Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979
389.Mektup
- Ayrıntılar
- Kategori: Mektubat-ı Rabbani
- Gösterim: 4107
389. MEKTUP
MEVZUU:
a) Halk alemi ile
emir alemi arasında bir berzah durumunda olan arşın hakikatinin beyanı. Onda,
her ikisinde de vasıf bulunduğu, amma ne yer, ne de sema cinsinden olduğu.
b) Kürsinin beyanı
ve vüs'ati.
NOT: İmam-ı
Rabbani Hz.leri bu mektubu, Mevlâna Ferruh Hüseyin'e yazmıştır.
***
Allah'a hamd
olsun. Selâm onun seçmiş olduğu kullarına.
Bilesin ki,
Ars-ı Mecid,
Sübhan Hakkın yaratmış olduğu şeyler arasında, en acaib bir durumdadır. Alem-i
kebirde, halk alemi ile emir alemi arasında bir berzahtır. Arşta, hem ondan;
hem de bundan vasıf vardır.
Halk alemi altı
günde yaratılmıştır. Ki bunlar, yer, semalar ve dağlardan ibarettir. Bu mana,
şu ayet-i kerimede zikredildi.
"Gerçekten
siz mi, arzı iki günde yaratana küfrediyorsunuz?"(41/9)
Arşın yaratılması,
bu yerin yaratılmasından evveldir. Nitekim bu manayı Allahu Teala, şöyle
anlattı:
"Allahu
Teala, arşı henüz su üzerinde idi; yeri ve semaları altı günde yarattı."(11/7)
Bu ayet-i
kerimeden de anlaşılmaktadır ki, arşın yaratılması, daha öncedir.
Arş-ı Mecid, arz
cinsinden olmadığı gibi; semaların cinsinden dahi değildir. Onun, emir
aleminden dahi, bol hazzı vardır; ne var ki, bunlara ondan yana bir şey yoktur.
Bu babda netice şu
ki: Arşın semalarla olan münasebeti, yerle olan münasebetlerinden daha
ziyadedir. Dolayısı ile, semalar cümlesinden sayıldı. Halbuki, yerden olmadığı
gibi, semalar dahi değildir. Hakikat budur.
Hiç şüphe
edilmesin ki, yerin ve semaların eserleri ve ahkâmı, arşın eserlerine ve
ahkâmına mugayirdir.
***
Bu arada, kürsinin
muamelesi kaldı ki, onu da anlatalım. Allahu Teala'nın buyurduğu:
"Onun
kürsisi, yeri ve semaları almıştır."(2/255), mana
kürsiyi anlatır.
Kürsi dahi,
semalara ve yere mugayirdir; her ikisinden de daha geniştir.
Hiç şey yok ki
kürsi, emir aleminden de değildir. Onun için denmiştir ki:
-Arşın altındadır.
Halbuki, emir
aleminin muamelesi, arşın üstündedir.
Halk aleminden
olduğu zaman da, onun yaratılışı, semaların yaratılışına mugayir olur. Onun
yaratılışı altı günün ötesinde olduğu dahi, yerinde bir mana olur. Bu manada
dahi, hiçbir mahzur yoktur.
Çünkü Allahu
Teala, alem halkının tamamını altı günde yaratmadı. Zira, suyun yaratılması, bu
altı günün dışındadır; ondan daha evveldir. Nitekim bu mana daha önce de
anlatıldı.
Kürsi muamelesi,
uygun olduğu üzere, bize açılmadığından; bunun tahkikini bir başka vakte
bırakıyoruz. Hem de, Rabbin kereminden ümid ederek.
Dua makamında bir
ayet-i kerime meali:
"Rabbim,
ilmimi artır."(20/114)
***
Üstte yapılan
tahkikten, iki kuvvetli itiraz yükseldi. O itirazdan biri şöyledir:
-Semalar ve yer
olmayınca, altı günün tayini nereden olmuş ve nasıl teşhis edilmiştir? Pazarla
pazartesi, nasıl ayırd edilmiş ve salı Çarşamba'ya göre nasıl imtiyaz kazanmış
ve perşembe dahi, cuma'dan nasıl ayırd edilmiştir?
Bu itiraza karşı
şöyle diyebiliriz:
-Arşın
yaratılması, yerin ve semaların yaratılmasından evvel olduğuna göre; zaman
husulü dahi tasavvur edilmiştir. Günlerin sübutu dahi, böylece açığa çıkmıştır.
Bu manada itiraz, bertaraf edilmiş olmaktadır.
Günlerin ayırd
edilmesi, güneşin doğuşuna ve batışına mahsus olması nereden çıkıyor? Görmez
misin ki, cennette ne güneşin doğması vardır; ne de batması; amma günlerin
imtiyazı orada sabittir. Haberlerde bu mana vardır.
ikinci itiraz ise,
bu Fakirin hususi ilmi ile ortadan kalkmaktadır; bunun oluşu aşağıda
anlatılacaktır. Yani itirazın...
Bir kudsi hadiste
şöyle anlatıldı:
"Beni ne
yerim, ne de semam aldı. Lâkin, mü'min kulumun kalbi aldı"
Bu hadis-i
şeriften anlaşıldığına göre, zuhurun en tamamı, mümin kalbine mahsustur. Bu
devlet, ondan başkasına müyesser değildir.
Halbuki sen,
mektuplarında bunun hilafını yazdın. Dedin ki:
-En büyük zuhur,
Arş-ı Mecid'indir. Kalbi zuhur, Arş-ı Mecid'in zuhurundan bir lem'adır.
Üstteki tahkikten
de anlaşıldı ki, Arş-ı Mecid'in eserleri ve hükümleri, yerin ve semaların
hükümlerine mugayirdir. Yerde ve semalarda vüs'at yoktur; amma arşta vardır.
Evet...
Yerde ve
semalarda, onlarda onlarla beraber, hiçbirisinde vüs'at kabiliyeti yoktur.
Mü'min kalbi başka... Zira o, bu devlete istidadlıdır.
Bu vüs'atın kalbe
inhisar etmesi, yer ve semalar itibarına göredir; Arş-ı Mecid'i de şümulüne
alan bütün masnuata nisbetle değildir. Evet, böyle değildir ki, hadis-i kudsi
hilâfına bir mana tasavvur edile...
Böylece, ikinci
itiraz da bertaraf edilmiş olmaktadır.
Bilinmesi yerinde
olur ki,
Arş-ı Mecid öyle
bir yerdir ki, tüm zuhur mahallidir. Semaları ve yer; içindekilerle beraber,
onun mukabiline koyduğumuz zaman, hiçbir duraklama olmadan, muzmahil ve hiçbir
şey olmama hükmüne girer. Onlardan hiçbir eser kalmaz; amma, insani kalb
müstesna. Zira, onun rengine girmiştir; baki kalır ve sırf hiçbir şey olmama
durumuna girmez.
Üst canibindeki
zuhuraü gelince, ki bu zuhur, arşın ötesi ile alâkalı olup sırf emir
alemindendir. Bu mertebeye nisbetle, arşın hükmü; yerin ve semaların arsa
nisbetle olan hükmü gibidir. Daha yukarının, aşağısına nisbetle hükmü dahi
böyledir. Bu hüküm, taa emir alemine kadar aynıyla devam eder. Bu dairenin
tamamından sonra da; muamele cehle ve hayrete müncer olur. Eğer bir marifet olur
ise, keyfiyeti meçhul olup sonradan yaratılan aklın havsalasına sığacak cinsten
değildir.
Simdi bir miktar
da, insani kemalâttan ve insani kalbden beyan edelim.
Bir şiir:
Uzun uzun durdum
aybında;
Açıldı güzellik
şanında...
Arş-ı Mecid, her
ne kadar pek vasi ve zuhur yeri olarak pek tamam ise de; Ihakin, bu devletin
husulüne onda bilgi olmadığı gibi; bu kemal için onda şuur dahi yoktur. Amma,
insana bağlı olan kalb böyle değildir. Zira, o şuur sahibi olup ilim ve
marifetle mamurdur.
Kalbin, üstte anlatılandan
daha başka bir meziyeti vardır ki; onu da beyan edeceğiz. Tam manası ile
dinlemek gerek.
-Alem-i sağir...
(Küçük alem...) ismini verdikleri insanın mecmuu, her ne kadar halk ve emir
aleminden mürekkeb ise de, onun vahdani ve hakiki bir hey'eti vardır. Eserler
ve hükümler dahi, bu hey'ete göre tertip edilmiştir.
Alem-i kebirde,
anlatılan böyle bir hey'et yoktur. Eğer var ise, itibari olmamaktadır.
Anlatılan hey'et-i
vahdaniye cihetinden insana varidat olarak gelen feyizler, onun tavassutu ile
de insanın kalbine gelenlerden yana hiçbir şey; alem-i kebir ve alem-i kebir
için kalb mesabesindeki Arş-ı Mecid için hasıl olmaz. Meğer ki, az bir şey
ola... Zira, her ikisi de bu feyizlerden ve bereketlerden yana, nasipleri
azdır.
Arza bağ'ı parçaya
gelince, ki o, hakikatta mevcudatın hulasasıdır. Onda uzaklık mevcud olmasına
rağmen, zuhurat itibarı ile en yakındır. Onun kemalâtı dahi, alem-i sağirin
mecmuasına sirayet etmiştir. Bu mecmua alem-i kebirde olmayınca... Yani
hakikatta, anlatılan sirayeti de kaybetmiştir. Arşın hilâfına, insan kalbine
dahi bu kemalât vardır.
Şunun da bilinmesi
yerinde olur ki, kalb için isbat ettiğimiz, kemalât ve faziletleri; iyi bir
mülahaza ile düşündüğümüz zaman, cüz'i fazilette buluruz. Fazl-ı külli ise,
arşa bağlı zuhur içindir. Misal olarak, arşı ve kalbi geniş yakılan bir ateş
gibi buluruz ki, bütün sahraları ve ovaları aydınlatmıştır. Bu ateşten dahi,
bir meş'ale yakılmıştır. Bu'meş'aleden olan ateşe bazı işlerin katılması ile,
bir başka nuraniyet hasıl olmuştur ve bu durum, öbür ateşte yoktur.
Hiç şüphe edilmeye
ki, bu ziyadelik de, cüz'i faziletten başkası için isbat edilemez.
Bütün işlerin
hakikatlerini en iyi bilen Sübhan Allah'tır.
Dua makamında bir
ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz,
nurumuzu tamamla, bizi bağışla. Zira sen, her şeye kadirsin."(66/8)
Allahu Teala,
Efendimiz Muhammed'e, âline, bütün ashabına salât edip bereketler ihsan
eylesin... Keza, bütün nebilere ve resullere, mükarreb meleklerin hepsine.