» Bu tarifi Bahaeddin Hazretlerine arzettim. Buyurdular: «O derviş kendi halini anlatmış. .» Bu sözü söylerken Şâh-ı Nakşibend bir bağ kenarında oturuyordu. Mübarek ayaklarını benim ayağıma değdirdiler. Bana öyle bir şey oldu ki, bütün varlıkları, kâinatı kendimde görür gibi oldum. O halden kendime gelince dediler : «Nisbetin merkezi olan gönül budur, dervişin hayal ettiği değil.» Ve ilâve ettiler : «Gönlün halini sen nasıl belirtebilirsin ki, onun ululuğu ifade kalıplarına sığmaz.» Kutsî hadîs bildiriyor : «Yere ve göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım.» Bu incelik gösteriyor ki, gönlü anlayan muradı anlamıştır »
Hoca Bahaeddin Nakşibendi Hazretleri birçok müritlerinin terbiyesini Hoca Alâeddin'e havale etmişler ve buyurmuşlar :
— Alâeddin bizim yükümüzü hayli hafifletti.
Buharada, âlimlerden bir heyet, Allah'ın görülebilip görülemeyeceği üzerinde bir münakaşaya zemin açıyor. Bir kısmı görülebileceği, bir kısmı da görülemeyeceği üzerinde ısrar ediyor. Hepsinin birden Hoca Alâeddin Hazretlerine büyük güvenleri olduğu için kapısını çalıyorlar ve :
— Aramızda hakem ol, diyorlar. Allah görülebilir mi, görülemez mi ?
Hoca Alâeddin Attâr, Mutezile mezhebinden olup «Rûyeti -görmeyi» inkâr edenlere diyor ki:
— Üç gün müddetle tertemiz olmak ve hiç lâf etmemek şar-tiyle meclisimizde oturun; ondan sonra hükmedelim!
*
Hoca Hazretlerinin emirlerini ayniyle yerine getirip gusül ve namaz abdestleri yerinde ve ağızları dikili, oturuyorlar. Üçüncü gün üzerlerine öyle bir hal çöküyor ki, yere düşüp kıvranmaya başlıyorlar ve kendilerine gelince Hoca Hazretlerinin ayaklarına kapanıp :
— «Rûyet - görme» hakmış, diyorlar; iman getirdik!
Hoca Muhammed Pârisâ Hazretlerinin el yazılariyle kayıtlı olduğuna göre, Hoca Alâeddin Attâr Hazretleri ölüm hastalıklarında buyurmuşlar :
— Allah'ın inayeti ve Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretlerinin nazar ve hürmetiyle, eğer murad edebilseydi, bütün insanlık hakikate ererdi.
Hoca Ubeydullah Taşkendî rivayetine göre Hoca Muhammed Pârisâ Hazretlerinde kendinden gaip olma hali çok vâki iken, Alâeddin Attâr Hazretlerinde şuur ve kendilerine malikiyet hali galip imiş.. Yüksek hakikat ehli de, şuur ve kendinde
olma hâlini, manevî sarhoşluk ve kendim kaybetme hâlinden üstün tutmuşlardır.
Hoca Bahaeddin Hazretlerinin vefatlarından sonra bütün yakınları hattâ Muhammed Pârisâ Hazretleri bile Hoca Alâeddin Attâr'a biy'at etmişlerdir.
Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin Hicaz yolunda kendilerine halife olarak Muhammed Pârisâ'yı tayin etmeleri ve ölüm döşeğinde aynı meseleye dair sorulan suale :
— Hicaz yolunda söylemiştim!
Diye cevap vermelerine rağmen Alâeddin Attâr'a nasıl olup da biy'at edildiği şöyle izah olunabilir :
Bazı dervişler «Sahib-i zuhur» dedikleri anî belişip hassasına maliktir. Hoca Alâeddin Hazretleri de onlardandır. Nitekim Mevlânâ Celâleddin Rumî Hazretleri, intikâlleri zamanında yerlerine kimin geçeceği sualine :
— Hüsameddin Çelebi Buyurdular.
Ve bu sualin iki kere daha tekrarını aynı şekilde cevaplandırdılar :
— Hüsameddin Çelebi..
Üç kere alınan bu cevaptan sonra yakınları Mevlânâ'ya sordular :
— Ya Sultan Veled hakkında ne buyurursunuz? Mevlânâ Hazretleri, gülümseyerek cevap verdiler.
— O pehlivandır, vasiyete ihtiyacı yoktur!
Böylece, bir ta'yin, başka bir liyakati nefyetmek olmaz.
Hoca Bahaeddin bahsinde kaydedildiği gibi, ilâhî risale ermek üzere bulundukları demlerde, yakınları, Hoca Hazretlerinin irşad makamım kime bırakacakları üzerinde kaygılı bir sükûte varmışlardı. Hoca Hazretleri bu sükûtun dilini çözmüşler ve :
— Böyle bir anda bana niçin sıkıntı veriyorsunuz, demişlerdi; irşâd makamına halife ta'yini benim elimde değildir. Hükmedici, Allah'tır. Sizi böyle bir nimete şereflendirmek dileyince gereğini bildirir .
Bu kelâm da şahittir ki, hilâfet ve niyabet, vasiyetle sınırlı değildir. Hilâfet dâvasının bu şartlara sığdırılması imkânsız, daha birçok incelikleri vardır.
Hoca Alâeddin Hazretlerinin sohbetinde kutsî nefeslerinden çıkan bazı kelimeleri Hoca Muhammed Pârisâ Hazretleri toplamış ve Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin «Makamat»ına eklemek istemişlerdir. Fakat müyesser olamamıştı. O kelâmlardan, Hoca Muhammed Pârisâ'nın kalemiyle tespit edilmiş 27 parçayı takdim ediyoruz :
«— Riyazetten gaye, cismanî alâkalardan sıyrılıp ruh ve hakikat âlemine yönelmektir. Suluktan murad ise, müridin kendi irade ve cehdiyle hak yoluna mâni olan alâkalardan kurtulmasıdır. Bu dâvanın muayene ve çaresi odur ki, alâka şekillerinden müride ne gösterilse, hangisine gönlünü bağlı görmezse o alâka engel olmaktan çıkmış, hangisine de içinde bir istek hissederse o alâka onun ayağına dolanmış ve yolunu kesmiş demektir. Bizim hocamız Bahaeddin Nakşibend Hazretlerine yeni bir gömlek giydirecek olsalar (Bu gömlek filânındır) deyip onu iğreti bir eşya gibi sırtlarına geçirirlerdi.»
Buyurdular :
— Mürşide alâka ve rabıta, hakikatte gayrı ve neticede lüzumsuz olmasına rağmen başlangıçta vusul (Erişme) sebebidir. Bu yolun isteklisi, başlangıçta, mürşidinden gayrı bütün alâkaları nefyetmek ve kalbinde yalnız mürşidini tutmak borcundadır.
Tefsir :
— Sâliklere, başlangıçta mürşid alâkasını muhafaza etmeleri en ehemmiyetli borçtur. Zira mürşid, ilâhî hakikatin aynasıdır ve ona yönelmek, fena makamına ermeyi ve cezbeye nail olmayı neticelendirir. Cezbesiz ise bu yol aşılamaz. Bu yüzden, sâlik, mürşid alâkasını gönlünde tutmalıdır ki, cezbeye erişebilsin.. Eğer sâlik, yola girişinin başında, «Mürşid de gayrıdır ve onu
nefyetmek lâzımdır» diye düşünecek olursa -yoldan kalır ve tek adım terakki edemez. Her şeyi yerinde kabullenmek ve yerinde nefyetmek lâzımdır. Meselâ yolun sonuna varanlar için nefy gerekir. Zira sona gelen hakikate varmış demektir. Ve her şey ona, mürşidi gibi, mutlak güzellikten bir ayna hâline gelmiştir. Böylece vücudun hakikatına mazhar olmak yönünden, derya ile damla, güneş ile zerre birdir. Bu makamda hakikati mürşidin aynasından görmekte devam etmek noksanlık olur.
Buyurdular :
— Bu yolun yüksek şahsiyetleri, tevfik çalışmayladır ve muvaffak olan ancak çalışandır, dediler,. Sâlikin de mürşidinden feyz isteği, mürşidin emri yolunda çalışması miktarınca elde edilir. Çalışmadan elde edilen mânaların bekası olmaz. Mürşidin müride yönelişindeki tesir, mürid tarafından çalışılıp derinleştirilmeyecek olursa sadece birkaç gün sürer. Mürşid, alâkasız sâlike ne verebilir? Bu yüzden Mevlânâ Dâvud bize çalışmayı emretti ve tevfik refik oldu. Hoca Nakşibend Hazretlerinin sohbetlerinde de bütün vaktimiz çalışmayla geçti. Günümüzü çalışmayla akşama eriştirmeyen pek az mürid tanırım.
Buyurdular :
— Kâh olur ki, yönelme ve çalışma sırasında bir hâl et zuhur eder ve mürid bu haleti görür. Ama, gördüğü nedir, bilmez; kendisine nazar eder ve kendisini görmez, hayrete düşer. O hal geri gider ve tekrar gelmesi nefsin arzuladığı bir şey olur. Sâlike lâzımdır ki, bu vaziyette yalnız kendi kusuruna nazar edip o hâlin gizlenmiş olmasından üzüntü ve kaygıya düşmesin. . Daima kendi rızasını sevgilinin rızasına feda etsin ve nefsi hesabına çalışmasın. O hal tekrar zuhur ettikten sonra ciddî bir çalışmayla onu muhafaza etmeye baksın. . Herşey, birkaç günlük çalışmadan ibarettir ve ondan sonra çalışmada öyle b:ir meleke hâsıl olur ki, sâlik, kendi iradesiyle, fena ve fenanın femâsı makamlarına erer.
Buyurdular :
— Talibin gözünde melekler alemi Kapalı kalınca fena âlemi gerçekleşir; kendi öz varlığı örtülünce de fenanın fenası zuhur eder. Biri, mürşidin himmetiyle sâlik kendi varlığını unutabilir mi diye bizi imtihan etti. O mânayı gerçekleşmiş görünce de onu heybet kapladı ve bu halden kurtulması için yalvardı. Bu taifeyi imtihan etmekten çekinmek lâzımdır.
Buyurdular :
— Talib, mürşidin teveccühüne engel olacak şeylerden içini temizlemelidir. Ancak ondan sonradır ki, ilâhî feyze lâyık ve müstehak olur. İlâhî feyzde eksiklik ve kusur yoktur; eksiklik ve kusur taliptedir.
Buyurdular :
— Talib kendi arz ve biçareliğini daima mürşit huzurunda mütalâa etmelidir. Talib bilmelidir ki, hedefe erişmek ancak mürşidin sırasını tahsil etmekle olur. Rıza yolundan başka her tarafın kapalı olduğu talibçe bilinmelidir. Talib, mürşidinin teveccühünü muhafaza etmedikçe kendi şahsî eser ve kıymetinin hiç olduğunu şuurlaştırmak borcundadır.
Tefsir :
— Bu yola girenlere ilk lâzım olan bütün varlığından geçmektir. Talib ne kadar tâat ve ibadeti, ilim ve marifeti varsa hepsini birden yokluk deryasına atacak ve gönlünü bağlayacaktır. Sâlikin yolunu bağlayan, kendiliğidir. Herkes külli ilme, kendi cüz'î ilminden geçemediği için buna erişemez, iradeni Hâkim iradesine ve kıymetinin hakkın kudretine bulmak için buna erişesin!
Bu ifna edişin de iki yolu vardır :
Biri, şeriat getiricisi tarafından ne emredilmişse onu yerine getirip hakkın muradım, nefsin muradından üstün tutmak.. Şu sebeple ki, nice insanlar, sadece şeriatin zahirine yapışmış olmakla gayeye ermişlerdir. Lâkin bu hâl nâdirdir. Zira bizzat zahir olmadığı için nefse bütün cür'et ve ruhsat doğar ve bazı emirlerde nefs kendisine pay ayırıp hayat bulur ve «ölmeden ölünüz!» derecesinden uzak kalır. Nefse öyle bir Muhammedi nur gerek-
tir ki, sâlik, "ona gönül verip varlığını onun varlığında ve bütün bazlarını ve muratlarını onun hazları ve muratlarında ifna etmeği bilsin, sâlike fena mertebesinin âlâsı hâsıl olsun ve böylece sâlik gayelerin gayesine ersin. . Bunun için de mürşidine teslim olmak, kaza ve kaderinin tecellisini mürşidinde aramak, tahkik ehli nazarında kât'î bir hakikattir. Sadık talib ve sâlik, sadık irade sahibi olduğu için varlığını mürşidinin varlığında tüketecek olursa artık kendi nefsini arasa da bulamaz ve kendisini her yoklayı-şında mürşidinin hakikatinden başka bir şey göremez.
Böyle olunca da mürşidin mazhar olduğu tecellilerden, kendisinde, kabiliyet ve istidadı nisbetinde akisler ve pırıltılar belirir. Mürşidin aynasından ona öyle bir hakikat görünmeğe başlar ki, nefsi ve dış dünyası topyekûn gözünden silinir.
Bu mâna üzerinde Büdelâ'nın kutbu Aşık Paşa, açık Türkçe ile şöyle buyurur :
Çünkü bu genci (hazineyi) bilesin, bil ki sen!
Hükmüne külli tutarsın mülkü sen!
Ayra şarktan garbe hükmün Hak ile,
Kande sen olsan seninle Hak bile (beraber)
Yeryüzü, gök altı bir evdir tamam,
Oî sana külli ola, mülk-ü-makam.
Belki yer ve gök sana hep bir ola,
Ol ıraktan baktığın yakın gele
Her ne istersen bulasın sende sen,
Bilesin kim, şah sen, hem bende sen.
Beylik-ü-kulluk kamu yeksan ola,
Ne ırak yakın, ne in-ü-ân ola.
Cümle varlık sarf ola ol birliğe,
Kamu ölmek denşirile dirliğe.
Kalmaya hiç ön ve son ve kil-ü-kal,
Pes ola ol dem bize mutlak visal.
Orta yerden köyürünle sen ve ben,
Ol denizde garka var can-ü-ten.
Âşık-ü-mâşuk cün bir harf ola,
Girû kendi mânisinde sarf ola.
Mahvola bu-harf-ü-savt-ü-can-ü-saz
Liteliksiz görüne ol bi niyaz
Kendûyu kendi göre, kendu bile,
Bakısın eydenıezem, gelmez dile.
Söz tükendi, bunda coş dil oldu mat,
Garka vardı cism-ü-can-ü-akl-ü-zat.
Kaldı ol hayy-ü-kadim-i lemyczel
Hem ebeddir ol hakikat hem ezel.
Aşk anındır, âşık olur, maşuk ol,
Âhir andan varır ana cümle yol.
Kendüsünden kendüye kendü delil,
Kendüsüne kendüsü olmuş halil.
Âşık, imdi, varlığın ver yokluğa!
Yokluk içinde sana varlık doğa.
Tut anı sermaye peştir ol sana,
Gündüzün sarf eyle külli ana!
Kul iken sultan olasın ta ebed,
Vâvı kendi evhadin kaldı ehad.
Bunda erer maksada her âdemi,
Ruzi kılsın dostlara Hak bu demi.
Bu mertebeye ermek, talibin fena bulmasiyle olur. Talibin fenâ bulması da mürşidine bağlanması ve mürşidinin inayetiyle meydana gelir. Talibin gayreti kendi kemâli içindir; kemâl gayreti ise vücuda sebeptir ve fenaya mânidir. Bu takdirde talibin kemâl diye elde etmeğe çalıştığı şey eksikliğe yol açar. Asıl kemâl, talibin fenâsındadır, bekasında değildir, Tâlib mürşidin nazariyle fena kadehinden içecek ve nefsiyle dünyayı unutacak olursa ona öyle zarurî bir ilim kapısı açılır ki, kemâl diye yöneldiği her şeyin noksan, erdirici sandığı hamlelerin de uzaklaştırıcı olduğunu anlar. Ve yine anlar ki, bu yolda kâmil insanın nazarına mazhar olmadan gerçek kemâl mümkün değildir.
Buyurdular :
— Sâlik, mürşidinin yanında ve uzağında, daima onun rızasını elde edici yolda yürümeğe bakmalıdır. Tâlib, mürşidin rıza nazarının hangi noktalar üzerinde olduğunu anlamak ve ona göre amellerde bulunmak borcundadır. Bu iş gayet zordur ve derin bir dikkat ve ferasete bağlıdır. Meğer ki Allah'ın yardım lütfü eksik olmasın.. Bu iş Allah'ın kolaylık verdiğine kolay; yoksa başarılamayacak kadar çetindir.
*
Buyurdular :
— Sâlik daima kendi fiillerinin kusurunu görecek, noksanını bilecek ve kendi aczini lütuf ve kerem sebebi kabul edecektir. Hoca Bahaeddin Hazretleri talibe hep bu sıfatı emrederler ve derlerdi ki : «Beni her zaman bu sıfatta kullanırlar.»
*
Buyurdular :
— Talibe lâzım olan odur ki, dünya ve ahrete ait, ufak ve büyük her işte iradesiz ve mürşidinin iradesine tâbi olsun. Mürşide lâzım olan da odur ki, daima talibin hallerini kullansın ve zamanında faydalı her işi ona emretsin. . Tâ ki, mürit, mürşidin iradesiyle hareket edip işe teşebbüs eylesin. .
*
Buyurdular :
— İlim tarafını tutmak ve kendi hâlini gizlemek gerektir. Tarikat ehlinden her biriyle kendi hallerine göre söyleşmek gerektir. Kalblere riayet etmeği ihmal etmeyip onları incitmekten çekinmek gerektir. Bu taifenin içini bilmek ve ona göre davranmak gayet müşküldür. Onların ruh halleri son derece incedir. Onlarla düşüp kalkmak ve dostluk etmek insanda hâlin gelişmesine sebep olur. Bu bakımdan onların sohbetini günden güne ilerletip kendilerine riayet iyice gözetmek lâzımdır. Yoksa bu ölçülere aldırmadan onlara ülfet etmek tehlike ve dereceden düşmeği davet eder. Farsça bir şiir şöyle der :
Edeb sahibi olmayana itibar yok
Edebli olmak bile hatadır.
Buradaki edebten maksat, bir nevi varlık iddiasına geçmek ve kendisini edebli görmektir.
Tefsir :
— Hoca Hazretlerinin «ilim tarafını tutmak ve kendi halini gizlemek gerektir» buyurmalarındaki hikmet şudur ki, insanda ilim ile ayn, yani iman ile hakikat müşahedesi bir araya gelse, o müşahede şeriata uymayacak olursa şeriat tarafını tutmak ve başka hiç bir şeye kıymet vermemek iktiza eder. Lâkin bu her arifin başarabileceği bir iş değildir. Kuvvetlilerin ve büyük velîlerin işidir. Değme velîler imanla ayanı toplayamamışlardır. Mu-vahhitlerin kutbu ve ariflerin kıblesi Şeyh Muhiddin Arabî Hazretleri (Fütuhat) isimli kitaplarında kendi hallerini hikâye ederken imanla ayanı toplayabildiklerini anlatır ve bu yüzden Allah'a hamdini belirtip der ki: «Ben imanla ayânı cem'ettim. Müşahedeleri ortadayken onları bir tarafa bırakıp imanla amel etmek hâli nâdir bir keyfiyettir. Bu makam, nice ariflerin ayaklarının sürçtüğü noktadır. Çünkü onlar müşahedeye erince onunla amel ederler ve imanla amel etmezler. Böylece imanla ayanı birleştirmiş olmazlar.» Hoca Alâeddin Attâr Hazretleri de bu mânada Şeyh-i Ekber ile beraber oldukları için, dâva, «ilim tarafını tutmaktır» buyurdular.
*
Buyurdular :
— Zahir ve bâtın hallerinin en faziletli ve en kemâllisi, onları sahibine bağlamaktır. Bütün nebiler, velîler ve tahkik ehli, başından sonuna kadar bu hâl üzerindedir. Kula lâzım olan, zahir ve bâtın hallerine ait kendinden zuhur eden her şeyi kendinden mahvedip sahibine irca etmektir. Mürit, idrâkin son haddiyle bilmeli ve anlamalıdır ki, Allah'ın ona irade edip lâyık gördüğü elbette kendisinin kendisine iradesinden daha faydalı ve uygundur. Talibe düşen de, «tefaiz» kelimesiyle ifadelendirilen bu hâli, mürşidine karşı tatbik edip ondan bu işin sırrını kapmaya çalışmasıdır.
*
Buyurdular :
— Cebbarlık sıfatını görmekten gaye, tazarru ve yalvarma, niyaz ve sığınma sıfatının zuhur etmesidir, o görüşün doğruluğuna alâmet, tövbe ve niyaza düşüp harabat'liğe kapılmamaktır. Kul kendinde rızaya meyil görürse şükür, görmezse niyaza yapışmalıdır.
*
Buyurdular :
— Allah'ın ezelî inayetine görmek, gözünde ezelî inayeti her şeyin üstünde tutmak, bundan bir an bile gafil olmamak ve istiğnadan (ihtiyaçsızlıktan) sakınmak lâzımdır. Azı çok bilmek ve istiğna zuhurundan korkup titremek lâzım.
*
Buyurdular :
— Velînin kendine bırakılmayacağı an gelince velilik onda sabit ve devamlı olur. Ondan bir kusur da zuhur etse özür için olur, red için olmaz. Allah'ın, velîlerine korku ve hüzün olmadığını bildiren âyetindeki hikmet şudur ki, onlarda tabiat zuhuru korkusu yoktur. Velî, fâni sıfatlarına red ve iade edilmez.
*
Buyurdular :
— Bâtında Allah ile, zahirde Allah'ın emirleriyle olmak lâzım . . Bu iki sıfatı toplayabilmek kemâldir.
Reşahat sahibi :
— Hoca Hazretlerinin «Bâtında Allah ile olmak» emirlerindeki mâna şudur ki, tâlib, bâtını kıblesi olarak Allah'ın zatına bağlanacak ve gönül gözünü mutlak yüzden ayırmayacaktır. İki cihanda haktan gayri muradı olmayacak ve bütün mevcudiyeti Hakka feda edecektir. Mansur Hallac'a «kimin mezhebindensin?» diye sorulunca «Rabbımın mezhebindenim!» cevabını vermiş. Hemedânî Hazretleri der ki : «Talibin işi mezhep sahibiyledir, mezheple değildir!» Yine Hoca Hazretlerinin «zahirde Allah'ın emirleriyle olmak» şeklindeki ifadelerinden murad şudur ki, tâlib, kitap ve sünnetle amel edecek ve zahirinde şeriata aykırı en küçük bir tavır olmayacaktır. Yine Alâeddin Attûr Hazretlerinin ifade buyurdukları gibi, «Sadık tâlib cismiyle şeriatta, ruhuyla tarikatta sırriyle vuslatta olacaktır.»
*
Buyurdular ki :
— Tâlib, büyüklerin mezarlarını ziyaret edip, orada yatan azizin sıfatlarından ne anlamış ve ne bakımdan mezara teveccüh etmişse o derecede feyiz alır. Gerçi teveccühte zahiri yakınlığın çok tesiri varsa da hakikatte mukaddes ruhlara yönelmek için zahirî uzaklık mâni teşkil etmez. Bu gerçeği belirten bir hadîs bulunduğu gibi, kabir ehlinin zahirî suretlerini görmeğe itibar yoktur. Asıl itibar onlara teveccüh edip sıfatlarını anlamayadır. Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretleri buyurdular ki : «Halka yakınlıktansa Hakka yakınlık evlâdır.» Ve bu beyti dillerinden düşürmezlerdi:
Büyüklerin kabrine bağlanmaktan ne çıkar ?
Onların yaptığını yap, maksada er !
Allah ehlinin kabirlerini ziyaretten gaye, mezara değil Hakka teveccühtür. Oradaki velînin ruhaniyeti Hakka teveccüh için ancak bir vesiledir. Halka tevazu ve küçüklük gösterme hâlinde de gaye Haktır.
*
— Murakabe yolu, nefy ve isbat (Tevhit Kelimesindeki mânalar) üzerinde çalışmaktan daha verimlidir. Cezbeye de daha yakındır. Murakabe yoluyle en yüksek dereceye, melek ve melekler âlemine tasarruf mertebesine erişilir. Havâtır (ruha ânî olarak inen menfî telkinler) dedikleri duygulara dikkat etmek, âleme lütuf ve rahmet gözüyle bakmak ve dilediği bâtını nurlandırmak murakabeye devamdandır. Murakabe melekesinden ruh topluluğu ve kalb uysallığı doğar. Bu makama «cemi ve kabul» ismini verirler.
* . .
Buyurdular :
— Harizem diyarına ilk gidişimizde yakınlarımızdan her biriyle bâtına çalışılmıştı. Kendi iradeleriyle kendi bâtınlarını sınamak gayesiyle. . O sıfat kendilerinde devamlı mıdır, değil midir; anlaşılsın diye.. O çalışma eserini tam mâhasiyle verdi ve meleke bâki kaldı.
Reşahat sahibi:
— Hoca Hazretlerinin nakil buyurdukları «Bâtına çalışma» adî bulûğ derecesinden üstün bulûğ derecesine yükselişi göstermek içindir, insanın maddî tedbir alemindeki tasarrufu nasıl adî bulûğ çağından sonra meydana gelirse melekût âlemine ait işlerdeki tasarrufu da üstün bulûğ neticesinde olur ki, bu hallerin ayrı ayrı akıl derecelerine ihtiyaçları vardır. Gönül ehli, hakikatte ikinci dereceye ermiş olanlara «baliğ» derler. Nitekim Şeyh Şirazî «Gülşen-i Raz» isimli eserinde şu mısralarla bu ince sırra dokunur:
Bir pîre demişler ki, evlen! Demiş :
Ben daha bulûğa ermedim!
İnsan veliliğe erince baliğ olur;
Velilik olmayınca çocukluk olur.
Bu makamda sâlikin zahiri ayniyle bâtını, bâtını da ayniyle zahir olur. Madde âleminde kendisine verilen işlerde dilediği gibi harekete kaadir olduğu gibi melekler âleminde de, kabiliyet ve salâhiyetine göre dilediğini işler. Bu mertebenin ehli iki kısımdır: Bir kısmı hâl ehlidir. Yani melekler âleminde tasarrufa kabiliyeti cezbeyle meydana gelir ve o zaman dilediğini işler. Lâkin dilediği zaman cezbeye düşmek kudreti kendisinde yoktur, öbür kısmı ise makam sahipleridir ki, yerlerinde sabittirler ve diledikleri anda melekler âlemine girip diledikleri gibi tasarruf edebilirler. Sâlikte bu meleke meydana geldikten sonra zahiri ve bâtını irade bir araya gelip makam sahipliğini yol açılır. Hoca Hazretlerinin «Sınamaktan ötürü bâtına çalışmak» diye ifade ettikleri, yakınlarının, zahirde kendi iradeleriyle tasarruf ettikleri gibi bâtında da tasarrufa kaadir olup olmadıklarını anlamak içindir. O çalışma, müritlerin yükselmelerine sebep oldu ve kemâl sahipliğinden makam sahipliğine geçtiler, demek istiyorlar.
*
Buyurdular :
— Susmak gerektir. Üç şey için : Ya hatâratı gözetmek, ya gönül zikrini dinlemek, yahut gönülden geçen hâlleri kollamak için..
*
Buyurdular :
— Hatarât, yani kalbe anî olarak inen türlü vesvese ve telkinler, kemâle mâni değildir. Lâkin kalbe yerleşmemeleri lâzımdır. Zira hatarâttan tamamiyle uzaklaşabilmek imkânsız gibidir. 20 yıl müddetle nefyettiğim tabiî ve cüz'î irade fikri birdenbire içime düştü, fakat karar kılamadı. Hatâratı önleyebilmek çok zor iştir. Bazılarınca onların hiç bir kıymet ve itibarları yoktur ve herhangi bir zararları düşünülemez. Şu şartla ki kalbe nüfuz ve orada yuva kurmasın. . Yoksa feyiz mecralarını tıkar. Bu bakımdan daima bâtın hallerini murakabe etmek gerekir. Mürşit emriyle mürit, nefesini boşaltırken hatâratı da nefyetmiş olur. Nefes ihracının hikmeti şudur ki, her mânanın bir sureti olduğu için hatarâtın belirttiği mânalardaki suretlerde nefsin boşalmasiyle kalbten tahliye edilmiş olur. Onun içindir ki, bu usule yapışıp hatarâttan kalbi boşaltmak gerektir.
*
Buyurdular :
— Hoca Nakşibend Hazretlerinin, tâlibleri daima suçlamak yolundaki ilk usullerini ihya etmek lâzımdır. Hoca Hazretleri, ömürlerinin sonunda halkın terbiyesiyle uğraşmaktan üzüntüye düşüp buyurmuşlar ki : «Bunlar kendilerine erişen feyizleri benimsemez ve geliştirmezler.»
*
Buyurdular :
— Hoca Nakşibend Hazretleri mütemadiyen tekrar ederlerdi ki : «ibadet on kısımdan ibaret ve dokuz kısmı helâl kazanç istemektir.» Buyururlardı ki : «Helâl rızk istemekte, zamanımızda ekincilik ile bahçecilik maksada en yakın olanlarıdır.
*
Buyurdular :
— Allah ehli ile sohbet etmek üstün aklın ziyadeliğine sebeptir.
*
— Sohbet tekidli sünnetlerdendir, İki günde bir bu taife ile sohbet edip bunların edeblerine hakkiyle riayet eylemek lâzımdır. Eğer arada zahirî uzaklık varsa, hiç olmazsa ayda veya iki ayda bir kendi zahirî ve bâtınî hâlini mürşidine bildirmek gerektir. Aradaki mesafe ne olursa olsun, mürit hayal yoluyla mürşidine yükselmeli ve onunla meşgul olmalıdır ki, küllî uzaklık ve gaflet ona hâkim olmasın..
*
— istek o kadar yüksektedir ki, istemeğe bile kudret yok. istek de onun inayetindedir.
*
Buyurdular :
— Ertelemek, kabiliyet zamanını beklemek içindir. Bulurlar, yine elden savururlar ve anlamazlar, nereden olduğunu bilmezler.
Buyurdular :
— Ben kefil olurum ki, bu tarîkate taklitle giren bile yine tahkike erişir. Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretleri, bana, kendilerini taklit ile başlamamı emrettiler. Kendilerinden taklit ettiğim her şeyi yine taklit ile götürmekteyim. Elbette bir gün eser ve neticesini görürüm.
*
Buyurdular :
— Bu taifeyi renkten renge girme makamından gayri yerde bilmek olmaz. Şimdi anlıyorum ki, onları temkin makamında bilmek doğru değilmiş. . Hem kim onları sabit bir makamda bulup taklitlerine giriştiyse eli boş döndü. Meğer inayet edip kendilerini ona göstersinler..
*
Hoca Hazretlerinden naklettiğimiz hikmetler burada sona eriyor. Renkten renge girme keyfiyeti, büyüklerce, sâlikin gönlü tereddütle itminan arası gider gelirken hâsıl olan haldir. Bazıları demişlerdir ki, bu hâl, sâlikin gönlü keşifle hicab ortasında tereddüt te olmaktır.
Sıfatları kâh zahir ve kâh gaip olduğu için, nefs sıfatının her gidişinde keşif ve her gelişinde hicab hâsıl olur. Sâliki bu makamdan anlamak lâzımdır. Renkten renge girme cihetinden karşılıklı sıfatlar arasında inip çıkmalar başlar ve kabz ve bast (sıkılma ve ferahlama) ve sekr ve sahv (manevî sarhoşluk ve ayılma) gibi haller birbirini takip eder. Temkin ise büyüklerin dilinde hakikat keşfinin sabit olarak devamıdır. Gönlün Allah'a yakınlık makamında itminanı bakımından bu makam ile sâlik arasında bir rabıta kurulamaz. Zira temkin sahibi ledün ilmi mertebesine eriştiği için yiyip içme, alış veriş, uyku ve uyanıklık gibi hâllerde, dışarıdan zahir ehli gibidir. Eğer başlangıçtaki sâlik onu taklide kalkacak olursa riyazet ve mücahedeyi terketmek gibi vartalara
düşer ki, bundan, Hoca Alâeddin Hazretlerinin bahis buyurdukları korku doğar. Ama renkten renge girme halini (telvin), tahkik ehlinin Gavsi Muhiddin-i Arabî Hazretleri tarzında anlayacak olursak iş değişir. Muhiddin-i Arabî Hazretleri buyurmuşlardır ki:
— Büyükler nazarında telvin, renkten renge girme hâli, nakıs bir makamdır. Lâkin benim gözümde bu hâl bütün makamların üstündedir. Bu hâlr Allah'ın kendi şanı üzerinde buyurduğu bir sıfata uygundur. Böylece en yüksek makam olan temkin, bizim nazarımızda telvinde temkindir.
Mevlânâ Radiyüddin Abdülgaffur Hazretleri buyurdular ki :
— Şeyh Muhiddin-i Arabi'nin temkin ve telvin üzerinde buyurdukları, sâlikin, namütenahi tecelliler arasında birine veya öbürüne yapışması demek değildir. Sâlikin hakikati renksizlik olup keyfiyet ve kemiyetten mücerret olan asılla mutabıktır. Nitekim Allah'ın kendi hakkında buyurduğu, her an namütenahi renk içinde bütün bu tecellilerden münezzeh ve mücerret olmaktır. Sâlik te, ilâhî tecellilerden her an bir renk ile renklenirken kendi hakikatinde renksizdir.
*
Hoca Alâeddin Attâr Hazretlerinin son günleri, Hoca Muhammed Pârisâ Hazretlerinin el yazılariyle tesbit edilmiştir.
Son marazlarında yakınlarına dediler ki :
— Bendeki hastalık halinden gelen dış karışıklığa bakıp kendi hâlinizi ona uydurmaya bakmayın! Siz kendi zahir ve bâtın huzurunuza dikkat etmeğe bakın! Şu halimle bana uyacak olursanız parçalanır ve dağılırsınız.
Ve dediler :
— Dostlar ve azizler hep gitti. Bazıları da arkalarından gidiyor. Elbette o âlem bu âlemden üstündür.
Bu sözü söylerken nazarları bir sebze bahçesinin yeşilliğine takıldı.
Yakınlarından biri dedi:
— Ne güzel sebzelik! Cevap verdiler :
— Toprak da güzeldir. Bu âleme bizde hiç meyil kalmamıştır. Dostların gelip bizi bulmayınca gönülleri kırık dönmelerinden başka kederimiz yoktur.
Hastalıkları esnasında yakınlarına dediler :
— Merasim ve âdetleri bir kenara bırakınız! Halkın âdeti neyse aksini yapınız! Birbirine uyunuz! Allah Resûl'ünün gelişi insanların merasim ve âdetlerini bıraktırmak içindi. Birbirinize sığınınız ve her biriniz kendinizi nefyedip başkasını doğrulayınız! Her işte yolunuz ölçülere bağlılık olsun! ölçüleri yerine getirmek azminden dönmeyiniz! Sohbet! en büyük sünnetlerdendir; bu sünnete riayet edip umumî ve hususî şekilde ona devam ediniz! Eğer bu yolda istikamet gösterirseniz tek nefeste veriminiz, benim bir ömür boyunca kazancım kadar olur. Hâlinizin daima yükselişte olması lâzımdır. Vasiyetlerimi çiğneyecek olursanız perişan olursunuz! '
Ve o anda Tevhid Kelimesini yüksek sesle okumaya başladılar.
Hayatlarının sonunda ve yakınlarının huzurunda bu fakir hakkında buyurdular ki:
— Yirmi yıldan ziyadedir ki, benim ile onun arasında Allah için dostluk vardır. Elbette o dostluk değişmez. Bu fakirin arkasından da :
— Ben ondan razıyım, buyurmuşlar; Allah Resûl'ünün sâ-habilerinden razı oldukları gibi..
Bir gece, bu fakirle aralarında bir söz geçmişti. Kendileri bu fakiri kendi bâtınlariyle şereflendirip manevî birliğimize dair sözler söylemişlerdi. Ruhlarını teslim edecekleri esnasında o geceyi anıp dediler ki, kendisi bilir, başkası bilmez. O gece olan sohbet bir nevî suçlama ve paylama mahiyetinde İdi ama, şevk ve Uiuhabbet doğurucuydu.
Son marazlarında bu fakiri sık sık andılar ve iltifatlarına boğdular.
Son sözleri rıza, vecd, sohbet, aşk, şevk, dostluk üzerine oldu ve kâh nasihat, kâh hikmet, kâh halka dua seklinde tecelli etti.
Hastalıklarının ağırlaştığı bir an :
— Ben hizmette suret ve mâna pehlivanıyım!
Buyurdular ve hazır bulunan Bahaeddin Nakşibend Hazretlerinin ruhaniyetini görüp kendileriyle hayli sözleştiler.
Gidip kalmaları mevzuunda hiç bir tercih ve iradeleri olmadığını söyleyerek müritlerine demişler ki:
— Gidip kalmamız hususunda iki fırka olmuşuz. Sözünüzü bir idin ki, biz de ona göre davranalım!.
Hastalıklarından on gün evvel de âhirete gitmeği özleyib şöyle demişler :
— Artık bu niyetten dönmem!
* Hastalıkları ziyade baş ve bel ağrılariyle başlıyor. Hicri 802 inci yılın 2 Recep perşembe günü yatağa girip 20 inci çarşamba gecesi namazından sonra beka âlemine göçüyorlar.
Mübarek kabirleri Neçıganiyan köyünde
Yine Hoca Mehmed Pârisâ hazretlerinin yazdıklarına göre, dervişlerinden biri Alâeddin Attâr Hazretlerini vefatlarından 40 gün kadar sonra rüyada görüyor ve şu hitaba mazhar oluyor:
— Allah'ın bize ettiği ihsan, bizi sevenlerin zan ve tahmininden çok yüksektir. Ve ilâve etmişler:
— Size ne lazımsa içinizde bırakıp gittim. Ve yerden bir iğne alıp onu ayakları altına koymuş ve buyurmuşlar :
— Velilik o kimsenin hakkıdır ki, bu dimdik iğnenin üstünde dimdik durup hiç bir tarafa bükülmez, yatmaz.
*
Vefatlarından 7 yıl evvel Çığaniyan köyünden Buhara'ya gidip Şah-ı Nakşibcnd Hazretlerini ziyaret ettiklerinde dervişlerinden biri bir rüya görüyor :
Büyük bir otağ kurulmuş. . Otağda Kâinatın Efendisi bulunuyorlarmış. . Hoca Bahaeddin ve Alâeddin Attâr, otağın yanındalar.. İçeriye girip Varlığın Nurunu görmek istiyorlar.. Bir müddet sonra büyük bir sevinç haliyle otağdan çıkıyorlar... ^
Hoca Bahaeddin Hazretleri buyuruyor :
— Bize, kabrimizin 100 fersah mesafesinde defnedilecek her müslümana şefaat etmemiz nasihati ihsan edildi. Alâeddin Attâr'a da 40 fersah mesafedekilere şefaat nimeti. Bizi sevenler ve ihlâs ile bağlılık gösterenler de l fersah kuturlu bir çevre içindekilere şefaat edeceklerdir.