Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979
456.Mektup
- Ayrıntılar
- Kategori: Mektubat-ı Rabbani
- Gösterim: 3876
456. MEKTUP
MEVZUU: Uhrevi rüyeti inkâr edenlerin şüphelerini atmak hakkındadır.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Mir Abdürrahman b. Mir Muhammed Nu'man'a yazmıştır.
***
Rahman Rahim Allah'ın adı ile...
Rüyet meselesi, (yani ahirette yüce Allah'ı görmek) hakkında irad ettikleri itiraz, hatta rüyetin nefyi için ikame ettikleri delil şudur: Gözle görmek iktiza eder ki; görülen aynı hizada buluna ve görenin mukabilinde dura... Böyle bir şey ise, Vacib Teala hakkında yoktur. Zira böyle bir şeyin olması ciheti gerektirir. Bu cihet ise; ihata, tahdid, nihayeti getirir. Böyle bir durum da, üluhiyete münafi olan noksanı gerektirir.
Halbuki yüce Allah, anlatılan manadan yana, tam bir yüceliğe sahiptir.
Üstte ileri sürülen itiraza cevap şudur:
Kemal üzere kudret sahibi olan yüce Sultan, iki parça içi boş, histen ve hareketten uzak damara; bu zayıf fani dünya hayatında, hiza ve mukabil durma şartı ile eşyayı görüp hissetme kuvvetini verdikten sonra, ahiretin kuvvetli ve baki hayatında o iki parça damara neden bir kuvvet vermesi mümkün olmasın ki; hizasız ve mukabelesiz olarak görülecek olanı o kuvvetle göre... Bu durumda o görülecek olanı ister bütün cihetlerde bulunsun; isterse hiçbir cihette bulunmasın. Bu işin uzak görülmesine sebep nedir ve muhal oluşu nereden gelir?
Zira, Fail-i Muhtar olan yüce Zat, iktitarın en yüce mertebesindedir. Bir istidadlı için kabul eder ki, görme ve hissetme manaları ona taalluk etsin.
Bu manada asıl söz şu ki:
Yüce Allah bazı yerlerde, yararlı olacakları dolayısı ile, hiza şartını ve cihet tayinini gözlerin görmesi için koyar. Ondan başka, bazı yerlerde ve zamanlarda ise, bu şartı itibardan düşer. Anlatılan şart olmadan da, gözlerin görmesi takarrür eder. Aralarında tam zıddiyetin, değişikliğin bulunmasına rağmen; o yeri bu yerle kıyas etmek insaftan uzaktır. Böyle bir iddia, mülk ve şehadet alemi keşiflerinde kısa görüşe sahip olmaktır. Melekût aleminin acaiplerini dahi inkârdır.
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
-Sübhan Hak, görüleceğine göre; gerekir ki, gözle idrak edilip kavrana... Böyle bir şey ise, haddi ve nihayeti gerektirir.
Halbuki, Allahu Teala, böyle bir manadan yana çok çok üstünlüğe sahiptir.
Bunun için şu cevabı veririm:
-Mümkündür ki; görüle... Fakat gözle idrak edilip kavranmaya... Bu manada, Allahu Teala şöyle buyurdu:
"Gözler onu idrak edemez; ama o, gözleri idrak eder. Lâtif Habir odur."(6/103)
Müminler, Sübhan Hakkı ahirette göreceklerdir. Vicdani bir yakinle de, o şanı yüce Zat'ı gördüklerini anlayacaklardır. Bu görmeye terettüb eden lezzeti dahi kemal üzere kendilerinde bulacaklardır. Lâkin, görülen onlarca asla idrak edilmiş olmayacak, o manadan yana kendilerine kesin olarak bir şey hasıl olmayacak. Yalnız görmeyi bulmak ve onunla lezzet almak başka.
Bir şiir:
Rahat ol, hiç anka
avlanır sanma;
Yoksa tuzaklar taşırsın
daima...
Görülenin kavranıp idrak
edilmesi manasında tevehhüm edilen rüyetteki noksan o yerde yoktur.
Cihetsiz olarak görmenin
sübutu olduğu gibi, görene dahi bu rüyetten hasıl olan lezzet için ne noksan
vardır; ne de kusur.
Hatta görülen yüce Zat'ın
tam in'amından ve ihsanındandır ki, mahabbet ateşi ile yananlara kâmil cemalini
açar ve rüyetinin zülâlinden kana kana onlara içirir.
Onları visali ile
şereflendirmesi, yüce mukaddes Zat'ına hiçbir kusur ve noksan gelmeden olur. O
Sübhan Zat'ın üns makamında dahi cihet ve ihata sübutu olmaz.
Bir şiir:
Gelmez noksan şanınıza
bu yandan;
Olsa bende bir keramet
şanından...
Bu manada şöyle de diyebiliriz:
Rüyetin husulünde, hiza ve mukabele şart olunca, gören tarafında dahi, aynı şekilde şart olması gerekir. Çünkü, görülen tarafında şarttır. Sonra, mukabele bir nisbet olup iki mütakabil tarafta da vardır. Yani gören ve görülende...
Üstte anlatılan manadan lâzım gelir ki, Sübhan Hak eşyayı göremeye... Görme sıfatı dahi, o yüce mukaddes Zat için sabit olmaya... Halbuki, böyle bir mana, Kur'an'ın kafi hükümlerine aykırıdır. Bu manalarda şu ayet-i kerimeler sarihtir:
"Allah, yaptıklarınızı görür..."(54/4)
"Gören ve duyan odur..."(42/11)
"Allah amellerinizi
görecektir..."(9/94)
Sonra öyle bir manayı almak, o yüce Zat'tan kâmil bir sıfatı için noksan ve olmamaktır.
Burada şöyle bir soru da çıkabilir:
-Vacib Teala hakkında görmek, eşyayı bilmekten ibarettir. İlmin dışında görmek, ciheti icab ettiren manadan başka bir şey değildir.
Bunun için şu cevabı veririm:
-Hiç şüphe yok ki, rüyet (görmek) kâmil sıfatlardan olup, Vacib Sübhan için sabittir. Hem de istiklâl ile... Bu mana, Kur'an'ın kesin hükmü ile anlatılmıştır. Bu durumda rüyeti ilme döndürmek, zahir olan mananın hilâfına irtikap etmektir.
Öyle bir mana kabul edilse dahi, yani rüyetin ilim kısımlarından olduğu, yine de bundan, hizanın şart olmaması lâzım gelmez. Yani ilimde. Zira, ilim iki kısımdır:
a) Bir kısım ilim var ki, bunda bilinen şeylerin hizada olması şart değildir.
b) Bir kısım ilim de vardır ki, bunda hiza şarttır. Bu, ikinci kısma:
-Rüyet... (Görmek) ismi verilmiştir. Bu kısım ise, mümkinatta ilim kısımlarının en alâsıdır; kalbin itminan mertebesinde hasıl olur.
Makulatta, yani akılla idrak edilen şeylerde, vehmin arız olmasından kurtuluş yoktur. Bu muarazadan kurtulan, ancak hissedilen (yani görülüp tutulan) şeydir.
Üstte anlatılan mana icabı olarak, İbrahim Halil (as) Peygamber ölülerin dirilişini görmeyi taleb etti. Buna imanı ve yakini olduğu halde, görmekle kalbinin tatmin olmasını istedi.
Şunun da bilinmesi gerekir ki, sıfat-ı kâmilden olan rüyet, şayet Vacib Teala'dan olmayaydı; mümkine nereden gelecekti? Zira, mümküne hasıl olan her kemal, yüce mukaddes Vacib mertebesindeki kemalin bir aksidir. Haşa ki, Vacib Taala'da olmayan bir şey mümkinde buluna... Zira mümkin, haddizatında aynen noksandır; eğer onda bir kemal var ise, yüce mukaddes Hazret-i Vücub mertebesinden gelen bir emanettir. O makam, her hayrın ve kemalin kaynağıdır.
Bir şiir:
Getirmedim ki, evimden
hiçbir şey, ancak;
Verdin bendekini, nefsim
ondan olacak...
Sualin aslına bir başka cevap da şudur:
-Bu itiraz, yüce mukaddes Vacib Zat'ın varlığına da yürümektedir. Rüyeti nefyettiği gibi, yüce mukaddes Zat'tan varlığı dahi nefyetmektedir. Dolayısı ile, böyle bir itiraz varid değildir. Şunun için ki, aklen muhal olan bir şeyi getirir. O itirazın daha açık beyanı şudur:
-Sübhan Vacib Zat madem mevcuttur; alem cihetlerinden bir cihette olması gerekir. Meselâ altta, üstte, önde, arkada, sağda ve solda.
Halbuki, öyle bir şey ihatayı, tahdidi gerektirir ki, bunların hepsi de, üluhiyeti nefyeden noksandır. Allahu Teala, böyle bir manadan yana pek temizdir.
Burada şöyle bir soru da çıkabilir:
-Mümkündür ki, bütün cihetlerde buluna; ama bundan ihata ve tahdid lâzım gelmeye.
Bunun için şu cevabı veririm:
-Onun bütün cihetlerde olması ve ihata ve tahdidi nefyetmez. Bu takdire göre o, elbette alemin ötesindedir. Bu durumda ikilik olur ki, başka başka olmayı gerektirir. Zira:
-İki şey, birbirinden başkadır. Kaziyesi, akıl erbabı katında mukarrerdir. Bu da, tahdidi gerektirir,
***
Şu mana gizli kalmamalıdır:
Bu gibi, süslü gösterilen haksız şüphelerden kurtulma yolu odur ki, gaybe ait hükümlerle, şehadete ait hükümlerin arası fark edile... Gayb dahi, şahide kıyas edilmeye. Zira mümkündür ki, şahidde bazı hükümler doğru olurken, gaibde yalan çıkar. Şahidde kemal olan dahi, gaibde noksan bulunur. Zira hükümlerin ayrılığı sabittir. Bilhassa iki yer arasında, uzun bir ayrılık olursa...
Toprak nerede Rabbü'l-erbab nerede!..
Allahu Teala, onlara insaf versin ki, Kur'an'ın sağlam hükümlerini inkâr etmeyenler... Hem bu karışık tevehhüm ve hayalât ile sahih hadis-i nebevileri dahi yalana çıkarmayalar...
İnzal olunan bu gibi hükümlere iman etmek gerek. Hem de, keyfiyetini, keyfiyeti belli olmayan ilme havale ederek. Onu anlamaktan yana da kusuru itiraf etmek gerek, idrak edilemediği için, o hükümleri nefyetmek yerinde bir hareket olmaz. Zira, böyle bir şey, selâmetten ve doğruluktan uzaktır.
Şu da mümkündür ki, pek çok şeyler aslında doğru oldukları halde, bizim kısa akıllarımıza göre uzak bulunurlar.
Eğer akıl yeterli olsaydı; Ebu Sina gibi birine olurdu. Ki o, işi akılla bulmaya çalışan akıl erbabına mukteda idi. Bütün akla dayalı hükümlerde haklı idi; onlarda yanılmadı. Halbuki o, bir meselede hata etti; o da şu hükme varmasıydı:
-Birden ancak bir sudur eder.
Bunun böyle olmadığı da, en küçük bir teemmülle insafla bakana açıktır. Bu makamda, İmam Fahr-i Razi ona taan edip şu ibareyi kullanmıştır.
-Asıl şaşırtıcı mana, o kimseden gelmektedir ki; bütün ömrünü hatadan koruyan bir âleti öğrenmek ve öğretmekle tüketmiştir. Sonra, en büyük matluba gelince; çocukları dahi güldürecek şeyler kendisinden sadir olmuştur.
Allah çalışmalarını şükrana lâyık eylesin; ehl-i sünnet uleması, bütün şer'i hükümleri isbat etmişlerdir. Amma, bunların manası ister aklen bilinsin; isterse bilinmesin. Onların keyfiyetinin idrak edilemeyişi sebebi ile nef-yi cihetine de gitmezler.
Misal olarak, burada kabir azabını, Münkir Nekir sualini, sıratı mizanı ve benzerlerini alabiliriz. Ki bunlar, noksan akıllarımızın, idrakten yana kusurlu olduğu şeylerdendir.
Bu büyüklerin iktida ettikleri Kur'an ve hadistir; akıllarını da onlara tabi kılmışlardır. Şayet onları idrak zaferine ererlerse ne âlâ... Aksi halde, şer'i hükümleri kabul ederler. İdrak edemeyişi dahi, anlayışlarındaki kusura yorarlar. Bunlar başkaları gibi, akıllarının idrak edip kabul ettiğini kabul ve akıllarının idrakten aciz kaldığını da reddedenler değildir. Hiç bilmezler mi ki, peygamberlerin gönderilmesi, ancak Sübhan Mevlâ'nın razı olduğu bazı matlupları idrak etmekten yana akıllar kusurlu olduğu içindir. Akıl da, her ne kadar hüccet ise, lâkin kâmil manada hüccet değildir. Asıl kâmil hüccet, peygamberlerin biseti ile tamam olmuştur. Onlara salât ve selâm olsun. Bu manada, Allahu Teala, şöyle buyurdu:
"Biz, bir resul gönderinceye kadar azab ediciler değiliz..."(13/15)
***
Biz, yine esas sözümüze dönelim. Deriz ki:
-Hiza ve mukabele, her ne kadar şahidin (hazırın) görülmesinde şart olsa da, lâkin mümkündür ki, gaibin görülmesinde bunlar şart olmaya...
Galib mevcuttur; ancak mevcudat cihetlerinden herhangi bir cihette asla değildir.
Görenin görmesi olmasa dahi, o bütün cihetlerden münezzeh olduğu gibi; gördükten sonra da, ona bir cihet sabit olmaz.
Orada mukabele ve hiza yoktur; burada anlatılan mananın uzak görülmesi ve muhal sayılması neden? Şekli belli olmayan görüşün sekli belli değildir. Şekli belli olmayan, şekli belli olanın yolu yoktur.
Sultanın ihsanını ancak onun taşıyıcıları alabilir.
Keyfiyetten münezzeh görüşü; keyfiyeti belli görüşe göre, görülen şeylere taalluk eden keyfiyetle kıyaslamak münasip düşmez. Böyle bir şey, insaftan da uzaktır.
Doğruda basan ihsan eden Sübhan Allah'tır.
***
Zira, her ne.şey ki, icmal ciheti ile daha sıkı, cem'iyet itibarı ile daha çok olur; yüce Allah'ın zatına daha yakındır.
İnsanda bulunan, ya halk alemindendir, yahut emir aleminden. Kalbe gelince, bu iki alem arasında berzahtır.
Yükseliş, mertebelerinde ise, o mertebelerin tazammun ettiği şeylerden insan letaifi, asıllarına kadar yükselir. Meselâ, önce suya yükselir; sonra havaya, sonra ateşe, sonra letaifin asıllarına, sonra kendisinin terbiyesine gelen cüz'i isme. Daha sonra da, onun küllisine. Daha sonra da Allah'ın dilediği yere kadar yükselir. Amma kalb, böyle değildir. Zira, onun yükseleceği bir aslı yoktur. Elbet kalbden yükselişi, evvelâ yüce Zat'adır.
Sonra kalb, gayb hüviyetinin kapısıdır. Ne var ki, anlatılan tafsil olmadan yalnız kalb yolundan vuslat, zordur. Ancak o tafsili itmam ettikten sonra, vuslat meyesser olur.
Görmez misin ki, onda bulunan bu cemiiyet ve vüs'at, anlatılan tafsilli mertebeleri aştıktan sonra olmaktadır.
Burada:
-Kalb... demekten murad, geniş manası ile (basit) cami olan kalbdir. Bilinen bu et parçası değildir.
***