Reşahat

Hoca Ubeydullah hazretlerinin olgunluk çağları

HOCA UBEYDULLAH HAZRETLERİNİN OLGUNLUK ÇAĞLARI:

Kendileri anlatıyor :

— Mirza Şahruh zamanında Heri'deydim. Para adına bir habbem bile yoktu. Başımda bir tülbentim vardı ki, parça parçay­dı. Bir parçasını düğümlesem öbürü parçalanır ve sarkardı. Bir gün pazar yerinden geçerken bir dilenci benden bir şey istedi. Pa­ram yok ki, vereyim. Bir ahçının önüne geldim, tülbentimi ba­şımdan çıkardım ve dedim : «Bu tülbent eskidir ama temizdir. Kap kaçak yıkandıkça kurutmaya ve silmeğe yarar. Şunu al da şu fakire bir kap yemek ver!» Ahçı fakiri doyurduktan sonra bü­yük, bir edeple tülbenti önüme koydu. Fakat ben kabul etmedim ve çıkıp gittim.

*

Kendileri anlatıyor:

— Çok kişiye hizmetler ederdim. Hiç bir şeyim yoktu. Ne atım, ne merkebim... Yılda bir kaftan değiştirirdim ki, pamukla­rı :dökülürdü. Her üç yılda bir kürk ve bir hırkayla yetinirdim.

— Yoğurdun, sahrada kıymeti olmaz, diye cevap veriyor­lar. Kimse buralarda para ile yoğurt almaz. Lütfen kabul buyu­run!

— Biz zerre bile kabul edemeyiz!

Ve hizmetçilerinden birine işaret edip yoğurda bir Şahruh altını verdiriyorlar. Yoğurdu evvelâ kendileri tadıyor, sonra da piyade ve süvari bütün yakınları... Ve yola revan oluyorlar.

*

Hoca hazretleri yirmi iki yaşlarındayken dayıları Hoca ibra­him, kendilerini Taşkend'ten ilim tahsili için Semerkant'a gönde­riyor. Hoca hazretlerinin bâtını oluşları zahirî tahsile mâni olu­yor. Bu yüzden «Hâcegân» azizlerinin sohbetlerine can atıyorlar ve iki yıl müddetle Mâveraünnehr ulularının meclislerini dolaşı­yorlar.

*

Yirmi dört yaşında Herat'a gitmişler... Beş yıl kadar da Herat şeyhleriyle sohbet edip yirmi dokuz yaşlarında aslî vatanları­na dönüyorlar. Ondan sonra helâl rızk elde etmek için ziraat işle­ri yapıyorlar ve bir adamla ortaklaşa iş görüyorlar. Az zamanda Allah, mahsullerine Öyle bereket veriyor ki, idaresinden âciz ka­lıp yerlerine vekil tayin ediyorlar.

*

Hoca hazretlerinin mal ve mülkleri o kadar artıyor ki, hesap

dairesini taşıracak hâle geliyor.

*

«Reşahat» sahibi :

— Bu fakir, Hoca hazretlerinin devlet eşiklerine ikinci defa yüz sürdüğü vakit, vekillerinden biri, tarlalarının 1300 den fazla olduğunu haber verdi. O günlerde daha nice tarla satın almakta idiler. Tarlalarından «Cuyibâr» ismini taşıyan yalnız bir tanesin­de 3000 ırgat çalışırdı.

Kendileri anlatıyor :

— Ben, her yıl sultan Ahmet Mirza, divanına tarlalarımın mahsulüne ait yüz binlerce batman öşür veririm.

*

Hoca hazretlerinin ambarlarına konulan mahsul, anbardan her çıkarılışında, konulduğu zamanki miktarından fazla geliyor. Bu harikayı görenlerse Hoca hazretlerine rabıtalarını büsbütün kuvvetlendiriyorlar.

Kendileri de bu mevzuda diyorlar ki :

— Bizim malımız fukara içindir. Bunca malın hassası işte bu noktadandır.

*

Hoca hazretlerinin kemâl yolunda başlangıçlarından niha­yetlerine kadar, tanıdıklarına ve tanımadıklarına, dostlarına ve düşmanlarına yardım ve şefkatleri sınır kabul etmez derecede büyüktü. Ayırt etmeden herkese hizmetleri dillere destandı.

Buyuruyorlar ki:

— Semerkant'ta Mevlânâ Kutbüddin medresesinde bulunan iki üç hastanın hizmetini üzerime almıştım. Marazları arttığın­dan yataklarını murdar ederlerdi. Ben onları elimle yıkayıp, ça­maşırlarını elimle giydirirdim. Bu hizmetim sık sık olduğu için hastalıkları bana da bulaştı. Ben de yatağa düştüm. Bu hâlimle bile birkaç desti su getirtip hastaların kirlerini yine ben yıkama­ya devam ettim.

*

Kendileri anlatıyor:

— Heri'deyken sabahlan hamama gider ve Müslümanlara hamamda hizmet ederdim. Hizmette, iyi veya kötü, beyaz veya siyah, kuvvetli veya zayıf, fark gözetmezdim. Hizmetime karşılık bana ücret vermeğe kalkışan olmasın diye de sıvışırdım. Hamam­da bu türlü hizmetleri çok ettiğimden hamam harareti sebebiyle bünyem ve sıhhatim zedelenmiştir. Bu yüzdendir ki, şimdi hama­ma asla rağbetim yoktur.*

Kendileri anlatıyor :

— Hâcegân tarikatında vaktin icabı neyse ona göre davranılır. Zikir ve murakabe, ancak müslümanlara hizmet edecek bir mevzu olmadığı zaman tatbik edilebilir. Gönül almaya vesile ola­cak bir hizmet, zikir ve murakabeden önce gelir. Bazıları zanne­derler ki, nafile ibadetlerle uğraşmak hizmetten üstündür. Halbuki gönül feyzi, hizmet mahsulüdür. Hoca Bahaeddin Nakşibend ve bağlıları eğer kimsenin hizmetini kabul etmemişlerse, bu, hiz­met ve tevazuu tercih etmelerindendir. ihsan ediciyi sevmek za­ruridir ve muhabbet miktarınca alâka dahi tabiidir. Bu yolun bağliları kendilerine halkın menfaatine vermişler ve mukabilin­de hiç bir şey beklememeği şiar edinmişlerdir.

*

Kendileri anlatıyor:

— Ben bu yolu tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmet­ten elde ettim. Herkesi bir yoldan götürürler. Bizi hizmet yolun­dan götürdüler. Hayr umduğum herkese hizmet ederim.

*

Hoca hazretleri tenhada ve kalabalıkta zahirî ve bâtınî ede­be son haddiyle riayet ederlerdi. «Reşahat» sahibi:

— Bu fakir, hoca hazretlerinin gece ve gündüz hizmetlerine devam ederken, ilk defasında dört ve ikinci defasında sekiz ay, bir defa bile esnediklerine şahit olmadım, öksürük veya benzeri sebeplerle de ağızlarından bir şey çıkardıklarını görmedim. Sümkürdüklerini de görmedim. Halk huzurunda veya yalnızlıkta bir defa bile bağdaş kurarak oturduklarını görmedim. Hizmetlerinde otuz beş yıl kalan Mevlânâ Ebu Said de, Hoca hazretlerinin, üzüm elma, armut vesaire kabuklarını ağızlarından çıkardıklarını gör-

mediğini söyler. Görenlere nefret ve kerahet hissi verecek, hiç bir şeyin kendilerinde görülmediğini, bütün yakınları doğrulamıştır.

*     .

Büyüklerden biri bütün bir geceyi Hoca hazretlerinin huzu­runda ihya ediyor. Hayret ve dehşetle görüyor ki, iki dizi üstün­de oturan Ubeydullah Taşkendî hazretleri bütün bir gece kımıl­damadan bu vaziyette kalıyorlar ve kendilerinden nebatî mânada ve mazur olunacak mikyasta en küçük hareket görülmüyor. Hal­buki meclislerinde bulunan gençler, kuvvet ve tahammüllerine rağmen her saat dizlerini değiştirmektedir.

*

Hoca hazretlerinin, hizmetlerini görenler lütuf ve teveccüh­leri anlatılır gibi değildi. Meşakkati kendileri yüklenip yakınları­nın rahatını kendi istirahatlerine takdim ederlerdi.

Bir yolculuklarında bir dağ eteğinde gecelemek lâzım geli­yor ve çadırlar kuruluyor. O anda müthiş bir yağmur. Ortalığı sel götürüyor. Yakınlarından bir kısmının çadırlarında barınamayacaklarını gören Hoca hazretleri, kendilerine tahsis ettikleri büyük ve sağlam çadıra bakıp onu temiz bulmadıklarını ve altı­na sığmamayacaklarını söylüyorlar ve oraya yakınlarının sığın­masını sağlıyorlar. Kendileri de bir kösede geceliyorlar. Yakınla­rı, Hoca hazretlerinin, öz rahatlarını müridleri hesabına feda et­tiklerini ancak ertesi sabah öğreniyorlar.

Bir kere de, sıcak havada tarlalarından birinde bulunan Ho­ca hazretleri, bağlılarının, kendilerine mahsus gölgelikten fayda­lanmak istemediklerini görünce, tarlayı teftiş etmek bahanesiyle atlarına binip akşam serinliğine kadar gözden kayboluyorlar ve gölgeliğe ihtiyaç kalmadığını gördükten sonra dönüyorlar.

*

Kendileri anlatıyor :

— Dayım Hoca ibrahim hazretleri benim ilim tahsil etmem için ısrarla alâka gösterdiler ve beni Semerkant'a gönderdiler. Lâkin ilim tahsili için her davranışımda bana bir maraz musallat oldu. Marazın biri geçip ben tahsile devam ettikçe öbürü geliyor­du. Akıbet tahsile devam etmeğe kaadir olmadığımı anladım ve dayıma : «Beni hâlime bırakın! Bırakmazsanız bu gidişle helak olabilirim!» demeğe mecbur kaldım. Dayım özrümü kabul etti ve beni tarîkat yönünde serbest bıraktı. Ben bu arada bir kere daha tahsile cehdettimse de müthiş bir göz ağrısına uğradım ve bu hâ­lin kırk beş gün sürdüğünü gördüm. Nihayet tahsil dâvasından tamamiyle vaz geçtim ve kurtuldum.

*

Semerkant âlimlerinden Hoca Fazlullah :

— Biz Hoca hazretlerinin bâtın kemâllerini anlayamayız. Şu kadar biliriz ki, kendileri, zahirî ilimlerden çok az okumuşlardır. Böyleyken Beyzavî tefsirinden bize öyle sualler sormuşlardır ki, cevabında âciz kalmışızdır.

Mevlânâ Ali Tûsî isimli bir zahir âlimine diyorlar ki:

— Sizin yanınızda bizim konuşmamız edep hatası olur. Siz söyleyin, biz dinleyelim!.

Ve Mevlânâ'dan şu cevabı alıyor :

— Feyiz kaynağından vasıtasız söz gelen bir huzurda, asıl bizim söylememiz edepsizliktir!

*

Kendileri anlatıyor :

— Ömrümce, Seyyid Kaasım Tebrizî hazretlerinden ulu kimse görmedim. Zamanın şeyhlerinden gittiğim her fertten ba­na bir nisbet hâsıl oluyor, fakat bu nisbet tez geçiyordu. Yahut o nisbeti ben bırakıyordum. Fakat Seyyid hazretlerinden öyle bir tesir aldım ki, onu elden bırakmak mümkün değil... Huzurlarına her girişimde görürdüm ki, bütün kâinat, dairenin merkezi misali, onun etrafını dolanıyor ve onda yokluğa karışıyordu. Seyyid hazretleri Hoca Bahaeddin Nakşibend hazretlerinin meclislerinde bulunmuş ve nisbetlerini o yoldan almışlar... Anlaşıldığına göre «Hâcegân» yolundaydılar. Kendilerinin bir kapıcısı vardı ki, kim­se ondan izinsiz huzurlarına giremezdi. Kapıcılarına şöyle tenbih etmişlerdi : «Buraya ne zaman Türkistanlı bir genç gelirse ona mâni olma! Bırak, istediği zaman beni görsün!» Bu misilsiz tevec­cühlerine nail olmanın şerefiyle her gün Seyyid hazretlerinin eşi­ğine varırdım. Böyleyken huzurlarına ancak birkaç günde bir çı­kardım. Seyyid'in müridleri bu hâlime hayret ederler ve bana izin verildiği hâlde huzurlarına niçin her gün çıkmadığımı anlayamaz­lardı. Seyyid Hazretlerinin meclisleri gayet lezzetliydi, însan bu meclisten ayrılmak istemezdi. Meclislerinin dağılma vakti gelin­ce de kendileri işaret verirler ve müridlerini çekilmeğe davet ederlerdi. Beni hiç bir vakit huzurlarından kaldırmamışlardı. Baş­ta bana sormuş : «Babu! Senin adın nedir?» Yakınlarına «Babu!» diye hitap ederlerdi. İsmimin «Ubeydullah» olduğunu söyle­miştim, «isminin mânasını gerçekleştir!» buyurmuşlardı.

*

Kendileri anlatıyor:

— Seyyid Kaasım hazretlerinin nazarı, işlerin âkıbetineydi. Büyüklerin çoğunda bu hassa yoktur.

*

Mevlânâ Feyzullah Tebriz!:

— Seyyid Kaasım hazretlerine sık devam ederdim. Tasav­vufa öyle merak salmıştım ki, ona dair en ince meselelerin konu­şulduğu bu mecliste sabahlamaktan başka bir zevk tanımazdım. Bir defa Seyyid Kaasım'ın meclislerinde otururken içeriye Hoca Ubeydullah girdiler. Seyyid hazretleri Hoca Ubeydullah'ı büyük bir alâka   ve iştiyakla karşıladıktan sonra esrarlı bir konuşmaya başladılar. Garip bir maarif ve acaîp bir hikmet lisanı...   Dikkat ettim ki, Hoca hazretlerinin    her ziyaretinde Seyyid hazretleri, iradesizce, en ince esrar bahislerini açarlardı. O zaman öyle hâl­ler zuhur ederdi ki, başka zamanlarda olmazdı.    Bir gün Hoca Ubeydullah hazretleri meclisten kalkıp gittikten sonra    Seyyid Kaasım hazretleri bu fakire dediler ki : «Mevlânâ Feyzullah! Bu taifenin dili gayet cazibelidir   ama yalnız dinlemekle iş bitmez. Eğer himmet sahiplerinin hedefi olan saadete ermek istersen bu Türkistanlı gencin eteğini bırakma! O, zamanın harikası ve deranın bir tanesidir!   Ondan azîm tecelliler zuhur edecek ve dünya onun velayet nuruyle dolacaktır.» Seyyid Hazretlerinin bu sözle­rinden, içime,    Hoca Ubeydullah hazretlerinin kemâl çağlarına ulaşmak sevdası işlemişti. Sultan Ebu Said zamanı, Hoca hazret­leri Taşkend'ten Semerkant'a geldiler. Hizmetlerine girdim. Tez zamanda Seyyid hazretlerinin işaret ettikleri kemâlleri kendile­rinde müşahede eder oldum.

*

«Reşahat» sahibi:

— Hoca hazretlerinin Seyyid Kaasım hakkındaki «nazarları işlerin âkıbetineydi» sözleri, kendilerinin Seyyid tarafından keş­fedilmiş olmasiyle de sabittir.

*

Kendileri anlatıyor :

— Bir gün Seyyid hazretleri bana dediler ki Babu! Bilir misin, devrimizde hikmet ve hakikat niçin az zahir oluyor?. Çün­kü bu devirde bâtın tasfiyesi pek az insanda kalmıştır. Kemâl, bâ­tın tasfiyesindedir, bâtın tasfiyesi ise helâl lokma yemekle müm­kündür. Bu devirde helâl lokma pek azdır, bâtını tasfiye görmüş insan ise yok gibi bir şey... Nasıl istersin ki, böylelerinde İlâhî esrar tecelli etsin?» Sonra kendi haklarında şunları söylediler : «Elimin tuttuğu zamanlarda takke diker ve onunla geçinirdim. Felç geçirip elim tutmaz olduktan sonra babamdan kalma kütüp­haneyi satarak ticaret sermayesi yaptım ve onunla geçinmeğe başladım.»

*

Kendileri anlatıyor :

— Bir gece rüyada kendimi büyük bir caddenin üstünde gördüm. Caddenin üzerinden her tarafa incecik yollar. Birden gördüm ki, şeyh Zeynüddin Hâfî bir yol başında... Beni tuttular ve dediler ki : «Gel, seni bu yoldan kendi köyüme götüreyim!» Gönlüm ana caddeyi bırakmak istemedi. Kabul etmedim. Bu de­fa ana caddenin üstünden, beyaz bir ata binmiş, Seyyid Kaasım hazretleri sökün etti ve dedi: «Bu cadde şehre gider, gel seni alıp şehre götüreyim!» Ve beni arkasına alıp şehre doğru ilerlediler.

*

Hoca Hazretleri buyurdular :

— Hoca Bahaeddin Nakşibend hazretleri silsilesinden çok ulu kişiler görmüştüm. Şeyh Zeynüddin Hâfî yolu bana fazla par­lak görünmemişti. Ama Şeyh Bahaeddin Ömer yolu bana çok gü­zel göründü. Bir gün Şeyh Bahaeddin Ömer tarafına gidiyordum. Şeyh Zeynüddin tarafına sapan yol başına geldim. Orada bir lâh­za durdum ve kendimi bütün nisbetlerden boşalttım, içimden, Şeyh Zeynüddin tarafına bir arzu uyanmadı. Şeyh Balıaeddin Ömer tarafına ise bir meyil duydum. Bir gün huzurlanndaydım. «Şehirde ne haber var?» diye sordular, «îki türlü hayır var» de­dim ve izah ettim : «Şeyh Zeynüddin ve yakınları derler ki (Heme ez ost — Her şey ondandır..) Seyyid Kaasım ve bağlıları ise derler ki (Heme ost — Her şey odur), ya siz ne dersiniz?» Başını eğdi ve «Şeyh Zeynüddinliler doğru söylüyor!» dedi. Ve hak ver­diği tarafı kuvvetlendirmek için delil göstermeğe başladı. Gör­düm ki, delilleri Seyyid Kaasım ve bağlılarının iddiasını kuvvet­lendirmekte... Dedim ki: «Sizin Zeynüddinlileri haklı çıkarmak için ortaya koyduğunuz deliller asıl karşı tarafı haklı çıkarıyor!» Yine kuvvetli delillerle karşı çıktılar. Fakat yine öbür tarafı ger­çekleştirmiş'oldular. Anladım ki, maksatları, bâtında Seyyid Kaa­sım ve taraflıları gibi düşünüp, zahirde Zeynüddin ve etrafı gibi görünmekmiş...

*

Hoca Ubeydullah Taşkendî hazretleri, Mevlânâ Yakup Çerhî hazretlerini nasıl tanıdıklarını hikâye ediyorlar :

— Heri'ye gittiğim zaman, güzel yüzlü ve hoş kılıklı bir dük­kâncıda Mevlânâ Yakup Çerhî hazretlerinin büyüklüğünü dinle­dim ve kalbimin ona aktığını hissettim. Mevlânâ.yı bulmak üzere yola çıktım Yolda, hayli mesafe aştıktan sonra, aleyhinde lâflar da işittiğim oldu. Hattâ bir aralık seyahatime devam edip etmemek hususunda tereddüde düştüm ve bu kadar yol aldıktan sonra geri dönülemeyeceğini düşünerek yola devam ettim. Huzurlarına ilk çı­kışımda bana büyük iltifatlarda bulundular. Ondan sonra tekrar ziyaretlerine gittiğim zaman da sertlik ve husumet gösterdiler. Evvelâ bu iki muamele arasındaki tezadı kavrayamadım. Sonra anladım ki, bu hâl, yolda geçirdiğim tereddütten gelmektedir. Derken yine lütuf ve iltifata dönüp inayetlerini esirgemediler. Hoca Bahaeddin Nakşibend halifelerinden oldukları için hoca haz­retleriyle münasebetlerini anlattılar. Arkasından ellerini uzatıp «Gel, biy'at et!» buyurdular; O anda yüzlerine baktım. Yüzlerin­de cüzzam lekesine benzer bir beyazlık gördüm. Mizaca nefret ve­rici bu leke tesiriyle gönlüm biy'ate yanaşmadı. Hissimi hemen anladılar ve ellerini geri çektiler. O zaman harikaların en büyü­ğü oldu. Mevlânâ hazretleri birdenbire şekil değiştirdiler. O ka­dar güzel bir çehreye sahip oldular ki, hayretten dondum ve ken­dilerine sarılmamak için kendimi güç tuttum. Bu defa Mevlânâ hazretleri yeniden ellerini uzattılar ve dediler: «Nakşibend haz­retleri bu elleri tutup, senin elin, benim elimdir, demişlerdir. Her kim senin elini tutarsa benim elimi tutmuş olur.» Ve seslerini yük­selttiler : «Bu el Hoca Bahaeddin Nakşibend'in elidir, tutun!» He­men Mevlânâ hazretlerinin ellerine yapıştım. Mevlânâ hazretleri bana «Hâcegân» yolunun gereğince «nefy» ve «ispat»! talim et­tiler. Sonra buyurdular : «Bize mürşidimizden gelen usul budur. Eğer siz cezbe yoluyle isteklileri terbiye ederseniz karar sizindir!» Bazı müridleri Meviânâ hazretlerine sormuşlar : «Hem tarikat usulünü telkin etmek, hem de istekliyi serbest bırakmak nasıl ola­bilir?» Cevap vermiş : «Tâlib, mürşid huzuruna bütün kuvvet ve istidadını toplayarak gelmelidir, istediği her kudretin de yeri ken­disinde mevcut olmalı ve is hemen bir izne bağlı olmaktan ibaret kalmalı...»

*

Mevlânâ Nureddin Abdurrahman Câmî hazretleri «Nefahat» isimli eserlerinde derler ki: «Mevlânâ Çerhî hazretleri Hoca Ubeydullahı gösterirler ve bu hususta şöyle buyururlar : Tâlib mürşide Hoca Ubeydullah gibi gelmelidir. Meşalesi hazır, yağı ve fitili tamam... iş, bir ateş değdirip yakmaktan ibaret...»

*

Hoca Ubeydullah hazretleri devam buyuruyorlar :

— Mevlânâ Yakup hazretlerinden icazet isteyince «Hâcegân» yolunu bana baştan başa talim ettiler. «Rabıta» şartını anla­tırlarken de dediler ki : «Bu yolu talim ederken dehşet hissi ver­memeğe bak! Emaneti isteklilere ve istidatlılara eriştir!»

X (Twitter) sayfamız!

X (Twitter) adresimizi takip ederek, her türlü ilmi bilgilendirmeden istifade edebilirsiniz.

Günün Sözü

"Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı beştir: Selâmı almak, hastayı ziyâret etmek, cenâzeye iştirâk etmek, dâvete icâbet etmek ve aksırana ‘yerhamükellah’ demek.” (Hadîs-i Şerif—Müttefekun aleyh)"
Telif Hakkı © 2024 Open Source Matters. Tüm Hakları Saklıdır.
Joomla!, GNU Genel Kamu Lisansı altında dağıtılan özgür bir yazılımdır.