Reşahat
Mevlânâ Şemsuddin Muhammed Ruci
- Ayrıntılar
- Kategori: Reşahat
- Gösterim: 4016
MEVLÂNÂ ŞEMSÜDDlN MUHAMMED RUCİ
Yine Mevlânâ Sadeddîn Kaşgarî ashabından... Yıllarca Herat camiinde isteklileri Hakka davet ettiler. Herat yakınlarında Ruc isimli köyde dünyaya geldiler. 820 yılı saban ayının Berat gecesinde...
Annesi beş yaşında bir oğlunu kaybediyor. Sonsuz bir keder.., Rüyasında Peygamberler Peygamberini görüyor ve şu hitaba eriyor:
Gam yeme! Gönlünü hoş tut ki, Allah sana devlet sahibi ve uzun ömürlü bir oğul ihsan edecektir!
Ve Mevlânâ Semsüddin Muhammed doğuyor.
Valideleri, Mevlânâ'ya sık sık dermiş :
— Bana rüyada müjdeledikleri oğul sensin!
Mevlânâ Semsüddin Muhammed, çocukluğunda bile yalnızlığa ve öbür çocuklardan çekingen bir mizaca malik... Baba evinde kendisine mahsus bir hücre edinip zamanını orada geçiriyor. Babaları, ticaret işleriyle uğraşan, mal ve katar katar hayvan sahibi insanlar... Mevlânâ Hazretleri bu mesleğe yanaşmamışlar...
*
Derlermiş ki:
— Gayem Allah'ın Resûl'ünü rüyada görmekti. Bir gün, evimize girdiğim zaman gördüm ki, annem, yakınlarımızdan bir takım kadınlarla oturmuş, kitap okumakta... Aralarına girdim. Annem, cuma geceleri birkaç kere okunursa Allah'ın Resûl'ünü rüyada görmek kabil olacağına dair bir dua okuyordu. Bunu işitince sevinçle doldum. O günün akşamı cuma gecesiydi. Anneme o duayı o gece okuyacağımı söyledim. Teşvik etti. Kitabı alıp köşeme çekildim. Ayrıca duymuştum ki, cuma geceleri üç bin kere salâvat getirenler Allah'ın Resûl'ünü rüyada görürler. Duayı okudum ve üç bin kere salâvat getirdim. Gece yarısı oldu. Başımı yastığa koyarak uyudum. Rüya : Evimize giriyorum... Annem sofada oturuyor. Beni görünce «Oğlum, niçin geç kaldın; Allah'ın Resûl'ü evimizde... Gel seni mübarek huzurlarına götüreyim!» diyor ve elime yapışıp evin bir tarafına götürüyor. Allah'ın Resûl'ü, arkalarını kıbleye vererek oturmuşlar... Etraflarında birçok kimse... Bazıları da ayakta, halka olmuş... Allah'ın Resûl'ü, etrafa peygamber nâmesi göndermekle meşgul... Biri, Allah Re-sûl'ünün ön tarafında oturmuş, emredilen nâmeleri yazmakta... Kâtiplik eden zat, devrinin ilim ve takva ile meşhur büyüklerinden Mevlânâ Şerafeddin Osman... Annem, Allah Resûl'ünün meşguliyetlerinden bir an ayrılmalarını beklemeden beni yanlarına götürdü ve dedi : «Ey Allah'ın Resûl'ü! Bana devlet ve uzun ömür sahibi bir evlât vaadetmiştiniz! O çocuk bu mudur, değil midir?» Allah'ın Resûl'ü gülümsediler ve buyurdular : «Evet, o çocuk budur!» Ve Mevlânâ Şerafeddin'e dönüp bu mevzuda da bir mektup emrettiler. Mevlânâ, kağıt. ve kalem alıp birkaç satır yazı yazdı. O satırların altına da, dizi hâlinde bir çok isim ekledi ve mektuba katlayıp bana verdi. Mektubu alıp çıktım. Yolda düşündüm ki, mektupta ne yazılı olduğunu bilmiyorum, dönüp Allah'ın Resûl'ünden sorayım... Döndüm ve sordum. Mektubu okudular. Okuduklarını halı/ama nakşettim. Mektubu katladılar ve bana uzattılar. Bir .şev daha sormaya davrandım. Fakat olmadı. Bir kapı partisiyle uyandım. Kapım açık... Annem, elinde şamdan, kapıda... Dedi : Rüya gördün mü? «Evet!» dedim. O «Ben de gördüm!» diye cevap verdi ve noktası noktasına benim gördüğüm rüyayı anlattı. O da, uyanıklık hâlinde beraberce yaptığımız bir iş gibi, aynı rüyayı görmüştü.
Derlerdi ki :
— Ruc köyündeyken bende tarikata girmek meyli uyandı. Etrafıma danışıp Herat'ta irşada sâlih bir azîz bulunup bulunmadığını sordum. Şeyh Sadreddin Revası isimli bir azîzi sağlık verdiler. Hararetle mürşit arayışıma karşı dediler ki : «O zat merhum Şeyh Zeynüddin Hâfî halifelerindendir. Şu anda irşâd işiyle meşguldür. Git ve eteğine yapış!» Ben bu sağlığı alınca hemen şehre koştum. Yolda Şeyh Zeynüddin Hâfî Hazretlerinin mezarına uğradım. Şeyh Sadreddin orada oturuyorlardı. Yanlarına gittim ve bir köşede oturdum. Zikir meclisindeydiler. Kendimi belli edemedim. Çok geçmeden zikir meclisinde bir çekişme, bir kavgadır koptu. Hayret ettim, fakat hiç müteessir olmadan meclisten .ayrıldim. Şehre yöneldim. Yolda Hafız İsmail isimli bir dervişe rastladım. Bu dervişle aynı köyden hemşehriydik. O. benden evvel Mevlânâ Sadeddin Kasgarî hazretlerine erişip kabullerine mazhar olmuştu. Mevlânâ Hazretlerinin vefatından sonra da Mevlânâ Cami hazretleriyle birlikte haccedin tarikat feyzini tamamladı. Tste bu Hafız îsmail bana sordu : «Nereden gelip nereye gidiyorsun?. Hangi muradın peşindesin?» Hâlimi ona anlattım ve biraz evvel zikîr halkasında gördüğüm çekişmelerden üzüldüğümü ve ümidimi yitirdiğimi anlattım. Dedi ki : «Herat camiine git! Orada bir aziz göreceksin... Cami avlusunda sık sık sohbet eder. Onu da gör!» Ve ilâve etti : «Umarım ki, onun sohbeti sana tesir eder.» Camie gittim. Mevlânâ Hazretleri camiin maksuresinde bir halka insan arasındaydılar. Sükût ediyorlardı. Ben kapı tarafında duvara yaslanmış, kendilerine, heybetli sükûtlarına nazar ediyor ve biraz evvelki zikîr halkasının şamatasını düşünüyordum. Mevlânâ Hazretleri başlarım kaldırıp bana baktılar ve «Kardeş, buraya gel!» diye seslendiler. Yürüdüm. Beni yanlarına oturttular. Buyurdular : «Şahruh Mirza'nın huzurunda hizmet eden kullardan biri Sultanın önünde avaz avaz Şahruh, Şahruh diye bağırsa, düşün, ne büyük soğukluk ve edepsizlik etmiş olur! Edep odur ki, hizmetçi padişah önünde ve kul efendi karsısında sükût içinde olsun ve şamata etmesin... Zikirde boş yere patırtı etmek aptal ve nadanların kârıdır.» Sonra elime bakıp parmağımda bir yüzük gördüler : «Bir iş için ricaya gelen insanın eli boş olmamalı...» buyurdular. Ben de yüzüğü çıkardım. Kalktılar. Mescidin iç kısmına doğru yürüdüler. Sağdan ve soldan «Ardınca yürü!» diye işaret edenler oldu. Ardlarınca camie girdim. Bir yerde oturup beni önlerinde oturttular. Bana tarikat şartlarını talim ettiler. «Cami yücelikte âlâ yerdir; burada otur ve tarikata çalış!» emrini verdiler. Ben de emirleri gereğince çalışmaya koyuldum. Annem de haberimi alıp köyden Mevlânâ hazretlerinin hizmetine geldi ve o da tarikat nisbetini aldı. Bir müddet sonra, içinde beş vakit namaz kılınır bir camiin kubbesi altında teheccüd namazını kılıp varmıştım ki. bana meşalp gibi bir nur zahir oldu. Onur sayesinde karanlık kubbenin içini açıkça seçtim. O nur gittikçe arttı, büyük bir ateş kadar oldu ve camiin içini gündüz gibi aydınlattı. Vazivet sabaha kadar sürdü. Bu hâlden bende bir gurur peydahlandı. O gururla Mevlânâ Hazretlerinin huzurlarına vardım. Yüzüme öfkeyle baktılar ve dediler : «Seni gurur içinde görüyorum. Bir kimse abdestin nurunu görmekle bu türlü mağrur mu olur?» Bu ihtar bana ders oldu. Utancımdan yerin dibine girdim. Mevlânâ Hazretleri devam buyurdular : «Ben Mevlânâ Nizameddin Hâmuş Hazretlerine hizmet ederken geceleri, geçtiğim yerlerden sağlı sollu nur fışkırırdı. Ne tarafa yönelsem nur beni takip ederdi. Bense bu hâle iltifat etmez, değer vermezdim.» Dayanamadım; durumu Mevlânâ Hazretlerine anlattım. Dinledi; Peşinden öfkeleri artıp seslerini yükselttiler : «Kalk git, benden uzak ol, bu haletle benim karşıma bir daha çıkma!» Ben de yüce huzurlarından ağlaya ağlaya çıktım ve hâlimden dolayı istiğfar ettim. O gururun eserini üzerimden kazımak için hayli didindim. Mevlânâ Hazretlerinin manevî imdatlariyle o hâl benden kalktı. Aynı nurdan anneme de zahir oldu. Fakat annem o zuhurattan o kadar haz etti ki, hazzını yenip ileriye geçemedi ve o noktada kaldı. O sıralarda bir adam bana hadsiz, hesapsız medh ve senalar, dalkavukça iltifatlarda bulunmaya başlamıştı. Nihayet dayanamayıp sordum : «Bize bu kadar tevazu ve bağlılık göstermenizin sebebi nedir?» Anlattı : «Zifirî karanlık bir gecede caminin dış tarafında oturuyordum. Birden, bir adam, bulunduğum yere geldi. Elinde fener, şamdan, hiç bir şey yoktu. Ortalık aydınlanıverdi. Adam geçip gitti; onunla beraber de ışık gitti ve karanlık avdet etti. Bu adam sizdiniz!» Adam doğru söylüyordu. Ben de o anı hatırladım.
*
Derlerdi ki:
— Mevlânâ Hazretlerinin hizmetlerine eriştikten sonra, bir müddet, bende tarikat yolunun eserleri belirmediği için fevkalâde mahzun ve müteessir bir hâle düşmüştüm. Geceleri camide başımı yerlere vurup ağlıyordum. Gündüzleri kırlara çıkıp yalvarmakla vakit geçiriyordum. Bir gün Mevlânâ hazretleri beni gözyaşları içinde görüp buyurdular: «Ağla! Ağlamayı ve yalvarmayı hiç kesme! Kendini o hâle getir ki, merhametin hedefi olasın!. Gözyaşı ve yalvarmanın büyük eseri vardır.» Zaten ben çocukluğumdan beri çok ağlardım. Gözyaşına büyük istidadım vardı. Bu sözü söyledikten sonra bana öyle bir iltifat nazariyle baktılar ki, nisbetimin eseri bende hemen zuhur etti. Bu mânanın zuhurundan sonra, bir gece, camide oturmuştum. Murakabeye çalışıyordum. Gece yarısına doğru bana uyku galebe etti. Uykumu dağıtmak için ayağa kalktım. Bir de ne göreyim? Mevlânâ Hazretleri, arkama geçip oturmuşlar, murakabe halindeler... Ne zaman gelip oturduklarım farkedememekten üzüldüm. Ben de kendilerinin arkalarına geçip oturmaya davrandım. Mübarek başlarını kaldırdılar : «Şemsüddin, niçin kalktın?» «Uykumu yenmek için kalktım.» Bana öyle bir bakış baktılar ki, içime bütün bir feza doldu ve tarikat nisbeti bende kemâliyle meydana geldi.
*
Mevlânâ Şehabüddin Ahmed anlatıyor :
— Bir sabah Mevlânâ Sadeddin hazretlerinin sohbetindeydim. Şöyle buyurdular: «Bu gece bir devecinin oğluna öyle bir fetih elverdi ki, yedi göğün melekleri ona gıpta ederler.» Bu ifadeden, kastedilen şahsın Mevlânâ Şemsüddin Muhammed olduğunu anladık. Zira onun babaları deve beslerlerdi.
*
Derlerdi ki:
— Pirimiz Mevlânâ Sadeddin hazretlerinde öyle bir tasarruf kudreti vardı ki, ne zaman ve her kime isteseler «azizân» nisbetinin şarabını içirirlerdi. Ve onları manevî sarhoşluk içinde kendilerinden geçirirlerdi. Bir gün Mevlânâ Hazretleriyle giderken bir mescit kapısının önüne geldik. Akşam ezanı okunuyordu. Mescide girdik ve namazı kıldık. O gün o mescitte bir hatim okunmuştu. Hafızlar toplanmış, ışıklar yakılmış, bir çok insan bir araya gelmişti. Mevlânâ hazretleri bir köşede kıbleye karşı oturup kaldılar. Ben de ardlarına geçip oturdum ve kalbimden kendilerine yöneldim. Başlarını kaldırıp arkalarına baktılar ve yanlarına sokulmam için işaret ettiler. Yanlarına gittim. Henüz oturmaya zaman - bulamamıştım ki, kendimden geçtim. Bir nazarları beni kendimden geçirmişti, öyle ki, nasıl oturabildiğimi, okunan Kur'anı, ilâhileri ve şiirleri, kalabalığı hissetmekten âciz kaldım. Kendime geldiğim zaman müezzin yatsı ezanını okuyordu.
*
Derlerdi ki :
— Elimde «Mesnevi» cami dışında oturuyordum. Birden Mevlânâ Hazretleri göründüler. Elimdeki kitabı görüp sordular : «Okuduğun kitap nedir?» Söyledim. Dediler : «Mesnevi okumakla iş bitmez. Ondaki mânanın gönlünüzden doğmasına çalışınız!» Bir gün de hücreme girip dolapta bir mushaf gördüler. «Bu kitap nedir?» diye sordular. «Mushaftır!» dedim. Buyurdular : «Başlangıçta olana Tevhid Kelimesiyle uğraşmak gerektir. Kur'an okumak orta yerdekilerin, nafile namaz kılmak ise ileridekilerin işidir. Siz nefy ve ispat ile uğrasınız!»
* Derlerdi ki :
— Mevlânâ Sadeddin hazretlerine kapılandığım zamanda çok sıkı çalışmalarım oluyordu. Bütün gücümle kendimi «azizân» nisbetine vermiştim. Geceleri sabaha kadar biçim değiştirmeden oturmaktan hareket kabiliyetimi kaybederdim. Dizlerimin altında ceviz veya fındık kadar taşlar olsa aldırmazdım. Taşı, toprağı temizlemeğe bile vakit ve gönül bulamazdım. Bir gün de, yine hâlimin başlangıcında, mescit köşesinde bağdaş kurarak oturmuştum. Birden, müthiş bir ses işittim : «Behey edepsiz! Kullar padişah önünde böyle mi oturur?» Öyle bir sıçrayıp dizüstü oturmuşum ki, dizime taş battı ve sızısından gözüme yaş geldi. O zamandan beri tam kırk yıldır bir daha bağdaş kurarak oturmak bana nasib olmadı.
* Derlerdi ki :
— Pirimiz Mevlânâ Said hazretleri Şeyh Bahaeddin Ömer'i görmek üzere bir katıra binip yola düşmüşlerdi. Ben önlerince bir merkep üzerinde gidiyordum. Yolda susadım. Su içmeğe de fırsat bulamadım. Böylece yol alırken Mevlânâ Hazretleri bana seslendiler : «Susadın, değil mi?» «Evet!» dedim. Buyurdular : «Şehirden çıktık çıkalı kendimde susuzluk hissediyorum. Kendimden sanıyordum. Halbuki bana akseden senin susuzluğunmus..» Biraz su içtim. Hararetim söndü. Mevlânâ Hazretlerinde de susuzluk kalmadı. Ziyaret yerine vardık. Ben Mevlânâ Hazretlerinin cübbesiyle asasını alarak bir kenara çekildim. Şeyh ve Mevlânâ sohbete başladılar. Uzak oturduğum için ne konuştuklarını işitemiyordum. Bari şeyhe teveccüh edeyim dedim ve bâtınımı kendilerine yönelttim. Şeyh Bahaeddin çığlık basarcasına «Hey! ne yapıyorsun?» diye haykırdı, Ve sonra gülümsedi. Baktım, Mevlânâ hazretleri de gülümsemekteler. Halbuki bu yöneliş pek azdı ve süresi bir lâhzayı geçmiyordu. Böyleyken tesiri büyük oldu ve birkaç gün sürdü. Dinmek bilmez bir yağmur gibi devam etti. Mevlânâ hazretlerine baş vurdum : «Bir fakir ihlâsla birine yönelince ulu kişiler onun yüküne niçin dayanamazlar ve kayt altına girmekten kendilerini koruyamazlar?» Dediler ki : «Ulu kişilerle Allah'ın esrar âlemi arasında tam bir yakınlık vardır. Müritlerin kendilerine yöpelişi bu yakınlığa engel olur ve onları üzerine çeker. Bu yüzden dayanamazlar ve feryat ederler.»
*
Derlerdi ki :
— Başlangıçta, camide, maksurenin altında, kıbleye karşı oturmuştum. Zikirle meşguldüm. Birdenbire önümde garip bir şekil peydahlandı, însan şeklinde garip bir mahlûk.. Siyah renkli, son derece zayıf ve uzun boylu... O kadar uzun ki, başı maksurenin tavanına dayanacak gibi... Başı gayet küçük, Hindistan cevizi kadar... Ağzı açık ve dişleri süt beyaz. Boynu ip gibi ince ve upuzun. Gülerek bana doğru gelmeğe başladı. Kâh eğiliyor, kâh doğruluyor, garip garip hareketler yapıyordu. Kendi kendime :
«Galiba dev dedikleri budur!» diye söylendim. Beni zikirden alakoyup azizler nisbetinden uzaklaştırmak istediği hissine kapıldım. Kendimi tarikata bağlayıp daha kuvvetle işime devam etmeğe koyuldum. Beni meşguliyetimden alakoymak için türlü hareketler yaptıysa da başaramadı. Nihayet üzerime geldi. Yine aldırmadım ve işimde devam ettim. Baktı ki, işimi bırakmıyorum, bir sıçrayışta omuzlarıma bindi ve ayaklarını ip gibi belime doladı. Ben o halde bile bir ıstırap göstermedim. Biraz sonra ayaklarını belimden çözdü ve duman gibi havaya yükselip kayboldu. Ondan sonra bir daha buna benzer bir şey gördüğüm olmadı.
* Derlerdi ki:
— Bir gün de yine camide, avlu tarafında ve açık bir yerde, sağ yanıma yatıp semayı ve yıldızları seyrediyordum. Birden gördüm ki göğün bütün yıldızları jale gibi yere yağıyor ve üzerime geliyor. Yıldızlan o kadar yakın gördüm ki, elimi uzatsam onları yakalayabileceğimi sandım. Bu manzaradan içime öyle bir kendimi kaybetme hissi geldi ki, sabaha kadar o hâl üzerimden gitmedi.
* Derlerdi ki :
— Yine başlardaydı. Babamın karşısında oturuyordum. Yine içime kendimden geçme hissi dolmaya başlıyordu. Babama dedim ki: «Belki kendimi kaybederim. Benimle alâkalanın ve üzerimden kaç namaz vakti geçtiğini bana bildirin!.» İçime düşen his gerçekleşti. Şuurumu kaybettim. Kendime gelince gördüm ki, babam başucumda ağlıyor. Niçin ağladığını sorunca dedi ki: «Nasıl ağlamayayım?. Üç gündür ölü gibi yatıyorsun! Ağzına her ne kadar çorba koyduksa da boğazından geçmedi. Hayatından ümit kesmiştik.» Hesap ettim. On beş vakit namazım kaybolmuştu. Hemen kalkıp kaza ettim.»
*
Derlerdi ki:
— Bu türlü kendimi kaybetmeler bana arada bir gelirken gün aşırı gelmeğe, derken her gün, peşinden günde birkaç defa uğramaya başladı, öyle oldum ki, şuurlu zamanım, şuursuz zamanımın altına düştü. Derken bir duraklama. Peşinden eksilme.. Mevlânâ hazretlerine baş vurdum ve dert yandım. «Korkma, kendinden geçme hâlinin çokluğu bâtın zayıflığındandır. Şimdi bâtının kuvvet buldu. O hâl sende makam oldu.»
*
«Hâl», tasavvuf ehlinin lisanında bir ıstılahtır ki, Allah'ın lütuf ve inayetiyle olur ve müridde ruhî değişiklikler, garip keyfiyetler peyda eder. Onların gelip gitmesinde müridin ihtiyarı, isteyip istememesi yoktur. Hüzün ve sevinç, «kabz» ve «bast» vesaire gibi... «Hâl» in şartlanndan biri de devamlı olmayıp çabuk kaybolmasıdır. Bir de başka başka tecelliler göstermesi... «Hâl», dış tezahürlerden ayırılıp da müridde sabitleşince ismi değişir. Ona «makam» derler. Artık o, müridin öz malı olmuştur. «Hâl», müridin tasarrufunda olmayıp müridi tasarrufu altında tutan keyfiyetlerdir. «Makam» ise, müridin tasarrufu altına giren keyfiyetler... Onun içindir ki, tasavvuf ehli «hâl»i, bir nevî bağış, «makam»ı ise kazanç olarak ifade ederler.
*
Derlerdi ki:
— Hâlimin başlangıcında Mevlânâ Hazretlerinin emirleriyle Herat camiinden çıkmazdım. Geceleri sabaha kadar mescidin içinde dolaşıp hüngür hüngür ağlardım. Bende nisbetimin eseri zuhur etmediği için öyle ıstırap duyardım ki, başımı mescidin taşlarına çarpar, başımda ceviz büyüklüğünde şişler çıktığına şahit olurdum. Mescitten, tabiî ihtiyaçlarımdan başka bir şey için çıkmazdım. Bir kere Herat'ın kapıları kırk gün kapalı kaldı. Halk camilere dolmaya başladı. Cuma günleri dışında bu kalabalık nedir diye hiç kimseye sual sormadım! Dış dünya ile o derece alâkasızdım. Şehir kapılarının kapanmasını gerektiren sebep kalkınca bazı insanların birbiriyle o mevzuda görüştüklerini işittim. «Şehir niçin kapandı?» diye sordum. Hayretle yüzüme baktılar. «Sen bu şehirde değil miydin?» dediler. Camide itikâfa çekilmiş olduğum bir zaman, üç gün, üç gece hiç bir yerden yemek gelmedi. Açlıktan takatim kesildi. Kendime biraz yiyecek tedarik etmek için dışarı çıkmak istedim. Sol ayağımı mescitten dışarı atıp henüz sağ ayağımı basamadan içimde bir ilham gürledi : «Bizim sohbetimizi bir parça ekmeğe mi satıyorsun?.» Ayağımı geri çekip yüzüme kuvvetli bir tokat aşkettim. öyle vurmuşum ki, tokatın izi bir hafta suratımda kaldı. Kendi kendimi tokatladıktan sonra mescidin bir köşesine gidip oturdum. Kendi kendime : «Açlıktan ölsem de artık yemek için dışarı çıkmam!» diye ahdettim. O zaman bana öyle bir hâl oldu ki, içimde, yemeğe arzu kalmadı. O anda içeriye bir adam girdi. Tek kelime etmeden önüme bir takım yerecek şeyler koydu ve yine tek kelime etmeden gitti. Meçhul adamın beni kendisiyle meşgul etmeden gidişi, getirdiği şeylerden ziyade hoşuma gitti.
*
Derlerdi ki :
— Mevlânâ hazretlerine devam ve nisbet elde edebilmek için uğraşma sırasında bir güzele âşık oldum. Aşkım gittikçe alevlendi, bütün gönlümü onun hayali doldurdu ve öyle oldu ki, hattâ Mevlânâ hazretlerine rabıta ve yönelişim bile mahvolup gitti. O aşk ve hevese düşüp Mevlânâ Hazretlerine devamı tamamiyle kestim. O sıfat ve hâl içinde mübarek huzurlarına varmaya utanç hissim mâni oluyordu. Vahşet ve dehşetim o dereceye vardı ki, Mevlânâ hazretlerini uzaktan görsem yüz geri edip kaçmaktan başka çarem kalmadı. Gerçi bu vaziyetten mahcub ve nefsime
kızgındım; fakat kendimi kaptırdığım boyunduruktan kurtulamıyordum. Uçurum beni çektikçe çekiyor ve ben ıstırabımı ancak büsbütün düşmekle gidermeğe bakmaktan başka bir şey yapamıyordum. Bir gün Mevlânâ hazretleriyle sokakta yüz yüze geliverdim. Kaçamadım. Başım, önüme eğik, emirlerini bekledim. Hacaletten kan terliyordum. Mübarek ellerini göğsüme değdirip Mesnevîden bir beyit okudular :
ŞİİR
Senin yârın benim, ey halkadaki adam;
Gönül bağladığın yerden bir nefes ayrılma!
Ve bir bakışta, gönlümden, o güzelin muhabbetini silip süpürüverdiler.
*
Derlerdi ki:
— Pirimiz Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî Hazretlerinin halkalarında bir genç vardı ki, riyazet, hâl ve aşk ifadesinde en ileri derecedeydi. O da benim gibi bir güzele tutulmuştu. Böylece bâtınında biriktirdiği kıymeti bir lâhzada o tarafa devretmişti. Altından ve neceften hediyemsi bir şey alıp o güzelin geçeceği yola bırakmış ve onu geçenlerden birinin almaması için de bir kenara gizlenmişti. Fikrince sevgilisi oradan geçecek ve hediyeyi görüp alacaktı. Fakat kimden ve nasıl geldiğini bilemeyecekti. Ben vaziyeti öğrenince ona dedim ki : «Ne garip bir iş işlemektesin! Türlü zahmetlerle elde ettiğin şeyi onun yolu üstüne bırakıyorsun!. Bulsa, görse, alsa bile kimden ve niçin olduğunu bilmeyecek... Bari bir şey yap ki, senden geldiğini bilsin!.» Gözyaşlariyle sarsılarak cevap verdi : «Sen ne diyorsun?. Yaptığım işin tuhaflığını bilmiyor muyum ben? Bu işi yaparken karşılık beklemiyorum ve o hediyeden bana karşı minnet yükü altına girmesini istemiyorum!» Bu cevaptan titredim ve böyle bir muhabbetin ancak zatî muhabbetten bir işaret olduğunu anladım.
Derlerdi ki:
— Mevlânâ Hazretleri bana sordular : «Filân kimsenin ne halde olduğunu biliyor musun?.» Hâlini sordukları adam, uzak vilâyetlerden Herat'a ilim tahsiline gelmiş biriydi. Mevlânâ hazretlerini gördükten sonra da tahsilini bırakıp Pîr'e kapılanmıştı. Her şeyden el çekmiş olarak bir medresedeki hücresinde oturuyordu. Mevlânâ hazretlerinin yakınlariyle de düşüp kalkmayarak zamanının çoğunu bir kenarda susarak, düşünerek geçiriyor ve mahzun edasını hiç bozmuyordu. Mevlânâ hazretlerinin suallerine şu cevabı verdim : «Sorduğunuz kişinin hâlini bilmiyorum. Fakat şu zandayım ki, daima batını bir uğraşma halindedir.» «Bir gün, git, onun hâlinden haber al! öğrenmeden de yanından ayrılma!» Bu emir üzerine medreseye gidip o adamın hücresine vardım. Uzun uzun hâlini gözden geçirdikten sonra dedim ki: «Siz neyle kendinizi oyalarsınız ki, daima bu tenha köşede oturur ve kimseyle düşüp kalkmazsınız?. Ahbab sohbetinden uzak ve sürüsünden ayrılmış bir kuş gibi tek başınıza kalmanızın sebebi nedir?» Dedi ki : «Ben daimî gurbette bir insanım, insanlarla düşüp kalkmaya, hususiyle Mevlânâ hazretlerinin yakınları arasında görülmeye kabiliyetim yok... Kendimi onlara lâyık görmediğim için zahmet vesilesi olmayayım diye uzak duruyorum.» Bu izaha kanmadım. «Sizin gârân ile ihtilâtınıza mâni bir sebep olmak lâzım!. Bana onu bildiriniz!» dedim. Dedi: «Bu ettiğiniz ne garip ısrardır! Niçin bana böyle abanıyorsunuz?» Dedim : «Ben buna Mevlânâ Hazretleri tarafından memurum! Bana iç yüzünüzü belli etmedikçe sizin yanınızdan ayrılmamam» tenbihlendi : Bu sözüm üzerine niçin geldiğimi öğrenince tavrını değiştirdi, anlattı: «Bana acayip bir hâl oldu. Beyana, tâbire sığmaz bir hâl... Şu kadarını söyleyebilirim : Her yatsı namazından sonra hücreme gelip Hâcegân usulünce çalışmaya başlayınca, beni, nihayetsiz bir nur denizi kaplar. Bu deniz her yönünden beni kuşatır ve ben kendimden kaybolup sabaha kadar o hâl üzerinde kahrım. Gündüzleri ise o nurun safası içinde, hareketsiz, donarım. Benim devamlı hâlim
budur!» Bu anlatış bana çok tesir etti. Ta ruhuma nüfuz etti ve beni gayret ve gıptaya düşürdü. Mevlânâ hazretlerine göründüğüm zaman hiç bir sual karşısında kalmadım. Bana «öğrendin mi, ö kimsenin hâli neymiş?» diye sormadılar. Anladım ki, maksatları bana bir örnek göstermek ve terbiyeleri altında ne insanlar bulunduğunu belirtmektir. Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretlerinin pederi Hâce Kulan hazretleri, o kimseye arada bir yiyecek gönderirlermiş. O zât üç günde bir iftar eder ve elini yemeğe uzatırken tokmuş ve zorla yiyormuş gibi davranırmış. Nihayet bu taifeye hizmet ve ikramdan zevk alan bir zat, onun hâlini haber almış ve ona her gün bir tepsi içinde lezzetli yemekler götürülmesi için bir çocuk tayin etmiş. Yemeğin gittiği ilk gün, o kimse, çocuğu yanına oturtmuş ve ne getirdiyse hepsini ona yedirmiş. Çocuk boş tabaklarla eve dönünce de, efendisine : «O molla yemeğinizi zevkle yedi ve size dualar etti!» der ve hakikati gizlermiş.. Bu vaziyet hep böyle devam etmiş. Bir zaman sonra, yemekleri gönderen zat, hakikati anlamış, çocuğu dövmüş ve artık medreseye yemek göndermez olmuş...
*
Derlerdi ki:
— Babam Mevlânâ Hazretlerinin huzurundaydı. Ben de hizmetlerine bakıyordum. Babam bana görülecek bir iş emretti. Mevlânâ hazretleri babama «O senin bildiğin çocuk değildir!» buyurdular. Sonra da ilâve ettiler : «Bahaeddin Nakşibend Hazretlerinin babaları hasta olmuş. Hoca hazretleri hasta babalarına hizmet etmeleri için iki derviş tayin etmişler... Fakat baba bu dervişlere sert ve dürüst davranmış ve kalblerini kırıcı muamelelerde bulunmuş. Şâh-ı Nakşibend hazretleri vaziyeti öğrenince babalarının yatağı başına gelip demişler : Peder, bu dervişler bize Hak rızası için hizmet ediyorlar! Hak isteklilerine saygı, sevgi ve hizmet asıl bizim vazifemiz! Niçin onlara sert ve acı davranıyorsunuz?. Babası cevap vermiş : Ben senin baban iken senden nasihat mı alacağım? Nakşibend hazretleri buyurmuşlar : Evet, benden nasihat alacaksınız! Siz benim surette babamsınız ama mânada babanız benim!. Siz beni surette terbiye ettiniz ama mânada sizi ben terbiye ediyorum! Hoca Hazretlerinin babaları, oğlundan bu sözü işitince susmuş ve dürüstlüğü bırakmış...» Mevlânâ hazretleri bu sözleri söyleyince pederim son derece müteessir oldu ve artık bana hizmet emretmedi. Üstelik hürmet ve tazim göstermeğe başladı. Yolda giderken önüme geçmiyor ve benden ileriye adım atmak istemiyordu. Bu halden utanıyor, fakat ona mâni olamıyordum.
*
— Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretleri ölüm döşeğine ilk girdikleri zaman bir Halveti Şeyhi bir müridiyle beraber kendilerini ziyarete geldi. Biraz konuşulduktan sonra Halveti şeyhi, kendi usullerince zikretmek için Mevlânâ'dan izin istedi. Mevlânâ Hazretleri «Gayet münasip olur!» cevabını verdiler. Onlar da usullerince açık zikre başladılar. Zikirden ve kısa bir murakabeden sonra, şeyh, Mevlânâ hazretlerine sordu : «Siz seyyidmişsiniz, öyle mi?» Mevlânâ hazretleri tasdikle cevap verdiler. Şeyh dedi ki : «Siz, Allah Resûl'ünün neslinden olmak gibi bir şerefe malik bulunur ve bu nesebin gizlenmesi caiz olmazken, nasıl oluyor da hayatınız boyunca seyyidliğinizi belli etmiyorsunuz?» Cevap verdiler : «Pederimin vefatından sonra ondan bir şecere ve neseb levhası kaldı. Onu, taraf taraf gezdirip benlik satmaya vesile ve seyyidlik izharına âlet etmemek için bir duvar kovuğuna yerleştirdim ve üzerini balçıkla sıvadım. Benden soran olmadıkça söylememeğe karar verdim. Şimdiye kadar kimse sormadı, ben de söylemedim. Bugün siz sordunuz; gizlemedim. Olanı bildirdim.» Ve şeyhe sordular : «Seyyid olup olmadığım sualini size sorduran sebep nedir?» Şeyh dedi ki : «Deminki zikirden sonraki murakabede Allah'ın sevgilisi tecelli ettiler ve buyurdular :
(Bizim oğlumuz Sadeddin, müridlerinden iki kişiyi bize eriştirip velilik makamına yükseltmişlerdir.) Sebep, bu!» Mevlânâ buna karşılık verdiler : «Müritlerin sayısını fazla söylemeleri lâzımdı!» O zaman şeyhin müridi cevap verdi : «Bizim şeyhin kulaklarında hafif bir ağırlık vardır, otuz ikiyi iki anlamıştır.» Mevlânâ Hazretleri «Doğrusu senin dediğindir!» buyurarak müridin zekâ ve huzurunu takdir ettiler ve devam buyurdular : «Allah'ın inayetiyle yakınlarımızdan otuz iki kişi velilik mertebesine ulaşmıştır.» Mevlânâ hazretleri bu sözü söylerken o otuz iki kişi içinde bulunup bulunmadığını düşündüm. O zaman Mevlânâ Hazretleri bana bakıp gülümsediler, fakat «Sen de varsın!» veya «Yoksun!» demediler.
*
Mevlânâ Şemsüddin Muhammed Ruci Hazretleri Mekke'de mücaveretleri sırasında şeyh Abdülkebir hazretleriyle çok düşüp kalkmışlardır. Şeyh Abdülkebir daha evvel gördüğümüz gibi, devrinin nadir büyüklerindendir. Şeyh hazretleri Yemen'den Mekke'ye geldikleri zaman bir yıl yemek denilebilecek bir şey yememişler, kanasıya su içmemişler, Kabe tavafından geri kalmamışlar ve bütün bir sene, namazdaki teşehhüd yerinden başka bir oturma yerinde huzur duymamışlardır.
Derlerdi ki :
— Şeyh hazretlerinin meclislerine eriştiğim vakit orada ululardan çok kişi gördüm. Ben arka sıralarda oturdum. Biraz sonra başlarını kaldırdılar, beni gördüler ve «Bu kimdir?» diye sordular. Beni görmüş ve tanımış olanlardan birkaçı «Nakşı silsilesinden bir kimsedir» cevabını verdiler. Pek hoşlandı ve «Güzel, güzel!. Onlar kurtulmuşlardan, sadıklardandır!» buyurdular. Düşünmeli ki, Şeyh hazretleri insan beğenmekte gayet hasis bir mizaç taşıyorlardı. Cüneyd ve Şiblî gibi büyüklerden bir şey nakledilecek olsa, mizaçlarına uymadı mı, hemen tenkit ederler ve «soğuk söz, yanlış söz!» derlerdi. Bir gün şöyle buyurdular : «Benim bir babam vardı ki, su üzerinde yürür, havada uçardı, lâkin Tevhid kokusundan zerre alabilmiş değildi.» Bir gün de meclisleri kalabalık ve dinleyicileri vecd içinde kendilerini takip ederken, tepeden inme şöyle dediler : «Allah gaibi âlim değildir!» Bu söz birdenbire herkesi dehşete düşürdü. Açıkça şeriata aykırı bir sözdü bu. Ve hemen ilâve ettiler : «Çünkü Allah için gaip yoktur! Her şey ona nisbetle şehadet mertebesindedir. Ona göre gizli yoktur ki, gaip demek mümkün olsun... Eğer gaipten kast (mâdum - yok olan) demekse yoka ilim erişmez. Kur'andaki (gayb âlemi) tâbiri bize nisbetledir ki, Allah'a göre değil...» Şeyh hazretleri bu inceliği izah ederken de asıl maksatlarından tenezzül etmişler ve herkesin anlayabileceği tarzda konuşmuşlardı.
*
«Reşahat» sahibi:
— Mevlânâ Şemsüddin Muhammed Rucî hazretlerinin «Şeyh bu sözü söylerken asıl maksadından tenezzül etti» şeklindeki tefsirini kendilerine sordum ve «asıl maksatları neydi?» diye işin sır noktasını öğrenmek istedim. Dediler ki: «Mutlak zât ve hüviyet mertebesinde bütün nisbet ve izafetler düşer. O mertebede (gayb âlemi) denilmez.
*
Derlerdi ki:
— Şeyh Hazretleri hayvan eti yemezlerdi. Şöyle izah ederlerdi :
«Halkın hayvan etini yiyebilmesi bana acayip geliyor, insan, iki gözü olan, yüzüne nazar edilen ve hayat şevki içinde fıkırdadığı görülen bir canlılığın boğazına nasıl bıçak saplayabilir? Ve nasıl oturur da onun etini iştihalı iştihalı yer?»
Bu kelâmdan anlaşılıyor ki, şeyh Âbdülkebir hazretleri o devrin «ebdal» zümresinden imişler.. Zira hayvan incitmemek,
öldürmemek ve etini yememek «ebdal» taifesine mahsustur. Şu sebepten ki, eşyaya hayatın nüfuz ve cereyanına ait müşahede o makamda galiptir.
*
Derlerdi ki :
Şeyh hazretleri dehr orucu tutarlardı, içinde «süneyk» dedikleri macunumsu bir kurabiye ve tahta bir çanak bulunan dağarcıklarını iftar zamanı açarlar, «Süneyk» ten bir parça alırlar, onu zemzem suyu ile çanakta yumuşatırlar ve yerlerdi. Bütün yiyecekleri ertesi iftara kadar bundan ibaretti.
*
Derlerdi ki:
— Şeyh hazretlerinin sohbetlerinden ayrılıp Mısır'a geldiğim zaman öğrendim ki, oranın büyük şeyhlerinden biri, rüyasında, üstün velîlerden birinin, iki gözü kör olduktan sonra «kutup» ve «gavs» makamına erişeceğini görmüş... İki yıl «gavs» lık makamında kalacak ve ondan sonra beka âlemine göçecek... Çok geçmeden Şeyh Âbdülkebir hazretlerinin iki gözünü birden kaybettikleri haberini aldık. Gerçekten bu vaziyette iki yıl yaşadıktan sonra vefat ettiler. Mübarek kabirleri Mekke'de meşhur ve gönül ehlince ziyaretgâhtır.
* Derlerdi ki:
— Hoca Muhammed Pârisâ hazretlerinin meclislerinde bulunmuş Hafız Kasgarî'den dinledim: «Hoca hazretlerinin huzurlarındaydık. Sükût halindeydiler. Sükûtları çok uzadı. Dayanamadım ve faydalanmamız, hisse almamız için bir söz söylemelerini rica ettim. Dediler: (Sükûtumuzdan hisse almayan, sözümüzden de almaz!) «Bir gün de, bu yolun isteklisini Doğan kuşuna benzeten, onun yalnız bir kere uçmasını isteyen, ondan sonra bir av bulsun veya bulmasın, yerinde kalmasını tavsiye eden birine karşı şu karşılığı verdiler : (Evet, istekli Doğan kuşu gibi olmalı.. Lâkin uçmaya kalkmamalı ve bir kemik parçasına kanaat getirmeli!) Böyle dediler.» «Bir gün de (şu halk ne garip şeydir! Yarın olsa da bir iş işlesem diye bir lâf eder. Bilmez ki, bugün, dünün yarınıdır. Bugün ne işlemiştir ki, yarın bir şey işleyebilsin..) buyurdular.»
*
ömürlerinin sonunda derlerdi ki:
— Otuz yıldan beri bende gaflete iktidar kalmamıştır. Kendimi bir an gaflete daldırayım desem başarabilmeye imkân bulamam.
*
Derlerdi ki:
— Benim hâlim su kuşuna benzer. O su kuşu ki, dilerse dalar, dilerse su yüzünde durur.
Bu sözleriyle «Cem'-ül-cem» makamında bulunduklarına işaret ediyorlardı. O makam Hak ile halkı birlikte müşahede noktasıdır.
*
«Reşahat» sahibi :
— Kul, kendisinden fâni ve hakla baki olunca, Süphanî sıfatlarla gerçekleşir ve ikinci vücut ile varlığa erer,. Ruhanî ve cismanî vücudun bütün mertebelerin' tasarrufu altına alır ve daima celâl ve cemâl tecellileri içinde görünür. Hakkı, halkın aynasında, halkı da Hakkın yüzünde, birbirine perde olmaksızın görür. Halk aynasında gördüğü Hakkın kemâli, Hakk'ın yüzünde gördüğü de halkın yokluğudur. Kulluk bakımından da o kimseden daha âciz ve itaatlisi olamaz. Hakikatte ise Hakkanî sıfatlarla gerçekleşmiş ve süphanî ahlâkla sıfatlanmış olduğu için ondan daha kudretlisi düşünülemez. Ve böyle bir tecellinin sahibi, daima kendi kulluğuna ve yoksulluğuna ve Allah'ın uluhiyyet ve gannasına nazar eder. Böyle bir zât, zahirini şeriat, bâtınını da tarikat ve hakikatle bezemiştir; ve bütün mukaddes ölçüleri muhafaza makamında ve temkin üzerindedir. Fakat öyle bir an gelir ki, İlâhî sakiler elinden içtiği Tevhit şarabı onun aklım selbeder, ona kendisini ve dış dünyayı unutturur. Ve onun hakikatinden «Heme ost - her şey odur!» sesi gelmeğe başlar. Bu hâl, sâlikin yaratılış ciheti, yaratış cihetinde fanî olduğu ve harcanıp tükendiği zaman meydana gelir. Sâlik bütün varlıkları birlik denizinde boğulmuş, erimiş ve tükenmiş görür ve o zaman lisanından şeriata aykırı sözler döküldüğü duyulur. Mansur, Cüneyd ve Bayezid-i Bestamî'nin malûm sözleri gibi... Bunlar bu hâllerde akıl ve teklif dairesinin dışındadırlar. Bunların sözleri ve suretleri, Hazret-i Musa kıssasında vâki ağaç ve ateş sureti gibidir; ve o sözler söylenirken ortada Mansur, Cüneyd ve Bayezid mevcut değildir. Mümkünler âleminin karanlığı hakikat güneşi doğuncaya kadardır. «Hakikat geldi ve bâtıl gitti» ölçüsündeki hikmet... Bu bahis sonsuz bir derya gibi, varılmaz ve aşılmaz bir ummandır ve sözle anlatılır cinsten değildir.
*
Derlerdi ki:
— Şeyh Muhiddin-i Arabi Hazretleri buyurmuşlardır: «Bazı velîlere sıkı riyazetlerden sonra âlemin zuhurundaki sır gösterilir. Ben bir gece Allah'tan bu mânanın tecellisini diledim. Bana öyle bir şey zahir oldu ki, beşerin sırtı o yükü çekemez. Manevî yükün tesiriyle maddî vücudum tuz-buz olmak üzereydi, Allah'tan o mânayı bundan gizlemesini niyaz ederek kurtuldum.»
Mevlânâ Şemseddin Muhammed Rucî hazretleri, bu sözleri naklettikten sonra dediler ki:
— Beni kendi hâlime bıraksalar hiç ağzımı açmam! Benim söz söylemem sadece zaruret icabıdır.
*
Mevlânâ Hazretlerinin harikalarından :
Mevlânâ Hazretleri küçük bir çocuk iken babalarının develerinden birine binerek onu sağa sola koşturmaya, oynatmaya başlıyor. Devecileri haşin ve huysuz bir adamdır ve o anda uzaklaşmış bulunduğu için Mevlânâ'nın deveye bindiğini görmemiştir. Gelince fenâ halde kızıyor ve deveye yapışıp, üstündekini düşünmeden onu öyle hiddetle çökertiyor ki, Mevlânâ yara bere içinde kalıyor. Annesi deveciyi paylıyor ve çocuğuna sövüp sayarak yaptığı bu işten ötürü onu şiddetle haşlıyor. Gece, deveci, ahırda, develerin yanında yatmaktadır. Aynı deve birdenbire kalkıp devecinin yanma gidiyor ve onu tepelemeğe koyuluyor. Devecinin feryadiyle uyanan ev halkı, bütün uğraşmalarına rağmen deveciyi kurtaramıyorlar. Herkes de, küçük Mevlânâ'nın o yaşta belirttiği esrarlı mâna karşısında derin derin düşünüyor.
*
Yapı işleriyle meşgul bir genç... Kendisini içki ve sefahate vermiş... Kötü arkadaşlarla düşüp kalkmakta... Yolun üstünde bir kere bina inşaa edilmektedir. Genç, ellerinde yapı âletleri, üstü başı çamur içinde, ayaklarını kemerden sarkıtarak çalışıyor. O sırada Mevlânâ Hazretleri kemerin altından geçmekteler... Genç, Mevlânâ'yı görünce hemen sarkıttığı ayaklarını çekerek, ayağa kalkıyor ve tazîm edici bir tavırla mübarek zâtın kemer altından geçmesini bekliyor. Bu hareket Mevlânâ hazretlerinin o kadar hoşuna gidiyor ki, nazarlarını tepedeki gence dikiyorlar ve ona uzun uzun, derin derin bakıyorlar... Ve geçiyorlar... Genç, yıldırımla vurulmuş gibi... O vaziyette, üstü başı toz, toprak ve çamur içinde, Mevlânâ'nın peşine düşüyor. Camide Mevlânâ'yı yakalıyor ve huzurunda baş eğiyor. Artık ne içki, ne sefahat, ne serserilik, ne bir şey... Mevlânâ'nın bir bakışiyle avlanmış ve büyük kurtuluş, ilâhî marifet yoluna girmiştir.
*
Camide, yakınlariyle bir arada oturmaktalar. Halkadan biri, içinden şunları geçirmekte :
— Velîler, el attıkları insanların bâtınlarını tasarruf ederlermiş... Bunu bilmiyorum, fakat eserini Mevlânâ hazretlerinde göremiyorum. Her halde kusur onda değil, bizim istidatsızlığımızda, tasarruf kabul etmeyişimizde...
O anda, bunları düşünenin içinde bir hareket başlıyor. Sanki kalbini cımbızla tutmuş çekmektedirler. Başını kaldırıp bakıyor... Mevlânâ hazretlerinin gözleri kendisine dikilmiş.. Derin bir lezzetle karışık öyle bir acı duyuyor ki, yere yıkılıyor ve kendisinden geçmiş, o vaziyette saatlerce kalıyor.
(NOT: Necip Fazıl'ın «Büyük Kapı» isimli eserinde, bu hâlin kendi başından nasıl geçtiği yazılıdır.)
*
«Reşahat» sahibi, Mevlânâ hazretlerinin arkasında namaz kılarken, onun, ağırlıklarını sağ ayaklarına verdiklerine ve âdeta sollarını hareketsiz bıraktıklarına dikkat ediyor ve bu hâlin namaz âdabına uygun düşmemesinden taaccüb ediyor. Bu taaccübün cevabı, namazdan sonra, sorulmadan kendisine veriliyor : Mevlânâ hazretleri, çocukluklarında sol ayaklarından bir donma tehlikesi geçirmişlerdir ve arızası baki kalmıştır.
*
Yine «Reşahat» sahibi, rüyada Mevlânâ'yı iki gözü yumulu görüyor. Fenâ halde müteessir, uyanıyor. Bir türlü tâbir edemediği bu rüyanın delâletini anlamak üzere Mevlânâ hazretlerine gidiyor. Fakat sormaya cesareti yoktur ve tâbirin kendi kendisine Mevlânâ hazretlerinden gelmesini beklemektedir. Saatler geçiyor, Mevlânâ hazretleri oralı olmuyorlar. Nihayet birdenbire sır çözülüyor. Mevlânâ hazretleri diyorlar ki :
— insanın bir gözü dünya âlemine, öbür gözü de melekler âlemine karşıdır. Rüyada sol gözü yumulu olan dünya âlemini görmüyor ve melekler âlemine dalmış bulunuyor demektir. Sağ gözü yumulu olan da aksi... Melekler âlemini görmüyor ve dünyaya bağlı kalıyor. Bunlardan birincisi, orta derecedekilere, ikincisi de aşağı tabakaya göre... Bir de en üst bir derece var ki, onda iki gözün birden yumulu olması gerekir. Ne dünya, ne melekler âlemine bakan, sadece ceberrut ve lâhut âlemine göz diken büyüklerin hâli...
*
Sene 904... Ramazanın on altıncı günü. Mevlânâ hazretleri son nefeslerini verdiler. Hastalıkları kırk gün kadar devam etti.
Vefatlarından bir gün evvel «Reşahat» sahibi Şeyh Saffettin huzurlarındadır.
Anlatsın :
— Bu fakire iltifat edip buyurdular ki : «Sen bizim pirimiz Mevlânâ Sadeddin Hazretlerinin evlâtlığına girdin. Artık kimse sana el eriştiremez. Artık onların himaye kucaklarında rahat ve saadete ulaşabilirsin!. Gönlünü hoş tut ki, muradın yerine gelmiştir!» Ve etmedikleri nevaziş ve ihsan bırakmadılar. O sırada yakınlardan biri sordu : «Sizden sonra kime yönelmemiz lâzımdır?» dediler : «Kime meyliniz ve itikadınız varsa ona...» Yine sordular: «Yine size teveccüh etmekte devam etsek nasıl olur?» Buyurdular : «Zararlı olmaz!» Ve devam ettiler : «O kimseler ki taayyün etmişlerdir, bir hâlden bir hâle, bir sıfattan bir sıfata intikâl ederler.» Ben bu sözden şunu anladım ki, (o kimseler velayet ve irşâd makamında taayyün etmişlerdir; ahrete geçtikleri zaman da Allah'ın velîleri ölmez, bir evden bir eve intikâl ederler) ölçüsü gereğince hâl ve sıfat değiştirirler ve bu değişiklik onların feyiz vermekte devam etmelerine mâni değildir. Hattâ ahrete intikâl, onların feyiz verme kudretlerini arttırır. Zira beşeriyet vücudundan sıyrılmış olmaları o vücudun arıza ve engellerinden kendilerini uzaklaştırmış ve artık tesirlerine hiç bir mâni kalmamıştır. Nitekim Mevlânâ Celâleddin Rumî hazretlerinin mahdumları Sultan Veled hazretleri vefatı sıralarında demiştir ki : «Ruhumun bedenimden ayrılışından gam çekmeyiniz! Ümidinizi de hiç kaybetmeyiniz! Düşünün ki, kılıcın iş görebilmesi için kınından sıyrılması lâzımdır!» O sırada biri, Mevlânâ Şenıseddin Muhammed Rucî hazretlerine murakabeyi sordu : «Murakabe usulü nedir?» Cevap verdiler : «Murakabede bizim usulümüz gayet nâdir ve güzeldir. Ama güç... Siz yine nefs ve ispat ile meşgul olunuz! inandığınız ve bağlandığınız hakikât, haktır ve ona ulaşmak gerektir.» Biraz sonra, dalgın dalgın buyurdular : «Şimdi bizim sesimiz Allah, Allah...» Fakir, Mevlânâ Hazretlerinin bu sözlerini Mevlânâ Abdülgafur'a söyledim. Dedi ki : «Eğer bu sözü kendilerinin sıhhatinde işitseydim varıp eteklerine yapışır ve hizmetlerine girerdim.» Ve sohbetlerini kaçırmış olmaktan eseflerini bildirdi. Mevlânâ hazretleri, bir gün sonra (16 Ramazan) sabah vakti bir parça temiz toprak getirtip teyemmüm ettiler ve sabah namazım işaretle kıldılar. Güneş doğduktan sonra da nefes alıp vermeleri sıklaştı. Nefeslerinden «Allah, Allah» mânası geliyordu. Son dakikaya kadar şuurlarını kaybetmediler. Gönüllerini sımsıkı «Hâcegân» nisbetine perçinlemekle uğraştıkları belliydi. O sırada içeriye, tarikat sırlarından gafil bir insan girip yüksek sesle Tevhid Kelimesini tekrarlamaya başladı. Mevlânâ hazretleri mübarek elleriyle işaret edip bu adamı Tevhid Kelimesini tekrarlamaktan alakoydular. Mevlânâ Abdülgafur da hazırdı. Adama işaret edip yavaş sesle «Allah, Allah de, o kadar!» diye ihtar ettiler. Mevlânâ hazretleri de kirpikleriyle bu ihtarı doğruladılar, tasdik ettiklerini anlattılar. Adamcağız yüksek sesle : «Allah, Allah» demeğe başladı. Nefy ve ispat değil, mücerret ve mutlak ispat makamı olan o anda, Mevlânâ hazretleri, gönüllerinden gelen «Allah» sesiyle ruhlarını teslim ettiler. Ramazanın on yedinci günü cenazeleri şehir dışındaki bayram yeri sahasına götürüldü Şehrin içinden, dışından ve uzak yakın her taraftan akın akın insan geldi. Namazları böylece derya misali bir kalabalıkla kılındıktan sonra Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî hazretlerinin nurlu kabirleri yanına defnedildiler. Fakat iki ay sonra yakınlarından birkaçının ısrarı ile mübarek cesetleri oradan alındı ve Hoca Abdullah Ensarî hazretlerinin mezarı civarında kendileri için hazırlattıkları yere nakledildi. Haklarında mersiye yazan, tarih düşüren ve yüksek faziletlerini öven bir çok insan...