Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979
18.Mektup
- Ayrıntılar
- Kategori: Mektubat-ı Rabbani
- Gösterim: 5393
18.MEKTUP
MEVZUU :
a) Telvinden sonra hâsıl olan temkin..
b) Üç velayet mertebesinin beyanı.
c) Vacib Taâlâ'nın vücudu zatından ayrı olduğu ve daha başka hususlar.
***
NOT : İMAM-I RABBANİ Hz. bu mektubu mükerrem şeyhi Muhammed Bakibillah'a yazmıştır.
***
Kulların en küçüğü kusurlu Abdülahed oğlu Ahmed'in arzuhalidir.
Bu haller varidatı, devam edip geldikçe; onları arz etmek cesaretinde bulunuyoruz.
***
Sübhan olan Yüce Hak yüksek teveccühlerinizin bereketi ile hallerin köleliğinden kurtarıp telvinden halâs ederek temkin makamı ile şerefyab ettikten sonra; işin neticesi olarak hayret ve acizlikten başka bir şey hâsıl olmadı.
Vuslattan yana, ayrılmak ve bölünmek kaldı.
Yakınlıktan yana uzaklıktan gayrı bir şey kalmadı.
Marifetten yana da, nekreden gayrısı artmadı.
İlim olarak, cehaletten gayrısı olmadı.
İşte.. anlatılanlardan Ötürüdür ki: Arzuhallerin takdiminde duraklama vaki oldu. Sırf ayrılık günlerinin hallerini arz etmeye de cesaret edemedim, iş bununla da kalmadı; bende öyle bir soğukluk meydana geldi ki: Hiç bir şeye karşı bende bir meyil kalmadı; keza bir şevk de kalmadı. Tembellik erbabının yolunda olduğu gibi; herhangi bir amelle meşgul olamıyorum.
Bu manada bir şiir şöyledir:
Bir pey değilim, daha noksanı kimdir?
Muattal kalır, o ki bir şey değildir.
***
Neyse., asıl maksada dönelim. Arzedeceğimiz şudur: Acaip bir durum; Sübhan Hak beni şu anda hakkal-yakin makamı ile müşerref eyledi. Orası öyle bir makarn ki; ilim ve ayn orada birbirine perde değil.. Fena ile beka, orada birarada.. Hayret gözünde ve emare yokluğunda ilim ve şuur var. Gaybetin özünde ünsiyet ve huzur var. İlmin ve marifetin varlığına rağmen; cehalet ve nekreden başka artan yok.
Bu manada bir mısra:
Dikkatle bakıp şaşınız, vuslattaki şaşkına..
Allah-ü Taâlâ bana, katıksız olan sonsuz inayeti ile; yakınlık ve kemalât basamaklarında nihayeti olmayan terakkiler nasib etti.
Velayet makamının üstü, şehadet makamıdır. Velayet ile şehadet makamının nisbeti; surî tecelli ile zatî tecellinin nisbeti gibidir. Hattâ, velayetle şehadet arasındaki uzaklık; bu iki tecelli arasındaki uzaklıktan bir misli daha fazladır.
Şehadet makamının üstünde, sıddıkıyet makamı vardır. Bu iki makam arasındaki mesafe, ibare ile anlatılmaktan çok uzaktır; ona işaret edilip belirtilmekten yana da çok çok yüksektir.
Sıddıkıyet makamının üstünde, ancak nübüvvet makamı vardır. Nübüvvet ehli zatlara saiât, selâm ve saygılar... Nübüvvet makamı ile, sıddıkıyet makamı arasında başka bir makamın olduğu yoktur; hatta muhaldir. İşbu hüküm, yani: Muhal olma hükmü, açık vs sağlam kesifle bilinmiştir.
Ehlüllahtan bazılarının isbata çalıştığı, bu iki makam arası vasıtalı olarak bir makam bulup adına:
- Makam-ı kurb (yakınlık makamı).
Dedikleri makama da ulaştım; hakikatına muttali oldum. Ama, nice çok teveccühten ve ağır tazarrudan sonra.. Önce bana. büyüklerden bazısının beyan ettiği durum .zuhur etti; sonradan da, işin hakikati malum oldu.
Evet., bu makamın husulü ancak: Uruc (yükseliş) zamanı sıddıkıyet makamının husulünden sonra olur.. Ne var ki, bunun vasıta oluşu da, teemmül mahalli olup düşündürür. Yani: İki makam arasında vasıta oluşu..
Neyse..
İşin hakikatini bu suretle huzurunuza vardıktan sonra; inşaallah tafsilâtı ile arz edeceğiz..
Bu makam, (yani: Sıddıkıyet makamı) cidden yüksek bir makamdır.. Yükseliş menzillerinde; bunun üstünde bir makam bilinmiyor. Allah-ü Taâlâ'nın vücudunun, zatından ayrı bir mana taşıdığı da bu makamda zahir oluyor. Ehl-i Hak bilginleri katında mukarrer olan da budur. Allah-ü Taâlâ, onların çalışmalarım şükrana lâyık eylesin.
Buradaki bu vücud, yolda kalmaktadır; sonra, yükseliş onun ötesinde devam eder.
Nitekim, üstte anlatılan manayı, Şeyh Ebülmekârim Rükneddin Alâüddevle bazı eserlerinde anlattı.
Bu vücud âleminin üstünde; Melik Vedud zatın âlemi vardır.
Sıddıkıyet makamı, beka makamı olup bu âleme bakar. Nüzul itibarı ile, âleme ondan daha alta dönük olan nübüvvet makamıdır ki: Hakikatta, sıddıkıyet makamından daha yüksektir. Zira, nübüvvet makamı, ayıklık ve beka makamıdır.
İşbu anlatılanlardan anlaşılıyor ki: Kurb makamı için; anlatılan iki makam arasında bir berzahiyet durumu yoktur; çünkü bunun gözü, sırf tenzihe dönüktür; yükselişin de tamamı sayılır. O iki makamla bunun arasında çok fark vardır.
Bu manada bir şiir şöyle gelmiştir:
Tuttular beni aynaya sanki kuşlarıyım; Kavlini ezelî ustamın konuşmalıyım.
***
Şer'î, nazarî, istidlali ilimler, (şeriatın görerek delillerle elde edilen bilgileri): Zarurî ve keşfi olmuştur. Bunlarla şeriat âlimleri usulleri arasında kıl kadar fark yoktur. Ancak, bu ilimler, icmal yolundan tafsile getirilmiş; nazariyattan zaruriyata çıkarılmıştır.
Bu manada, Hace-i Azam Bahaeddin Nakşibend Hz. ne şöyle soruldu:
- Sülükten maksad nedir?.
Allah sırrının kudsiyetini artırsın; söyle anlattı:
- Bundan maksad, icmal yollu olan marifeti tafsile dökmektir; istidlali olanı da keşfe getirmektir.
Bunlardan başka bilgilerin hâsıl olacağını söylemedi.
Evet., bu tarikatta, çok çok ilimler zuhur eder; çok değerli irfan duyguları hâsıl olur. Lâkin, bütün bunları geçmek gerekir.
Bir salik, sıddıkıyet makamı sayılan nihayetler nihayetine ulaşmadıktan sonra; bu hakikat ilimlerinden, yakin haline dayalı marifetlerden yana nasibi olamaz.
Ne olurdu bileydim; bu makamın ilimlerinden, marifetlerinden yana hiç bir nasipleri olmadığı halde, ehlüllahtan kimlerdir ki: Kendileri için bu makamdan nasibe kail olurlar?.. Yolu nedir?. Şu âyet-i kerime bu manada ne kadar güzeldir.
- «Her ilim sahibinden üstün bir bilen vardır.» (12/76)
***
Kaza ve kader meselesinin sırrına da muttali oldum. Bunlarla, Şeriat-ı garranın esasına aykırı olmayan bir yolla bu meseleyi bildim. Şekillerin hiç biri ile, onların arasında aykırılık yoktur. Hem ele, icab noksanlığından ve cebir şaibesinden münezzeh ve beri olarak. İşbu mana zuhurda; mehtaplı gecedeki ayın ondördü gibidir... Asıl şaşılacak durum şu ki: Şeriatın esasına aykırı bir durumu olmadığı halde, bu meselenin gizli tutulmasına sebeb nedir?. Şayet onda, bir aykırılık şaibesi olsaydı; gizli saklı tutma isinde bir bağlantı kurulabilirdi. Belki de bu sır şu âyet-i kerimede saklıdır:
- «Yaptığından sual olunmaz.» (21/23) Bu manada gelen bir şiir şöyledir:
O kimdir söz eder işi hakkında;
Ey sözcü, rıza ve teslim dışında.
***
Maarif ve ilimlerin feyizleri, bahar bulutlarından yağan yağmur gibi feyiz olarak gelmektedir. O şekilde ki: Kuvve-i müdrike, (idrâk akıl gücü,) onu taşımaktan âciz durumdadır. Kuvve-i müdrike, mücerred bir tabirdir. Yoksa, Yüce Sultanın ihsanları, ancak onu taşıyıcılarına yüklenebilir.
***
İlk önceleri, bu duyulmamış ilimleri kitaba yazmak için içimde bir heves vardı; ama buna muvaffak olamadım. Bu hususta, bende bir ağırlık ve zorluk oluyordu. Sonunda, kendi kendimi teselli ettim. Şöyleki:
Bu türlü feyiz yollu gelen ilimlerden gaye meleke husulüdür; onu ezberleyip durmak değildir. Nitekim, ilim talebeleri; ilmi, mevlevi bir melekeye nail olmak için öğrenirler; yoksa sarf, nahiv ve diğer ilimlerin usullerini ezberlemek değildir.
***
Yukarıda işaret edilen ilimlerden bazılarını arz etmek istiyoruz. Önce şu âyet-i kerime ile başlayalım:
- «Onun benzeri gibi yoktur: o, hakkıyla işiten, kemaliyle görendir.» (42/11)
Bu mübarek cümlenin başı; zahir olan mana gibi, sırf tenzihin isbatıdır.
- «Hakkiyle işiten, kemaliyle görendir.» (42/11) Bölümü ise, tercihi tam ve tekmil etmektedir. Bunların daha açık beyanı şöyledir:
Yaratılmışlar için işitme ve görme durumunun sübutu; toplu manada olsa dahi, bir benzeyişin sabitliği dolayısı ile vehim yollu vardır. İste, Allah-ü Taâlâ bu vehmin defi için, görmeyi ve işitmeyi onlardan nefyetmektedir. Kısaca şu mana anlatılmak istenir: Hakkiyle işiten, kemaliyle gören o Yüce Allah'tır.
Bu mana yanlış anlaşılmasın; biraz daha açılalım:
Mahluklarda, göz ve kulak mevcuttur; ama bunların, gerçek manası ile görmekte ve işitmekte bir dahli yoktur. Sübhan olan Yüce Hak, kulağı ve gözü yarattığı gibi; görmeyi ve işitmeyi de yaratmıştır. Hem de, âdet olduğu yoldan, sözü edilen iki sıfatı yarattıktan sonra.. Bunda mahlûk sıfatların hiç bir tesiri yoktur. Bu arada bir tesir sözü edecek olsak dahi; ondaki bu tesir dahi mahluktur. O mahlukların kendileri sırf cemad nev'inden olduğu gibi; aynı şekilde sıfatları cemad nev'inden sayılır.
Üstte anlatılan manaya bir misalle yol verelim:
Allah-ü Taâlâ Kadir sıfatı ile, sırf kudreti icabı taşta bir konuşma yarattığı zaman:
- Hakikaten taş konuştu.. Onda konuşma vasfı vardır.
Denemez.
Hülâsa olarak, mana bu merkezdedir. Taş cemad (cansız) sayılır; anlatılan sıfatın onda varlığı farz edilse dahi, o da kendi gibi cansız cemaddır. Onun, asla harf ve ses çıkarmakta bir dahli yoktur. . İşte, bütün sıfatlar, üstte anlatılan kabilden olup öyle kıyaslanabilir.
Bu babda asıl anlatılmak istenen gaye şudur: Bu iki sıfat; diğerlerine nazaran, daha fazla zuhur etmekte olduğundan, Allah-ü Taâlâ, onların nefyi için bir özellik yarattı. Kalanların nefyi, bunlara kıyasla daha uygundur.
Şu da ilim üzerine bir ilmî görüş..
Sübhan olan Yüce Allah, mahlukta önce ilim sıfatını yarattı; sonra onun maluma teveccühünü yarattı. Daha sonra o sıfatın, bu mahlukla ilgisini yarattı. Daha sonra bu malumun ona inkişafını yarattı. İlim sıfatını yaratmasının akabinde dahi mahlukta inkişafı yarattı.
İşbu yaratma durumu, ilâhî âdetin cereyan tarzına göre olup gitti. İşte, bundan da bilinmiş oldu ki: Anlatılan inkişafta, ilmin bir. dahli yoktur.
Şimdi, üstte anlatılan mana yolundan; daha önce anlatılan işitme ve görme sıfatlarını tekrar ele alalım. Şöyleki:
Allah-ü Taâlâ, mahlukta önce işitme sıfatını yarattı. Sonra duymayı ve işitilen şeye teveccühü yarattı. Sonra, işitmenin kendisini yarattı. Daha sonra, işitilen şeyin idrâkini yarattı.
Görme durumu da aynı. Önce görme sıfatını yarattı. Sonra, göz bebeğinin Dönüşünü ve görülecek şeye teveccühünü yarattı. Daha sonra görülen şeyin idrakini yarattı.
Anlatılan kıyas, sair sıfatlarda dahi caridir.
Tam manası ile işiten, gören o kimsedir ki: İşitmesinin ve görmesinin başında; anlatılan iki sıfat bütünüyle kendisinde buluna.. Bir kimse böyle değilse., o: Hakkıyle işiten, kemaliyle gören olamaz.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki: Mahlukların sıfatları ,da, kedileri gibi, cemadat nev'indendir.
Bu manada son kelâm şudur:
- Allah-ü Taâlâ, yaratılmışlardan, başlıca, bu sıfatları nefyetti; artık onlar için kendilerine has olan bir sıfat yoktur. Bu sıfatlar, Sübhan Allah'ın zatı için sabit olmuştur ki; tenzihle teşbih beyni birleştirile.. Hattâ, mevzuumuz olan âyet-i kerimenin tamamı; tenzihin isbatı, başlıca benzeyişin nefyi içindir.
Birinci manada anlatılan bilgi.. Yani: Bu mahluklardaki sıfatların Sübhan Hakka ait oluşunu, onların kendilerini sırf cemadat çeşidinden sayıp anlatılan sıfatların onlardaki zuhurunu görmek için şu misal yerindedir: Oluk, testi ve bunlardan zuhur eden su.. Sıfatların onlardaki zuhurunu, mahlukta anlatıları misaldeki gibi görmek, velayet makamına yakışan ilimler meyanında sayılır.
İkinci manada anlatılan bilgiye gelince.. Yani: Bu mahlûklardaki sıfatların, Sübhan Hakka ait olduğunu vicdanen görmek, bilmek.. Cemadatta görüldüğü gibi.. O rnahlukları dahi, ölüler misali şuursuz itikad etmek.. Nitekim, bu manada, Allah-ü Taâlâ şöyle buyurdu:
- «Sen meyitsin; onlar dahi meyitlerdir.» (39/30)
İşbu manada anlatılan ilim, şehadet makamına yakışan bir ilimdir.
Bu misalle, aynı zamanda; iki makam arasındaki fark dahi anlaşılmış oldu.
Az şey, çoğa delil olduğu gibi; damla su, bolluğa delildir. Bu manada bir şiir şöyledir:
Senenin bolluğu bahardan bellidir.
Nitekim, bu yüksek makama çıkanlar; mahlukattaki fiilleri, ölü ve cemadattaki gibi görmektedirler. Hal böyle iken, o mahlukların fiillerini Sübhan Hakka bağlamazlar.
- Bu fiillerin faili Allah'tır.
Demezler. Alah-ü Taâlâ, böyle bir bağlantı kurulmaktan yana pek yücedir. Bu manayı, aşağıdaki misallerle biraz daha açalım.. Şöyleki:
Bir şahıs, bir taşı hareket ettirdiği zaman, hiç bir şekilde:
- Bu şahıs hareket etti.
Denmez.. O şahıs, ancak hareketi meydana getirdi. Asıl hareket eden ancak taştır.
Aynı şekilde, o taş cansız cemadat cinsinden olduğu gibi, onda görülen hareket dahi öyledir. Yani: Sırf cansız cemadat çeşidi bir»
hareket.. Bu mana icabı olarak; anlatılan hareket icabı bir şahsın öldüğünü farz edelim; hiç bir şekilde:
- Onu taş öldürdü. Denmez. Şöyle denir:
- Taşı atan şahıs öldürdü..
Şeriat âlimlerinin kavli, bu ikinci manada anlatılan ilme uygundur. Allah-ü Taâlâ, onların çalışmalarını şükrana lâyık eylesin. Onlar, şöyle derler:
- Kullarda görülen yapılmış işler, aslında Sübhan Hakkın yarattığı san'atıdır. Dilemek ve seçmek sureti ile işlerin onlardan çıkmasına rağmen durum budur. Fiillerin masnuiyetinde (işlerin yapılmasında) onların bir dahli yoktur.
Onların işleri, yapılan amelin meydana gelişine göre olan tesir dışında; belli karışık bazı hareketlerden ibarettir.
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
- Durum anlatıldığı gibi olunca, onların fiillerine sevap ve ikap akla yakın bir say olmaz. Zira onların durumu, taşa verilen bir emir gibidir. Taşın fiiline yapılacak zem ve medih gibi olur.
Bu suale vereceğim cevap şudur:
- Taşla mükellef kişiler arasında fark vardır. Teklifin yeri, güç ve iradenin bulunduğu yerdir. Taşta ise ne irade vardır; ne güç. Halbuki mükelleflerde irade vardır. Lâkin, onların bu iradeleri de, Sübhan Hak tarafından yaratıldığından; muradın husulü babında bir tesiri yoktur. Dolayısı ile, işbu irade meyyit gibidir.
Hülâsa: Murad olan dahi, ilâhî âdetin cereyan tarzına göre; tahakkuk ettikten sonra mahluktur, (Yaratılmıştır.)
Her nekadar, mahlukun kudretinin müessir olduğu söylenirse de, isterse umumî manada olsun; kaldı ki: Maveraünnehir âlimleri de bu yola gitmişlerdir, işbu tesir dahi kudrette mahluktur. Tıpkı kudret kendi zatında mahluk olduğu gibi.. Çünkü onun tesiri zımnında asla mahlukun bir seçme hakkı yoktur. Bunun için, o kudretin tesiri dahi cemadat mesabesindedir.
Bu mevzuu, şöyle bir misalle kapatalım:
Bir şahıs, birinin tahriki sonu; yukarıdan aşağı bir taşın indiğini ve bir hayvanı (canlıyı) öldürdüğünü gördüğü zaman inancı şudur: Bu taş cemad nev'indendir; keza o taşı harekete getiren fiil dahi cemaddır. Şuna da inanır: Bu fiilin neticesi olan ölüm dahi cemaddır.
Hülâsa: (Mahlukata ait) zatlar, sıfatlar, fiiller sırf cemadattır; sırf ölüdürler..
- «Hayy Kayum.» (2/255)
Ayet-i kerimesinde anlatılan sıfatın sahib-i hakikîsi Allah'tır.
- «Hakkıyle işiten; kemaliyle görendir.» (42/11)
Mealine gelen âyet-i kerimesi ile anlatılan, yine odur..
- «Tanı manasi ile bilen, gerçekten haberdar olandır.» (66/3) Mealindeki âyet-i kerime ile anlatılan yine odur.
- «İrade buyurduğunu yapandır.» (85/16)
Mealindeki âyet-i berime ile beyan edilen Yüce Zat yine odur. Ve şii mealdeki mübarek âyet, onun şanında nekadar güzeldir:
- «Anlat, söyle: Rabbımın kelimeleri için denizler mürekkeb olsa, Rabbımın kelimeleri bitmeden denizler tükenir; isterse bir misli daha yardıma gelsin..» (18/109)
*** Edep dışı saydığım işler arttı; sözü uzatmam haddi aştı.
Ne yapabilirim ki? Kelâmın güzelliği, mutlak Cemil zattan geliyor. Beni öyle bir yere ulaştırdı ki, orada: Söz uzadıkça güzelleştiği sanılıyor. Her ne mikdar ondan anlatılsa; lezzet ve halâvette en üst dereceye varılıyor. Bununla beraber, kendimi o Yüce Zat'tan konuşmaya münasip görmüyorum: Hattâ, ismini dahi söylemeye cesaret edemiyorum. Bu manada bir şiir var:
Misk, gülsuyuyla yusam ağzımı bin kere;
Yine de ehil olamam hiç onu zikre..
Bir başka manada şiir:
İnsana yakışan odur ki, zaman haddini unutturmaya..
***
Bu arada, asıl dilek şudur: Bol teveccüh ve inayet..
Yaramaz hallerimi nasıl arz edeyim?. Kendimde her ne gibi iyi bir hal bulsam; o, anlattığım üstün teveccühün bir başlangıcıdır. Yoksa:
Ben yine o Ahmed'im, hiç değişmedim..
***
Meyan Şah Hüseyin'e tevhid yolu zuhur etti; şu anda onunla hazza dalmış durumda.. Hatıra, onu oradan çıkarmak geliyor ki; hayrete ulaşsın; asıl gaye de. budur.
Muhammed Sadık, kendini zapt edemiyor; bunu küçüklüğüne vermek gerek. Seferde arkadaş olsa; çok terakkiye nail olur. Dağa çıkarken, arkadaştı; çok terakkiye nail oldu. Hayret ummanından kana kana içti. Hayret babında, bu Fakir'le onun tam bir münasebeti var.
Şeyh Nur dahi aynı şekilde bu makamdadır. Çok terakki etti. Bu Fakir'in yakınlarından bir genç var; hoş halli cidden. Berkî tecelliye yakındır; galiba ona karşı istidadı da var.