Reşahat
Hoca Ubeydullah hazretlerinin olgunluk çağları
- Ayrıntılar
- Kategori: Reşahat
- Gösterim: 4333
HOCA UBEYDULLAH HAZRETLERİNİN OLGUNLUK ÇAĞLARI:
Kendileri anlatıyor :
— Mirza Şahruh zamanında Heri'deydim. Para adına bir habbem bile yoktu. Başımda bir tülbentim vardı ki, parça parçaydı. Bir parçasını düğümlesem öbürü parçalanır ve sarkardı. Bir gün pazar yerinden geçerken bir dilenci benden bir şey istedi. Param yok ki, vereyim. Bir ahçının önüne geldim, tülbentimi başımdan çıkardım ve dedim : «Bu tülbent eskidir ama temizdir. Kap kaçak yıkandıkça kurutmaya ve silmeğe yarar. Şunu al da şu fakire bir kap yemek ver!» Ahçı fakiri doyurduktan sonra büyük, bir edeple tülbenti önüme koydu. Fakat ben kabul etmedim ve çıkıp gittim.
*
Kendileri anlatıyor:
— Çok kişiye hizmetler ederdim. Hiç bir şeyim yoktu. Ne atım, ne merkebim... Yılda bir kaftan değiştirirdim ki, pamukları :dökülürdü. Her üç yılda bir kürk ve bir hırkayla yetinirdim.
— Yoğurdun, sahrada kıymeti olmaz, diye cevap veriyorlar. Kimse buralarda para ile yoğurt almaz. Lütfen kabul buyurun!
— Biz zerre bile kabul edemeyiz!
Ve hizmetçilerinden birine işaret edip yoğurda bir Şahruh altını verdiriyorlar. Yoğurdu evvelâ kendileri tadıyor, sonra da piyade ve süvari bütün yakınları... Ve yola revan oluyorlar.
*
Hoca hazretleri yirmi iki yaşlarındayken dayıları Hoca ibrahim, kendilerini Taşkend'ten ilim tahsili için Semerkant'a gönderiyor. Hoca hazretlerinin bâtını oluşları zahirî tahsile mâni oluyor. Bu yüzden «Hâcegân» azizlerinin sohbetlerine can atıyorlar ve iki yıl müddetle Mâveraünnehr ulularının meclislerini dolaşıyorlar.
*
Yirmi dört yaşında Herat'a gitmişler... Beş yıl kadar da Herat şeyhleriyle sohbet edip yirmi dokuz yaşlarında aslî vatanlarına dönüyorlar. Ondan sonra helâl rızk elde etmek için ziraat işleri yapıyorlar ve bir adamla ortaklaşa iş görüyorlar. Az zamanda Allah, mahsullerine Öyle bereket veriyor ki, idaresinden âciz kalıp yerlerine vekil tayin ediyorlar.
*
Hoca hazretlerinin mal ve mülkleri o kadar artıyor ki, hesap
dairesini taşıracak hâle geliyor.
*
«Reşahat» sahibi :
— Bu fakir, Hoca hazretlerinin devlet eşiklerine ikinci defa yüz sürdüğü vakit, vekillerinden biri, tarlalarının 1300 den fazla olduğunu haber verdi. O günlerde daha nice tarla satın almakta idiler. Tarlalarından «Cuyibâr» ismini taşıyan yalnız bir tanesinde 3000 ırgat çalışırdı.
Kendileri anlatıyor :
— Ben, her yıl sultan Ahmet Mirza, divanına tarlalarımın mahsulüne ait yüz binlerce batman öşür veririm.
*
Hoca hazretlerinin ambarlarına konulan mahsul, anbardan her çıkarılışında, konulduğu zamanki miktarından fazla geliyor. Bu harikayı görenlerse Hoca hazretlerine rabıtalarını büsbütün kuvvetlendiriyorlar.
Kendileri de bu mevzuda diyorlar ki :
— Bizim malımız fukara içindir. Bunca malın hassası işte bu noktadandır.
*
Hoca hazretlerinin kemâl yolunda başlangıçlarından nihayetlerine kadar, tanıdıklarına ve tanımadıklarına, dostlarına ve düşmanlarına yardım ve şefkatleri sınır kabul etmez derecede büyüktü. Ayırt etmeden herkese hizmetleri dillere destandı.
Buyuruyorlar ki:
— Semerkant'ta Mevlânâ Kutbüddin medresesinde bulunan iki üç hastanın hizmetini üzerime almıştım. Marazları arttığından yataklarını murdar ederlerdi. Ben onları elimle yıkayıp, çamaşırlarını elimle giydirirdim. Bu hizmetim sık sık olduğu için hastalıkları bana da bulaştı. Ben de yatağa düştüm. Bu hâlimle bile birkaç desti su getirtip hastaların kirlerini yine ben yıkamaya devam ettim.
*
Kendileri anlatıyor:
— Heri'deyken sabahlan hamama gider ve Müslümanlara hamamda hizmet ederdim. Hizmette, iyi veya kötü, beyaz veya siyah, kuvvetli veya zayıf, fark gözetmezdim. Hizmetime karşılık bana ücret vermeğe kalkışan olmasın diye de sıvışırdım. Hamamda bu türlü hizmetleri çok ettiğimden hamam harareti sebebiyle bünyem ve sıhhatim zedelenmiştir. Bu yüzdendir ki, şimdi hamama asla rağbetim yoktur.*
Kendileri anlatıyor :
— Hâcegân tarikatında vaktin icabı neyse ona göre davranılır. Zikir ve murakabe, ancak müslümanlara hizmet edecek bir mevzu olmadığı zaman tatbik edilebilir. Gönül almaya vesile olacak bir hizmet, zikir ve murakabeden önce gelir. Bazıları zannederler ki, nafile ibadetlerle uğraşmak hizmetten üstündür. Halbuki gönül feyzi, hizmet mahsulüdür. Hoca Bahaeddin Nakşibend ve bağlıları eğer kimsenin hizmetini kabul etmemişlerse, bu, hizmet ve tevazuu tercih etmelerindendir. ihsan ediciyi sevmek zaruridir ve muhabbet miktarınca alâka dahi tabiidir. Bu yolun bağliları kendilerine halkın menfaatine vermişler ve mukabilinde hiç bir şey beklememeği şiar edinmişlerdir.
*
Kendileri anlatıyor:
— Ben bu yolu tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettim. Herkesi bir yoldan götürürler. Bizi hizmet yolundan götürdüler. Hayr umduğum herkese hizmet ederim.
*
Hoca hazretleri tenhada ve kalabalıkta zahirî ve bâtınî edebe son haddiyle riayet ederlerdi. «Reşahat» sahibi:
— Bu fakir, hoca hazretlerinin gece ve gündüz hizmetlerine devam ederken, ilk defasında dört ve ikinci defasında sekiz ay, bir defa bile esnediklerine şahit olmadım, öksürük veya benzeri sebeplerle de ağızlarından bir şey çıkardıklarını görmedim. Sümkürdüklerini de görmedim. Halk huzurunda veya yalnızlıkta bir defa bile bağdaş kurarak oturduklarını görmedim. Hizmetlerinde otuz beş yıl kalan Mevlânâ Ebu Said de, Hoca hazretlerinin, üzüm elma, armut vesaire kabuklarını ağızlarından çıkardıklarını gör-
mediğini söyler. Görenlere nefret ve kerahet hissi verecek, hiç bir şeyin kendilerinde görülmediğini, bütün yakınları doğrulamıştır.
* .
Büyüklerden biri bütün bir geceyi Hoca hazretlerinin huzurunda ihya ediyor. Hayret ve dehşetle görüyor ki, iki dizi üstünde oturan Ubeydullah Taşkendî hazretleri bütün bir gece kımıldamadan bu vaziyette kalıyorlar ve kendilerinden nebatî mânada ve mazur olunacak mikyasta en küçük hareket görülmüyor. Halbuki meclislerinde bulunan gençler, kuvvet ve tahammüllerine rağmen her saat dizlerini değiştirmektedir.
*
Hoca hazretlerinin, hizmetlerini görenler lütuf ve teveccühleri anlatılır gibi değildi. Meşakkati kendileri yüklenip yakınlarının rahatını kendi istirahatlerine takdim ederlerdi.
Bir yolculuklarında bir dağ eteğinde gecelemek lâzım geliyor ve çadırlar kuruluyor. O anda müthiş bir yağmur. Ortalığı sel götürüyor. Yakınlarından bir kısmının çadırlarında barınamayacaklarını gören Hoca hazretleri, kendilerine tahsis ettikleri büyük ve sağlam çadıra bakıp onu temiz bulmadıklarını ve altına sığmamayacaklarını söylüyorlar ve oraya yakınlarının sığınmasını sağlıyorlar. Kendileri de bir kösede geceliyorlar. Yakınları, Hoca hazretlerinin, öz rahatlarını müridleri hesabına feda ettiklerini ancak ertesi sabah öğreniyorlar.
Bir kere de, sıcak havada tarlalarından birinde bulunan Hoca hazretleri, bağlılarının, kendilerine mahsus gölgelikten faydalanmak istemediklerini görünce, tarlayı teftiş etmek bahanesiyle atlarına binip akşam serinliğine kadar gözden kayboluyorlar ve gölgeliğe ihtiyaç kalmadığını gördükten sonra dönüyorlar.
*
Kendileri anlatıyor :
— Dayım Hoca ibrahim hazretleri benim ilim tahsil etmem için ısrarla alâka gösterdiler ve beni Semerkant'a gönderdiler. Lâkin ilim tahsili için her davranışımda bana bir maraz musallat oldu. Marazın biri geçip ben tahsile devam ettikçe öbürü geliyordu. Akıbet tahsile devam etmeğe kaadir olmadığımı anladım ve dayıma : «Beni hâlime bırakın! Bırakmazsanız bu gidişle helak olabilirim!» demeğe mecbur kaldım. Dayım özrümü kabul etti ve beni tarîkat yönünde serbest bıraktı. Ben bu arada bir kere daha tahsile cehdettimse de müthiş bir göz ağrısına uğradım ve bu hâlin kırk beş gün sürdüğünü gördüm. Nihayet tahsil dâvasından tamamiyle vaz geçtim ve kurtuldum.
*
Semerkant âlimlerinden Hoca Fazlullah :
— Biz Hoca hazretlerinin bâtın kemâllerini anlayamayız. Şu kadar biliriz ki, kendileri, zahirî ilimlerden çok az okumuşlardır. Böyleyken Beyzavî tefsirinden bize öyle sualler sormuşlardır ki, cevabında âciz kalmışızdır.
Mevlânâ Ali Tûsî isimli bir zahir âlimine diyorlar ki:
— Sizin yanınızda bizim konuşmamız edep hatası olur. Siz söyleyin, biz dinleyelim!.
Ve Mevlânâ'dan şu cevabı alıyor :
— Feyiz kaynağından vasıtasız söz gelen bir huzurda, asıl bizim söylememiz edepsizliktir!
*
Kendileri anlatıyor :
— Ömrümce, Seyyid Kaasım Tebrizî hazretlerinden ulu kimse görmedim. Zamanın şeyhlerinden gittiğim her fertten bana bir nisbet hâsıl oluyor, fakat bu nisbet tez geçiyordu. Yahut o nisbeti ben bırakıyordum. Fakat Seyyid hazretlerinden öyle bir tesir aldım ki, onu elden bırakmak mümkün değil... Huzurlarına her girişimde görürdüm ki, bütün kâinat, dairenin merkezi misali, onun etrafını dolanıyor ve onda yokluğa karışıyordu. Seyyid hazretleri Hoca Bahaeddin Nakşibend hazretlerinin meclislerinde bulunmuş ve nisbetlerini o yoldan almışlar... Anlaşıldığına göre «Hâcegân» yolundaydılar. Kendilerinin bir kapıcısı vardı ki, kimse ondan izinsiz huzurlarına giremezdi. Kapıcılarına şöyle tenbih etmişlerdi : «Buraya ne zaman Türkistanlı bir genç gelirse ona mâni olma! Bırak, istediği zaman beni görsün!» Bu misilsiz teveccühlerine nail olmanın şerefiyle her gün Seyyid hazretlerinin eşiğine varırdım. Böyleyken huzurlarına ancak birkaç günde bir çıkardım. Seyyid'in müridleri bu hâlime hayret ederler ve bana izin verildiği hâlde huzurlarına niçin her gün çıkmadığımı anlayamazlardı. Seyyid Hazretlerinin meclisleri gayet lezzetliydi, însan bu meclisten ayrılmak istemezdi. Meclislerinin dağılma vakti gelince de kendileri işaret verirler ve müridlerini çekilmeğe davet ederlerdi. Beni hiç bir vakit huzurlarından kaldırmamışlardı. Başta bana sormuş : «Babu! Senin adın nedir?» Yakınlarına «Babu!» diye hitap ederlerdi. İsmimin «Ubeydullah» olduğunu söylemiştim, «isminin mânasını gerçekleştir!» buyurmuşlardı.
*
Kendileri anlatıyor:
— Seyyid Kaasım hazretlerinin nazarı, işlerin âkıbetineydi. Büyüklerin çoğunda bu hassa yoktur.
*
Mevlânâ Feyzullah Tebriz!:
— Seyyid Kaasım hazretlerine sık devam ederdim. Tasavvufa öyle merak salmıştım ki, ona dair en ince meselelerin konuşulduğu bu mecliste sabahlamaktan başka bir zevk tanımazdım. Bir defa Seyyid Kaasım'ın meclislerinde otururken içeriye Hoca Ubeydullah girdiler. Seyyid hazretleri Hoca Ubeydullah'ı büyük bir alâka ve iştiyakla karşıladıktan sonra esrarlı bir konuşmaya başladılar. Garip bir maarif ve acaîp bir hikmet lisanı... Dikkat ettim ki, Hoca hazretlerinin her ziyaretinde Seyyid hazretleri, iradesizce, en ince esrar bahislerini açarlardı. O zaman öyle hâller zuhur ederdi ki, başka zamanlarda olmazdı. Bir gün Hoca Ubeydullah hazretleri meclisten kalkıp gittikten sonra Seyyid Kaasım hazretleri bu fakire dediler ki : «Mevlânâ Feyzullah! Bu taifenin dili gayet cazibelidir ama yalnız dinlemekle iş bitmez. Eğer himmet sahiplerinin hedefi olan saadete ermek istersen bu Türkistanlı gencin eteğini bırakma! O, zamanın harikası ve deranın bir tanesidir! Ondan azîm tecelliler zuhur edecek ve dünya onun velayet nuruyle dolacaktır.» Seyyid Hazretlerinin bu sözlerinden, içime, Hoca Ubeydullah hazretlerinin kemâl çağlarına ulaşmak sevdası işlemişti. Sultan Ebu Said zamanı, Hoca hazretleri Taşkend'ten Semerkant'a geldiler. Hizmetlerine girdim. Tez zamanda Seyyid hazretlerinin işaret ettikleri kemâlleri kendilerinde müşahede eder oldum.
*
«Reşahat» sahibi:
— Hoca hazretlerinin Seyyid Kaasım hakkındaki «nazarları işlerin âkıbetineydi» sözleri, kendilerinin Seyyid tarafından keşfedilmiş olmasiyle de sabittir.
*
Kendileri anlatıyor :
— Bir gün Seyyid hazretleri bana dediler ki Babu! Bilir misin, devrimizde hikmet ve hakikat niçin az zahir oluyor?. Çünkü bu devirde bâtın tasfiyesi pek az insanda kalmıştır. Kemâl, bâtın tasfiyesindedir, bâtın tasfiyesi ise helâl lokma yemekle mümkündür. Bu devirde helâl lokma pek azdır, bâtını tasfiye görmüş insan ise yok gibi bir şey... Nasıl istersin ki, böylelerinde İlâhî esrar tecelli etsin?» Sonra kendi haklarında şunları söylediler : «Elimin tuttuğu zamanlarda takke diker ve onunla geçinirdim. Felç geçirip elim tutmaz olduktan sonra babamdan kalma kütüphaneyi satarak ticaret sermayesi yaptım ve onunla geçinmeğe başladım.»
*
Kendileri anlatıyor :
— Bir gece rüyada kendimi büyük bir caddenin üstünde gördüm. Caddenin üzerinden her tarafa incecik yollar. Birden gördüm ki, şeyh Zeynüddin Hâfî bir yol başında... Beni tuttular ve dediler ki : «Gel, seni bu yoldan kendi köyüme götüreyim!» Gönlüm ana caddeyi bırakmak istemedi. Kabul etmedim. Bu defa ana caddenin üstünden, beyaz bir ata binmiş, Seyyid Kaasım hazretleri sökün etti ve dedi: «Bu cadde şehre gider, gel seni alıp şehre götüreyim!» Ve beni arkasına alıp şehre doğru ilerlediler.
*
Hoca Hazretleri buyurdular :
— Hoca Bahaeddin Nakşibend hazretleri silsilesinden çok ulu kişiler görmüştüm. Şeyh Zeynüddin Hâfî yolu bana fazla parlak görünmemişti. Ama Şeyh Bahaeddin Ömer yolu bana çok güzel göründü. Bir gün Şeyh Bahaeddin Ömer tarafına gidiyordum. Şeyh Zeynüddin tarafına sapan yol başına geldim. Orada bir lâhza durdum ve kendimi bütün nisbetlerden boşalttım, içimden, Şeyh Zeynüddin tarafına bir arzu uyanmadı. Şeyh Balıaeddin Ömer tarafına ise bir meyil duydum. Bir gün huzurlanndaydım. «Şehirde ne haber var?» diye sordular, «îki türlü hayır var» dedim ve izah ettim : «Şeyh Zeynüddin ve yakınları derler ki (Heme ez ost — Her şey ondandır..) Seyyid Kaasım ve bağlıları ise derler ki (Heme ost — Her şey odur), ya siz ne dersiniz?» Başını eğdi ve «Şeyh Zeynüddinliler doğru söylüyor!» dedi. Ve hak verdiği tarafı kuvvetlendirmek için delil göstermeğe başladı. Gördüm ki, delilleri Seyyid Kaasım ve bağlılarının iddiasını kuvvetlendirmekte... Dedim ki: «Sizin Zeynüddinlileri haklı çıkarmak için ortaya koyduğunuz deliller asıl karşı tarafı haklı çıkarıyor!» Yine kuvvetli delillerle karşı çıktılar. Fakat yine öbür tarafı gerçekleştirmiş'oldular. Anladım ki, maksatları, bâtında Seyyid Kaasım ve taraflıları gibi düşünüp, zahirde Zeynüddin ve etrafı gibi görünmekmiş...
*
Hoca Ubeydullah Taşkendî hazretleri, Mevlânâ Yakup Çerhî hazretlerini nasıl tanıdıklarını hikâye ediyorlar :
— Heri'ye gittiğim zaman, güzel yüzlü ve hoş kılıklı bir dükkâncıda Mevlânâ Yakup Çerhî hazretlerinin büyüklüğünü dinledim ve kalbimin ona aktığını hissettim. Mevlânâ.yı bulmak üzere yola çıktım Yolda, hayli mesafe aştıktan sonra, aleyhinde lâflar da işittiğim oldu. Hattâ bir aralık seyahatime devam edip etmemek hususunda tereddüde düştüm ve bu kadar yol aldıktan sonra geri dönülemeyeceğini düşünerek yola devam ettim. Huzurlarına ilk çıkışımda bana büyük iltifatlarda bulundular. Ondan sonra tekrar ziyaretlerine gittiğim zaman da sertlik ve husumet gösterdiler. Evvelâ bu iki muamele arasındaki tezadı kavrayamadım. Sonra anladım ki, bu hâl, yolda geçirdiğim tereddütten gelmektedir. Derken yine lütuf ve iltifata dönüp inayetlerini esirgemediler. Hoca Bahaeddin Nakşibend halifelerinden oldukları için hoca hazretleriyle münasebetlerini anlattılar. Arkasından ellerini uzatıp «Gel, biy'at et!» buyurdular; O anda yüzlerine baktım. Yüzlerinde cüzzam lekesine benzer bir beyazlık gördüm. Mizaca nefret verici bu leke tesiriyle gönlüm biy'ate yanaşmadı. Hissimi hemen anladılar ve ellerini geri çektiler. O zaman harikaların en büyüğü oldu. Mevlânâ hazretleri birdenbire şekil değiştirdiler. O kadar güzel bir çehreye sahip oldular ki, hayretten dondum ve kendilerine sarılmamak için kendimi güç tuttum. Bu defa Mevlânâ hazretleri yeniden ellerini uzattılar ve dediler: «Nakşibend hazretleri bu elleri tutup, senin elin, benim elimdir, demişlerdir. Her kim senin elini tutarsa benim elimi tutmuş olur.» Ve seslerini yükselttiler : «Bu el Hoca Bahaeddin Nakşibend'in elidir, tutun!» Hemen Mevlânâ hazretlerinin ellerine yapıştım. Mevlânâ hazretleri bana «Hâcegân» yolunun gereğince «nefy» ve «ispat»! talim ettiler. Sonra buyurdular : «Bize mürşidimizden gelen usul budur. Eğer siz cezbe yoluyle isteklileri terbiye ederseniz karar sizindir!» Bazı müridleri Meviânâ hazretlerine sormuşlar : «Hem tarikat usulünü telkin etmek, hem de istekliyi serbest bırakmak nasıl olabilir?» Cevap vermiş : «Tâlib, mürşid huzuruna bütün kuvvet ve istidadını toplayarak gelmelidir, istediği her kudretin de yeri kendisinde mevcut olmalı ve is hemen bir izne bağlı olmaktan ibaret kalmalı...»
*
Mevlânâ Nureddin Abdurrahman Câmî hazretleri «Nefahat» isimli eserlerinde derler ki: «Mevlânâ Çerhî hazretleri Hoca Ubeydullahı gösterirler ve bu hususta şöyle buyururlar : Tâlib mürşide Hoca Ubeydullah gibi gelmelidir. Meşalesi hazır, yağı ve fitili tamam... iş, bir ateş değdirip yakmaktan ibaret...»
*
Hoca Ubeydullah hazretleri devam buyuruyorlar :
— Mevlânâ Yakup hazretlerinden icazet isteyince «Hâcegân» yolunu bana baştan başa talim ettiler. «Rabıta» şartını anlatırlarken de dediler ki : «Bu yolu talim ederken dehşet hissi vermemeğe bak! Emaneti isteklilere ve istidatlılara eriştir!»