Yokuştan düze-4

 SALİH DAYI’LARA KIVRILAN SOKAK başını ferahlayarak görünce, düşünen zihninin bir tiyatro perdesi gibi nazla değil, aniden patlayan havai fişek şiddetiyle açılıverdiğini farketmekten memnundu. Yine de çene kemikleri birbirine kenetlenmişti; bu sadece soğuktan veya heyecandan değildi. Olup biten bir yığın macera ve kurulan kumpaslar karşısında, elinde sadece bir “iyi niyet” silahının kaldığını kavramasındandı biraz da..

Derince soluklanması ile eseflenmesi de , belki aynı sebebe dayanıyordu; gökteki pırlanta sağanağının , dolunay aydınlığıyla kapanıvermesi, işi cabasıydı.

Zikzaklı yol az ilerde acayip dikleşmedeydi ve işin garibi, orasını pek severdi Zekaî. Hele az ötede, “çeşme”yi geride bıraktıktan sonra varılan ve büyük bir yarma harekâtının ardından, bir kanyon içerisinde ilerliyormuş zannını veren geçit, ona her sabah ve her akşam neler fısıldardı.

Orayı hayallemek bile yüreğini neşe ve ümitle doldurdu. Þimdi – içinin bin kubbeli bir hatıralar mağarasına dönen içiyle- bir odaya kapanıvermek, ona hiç de cazip görünmüyordu. Arkadaşları ya erken gelirlerse... Tedirgin biçimde duraladı, bir iki öksürme anının ardından, iki arada bir derede kalma hâline son noktayı koyuverdi; erken gelirlerse ne olurdu yâni?.. Daha önceden varıp da onlara caka mı satacaktı sanki... Biraz da onlar beklesinlerdi.



Yolun ilerde kıvrıldığı ve Kasaba’ya kuşbakışı baktığı mıntıkaya göz attı; dolunayın serptiği mehtab altında bile , hayal meyal seçebiliyordu ancak. Çekici bulurdu burasını, gönlünün duvarına kazıdığı muhitlerdendi.

Hedefe doğru uzanan yokuş ne kadar dik, ne kadar mânialı, ne kadar çetin, ne kadar aşılamaz görünürse görünsün insan gruplarını gayesine ulaştıracak bir bağ bulunurdu mutlaka. Oraya kalbî hislerle bağlanmasının bir sebebi, belki de buydu. Hem nihayette hedefte kilitlendiği bilinen bir yokuş, ne kadar dik ve insafsız olursa olsun, yine de karınca kararınca adımlarla aşılabilir, bir büyük sabırla yenilebilirdi.

Ya aralarına ikinci bir tepe daha set çekmişse... O zaman ne olacak?

Gülümsedi Zekaî; hemen az yukarıdaki yarma geçidin manzarası hafızasından baş uzattı. Öylesi bir yarma ameliyesi ile aradaki dev yavrusu tepelerden bir tepe, pirinci taşından ayıklamak misali elenir giderdi, “düze” çıkmak her zaman mümkündü; aslî maksat ve sıfırlanmış saha olmasa bile...

Yokuşun Kasaba civarındaki en dik bölümünü geçmek için, geçidin karanlık bağrına dalıp ilerlerken, içindeki ürperti ve endişe kıpırtılarının tamamen sindiği hissine kapıldı.

Öylesine işi kökünden çözücü ve halledici uğraşlar büyük emek gerektirirdiher zaman; nice kurulmuş müessesenin dağılabilme ihtimalini de kendisiyle birlikte sürükleyip durabilirdi. Tâmiri zor kırgınlıklarla at başı gidebilir, “ iltiyamı” mümkün olamayan “inşikak”lara yol açabilirdi.

Bilinirdi ki, bir karışlık çocuk bile, birbiriyle cedelleşen iki pehlivanı “perişan” edebilirdi. Halbuki istenen şey, herhangi bir pehlivanın sırt üstü yuvarlanması değil, ikisinin birden ayakta kalması değil miydi?

Herşeye rağmen, tırmanma zamanının daraltılması lüzûmu önlerinde bir büyük vecibe timsali duruyordu. Her bekleme ve oyalanma anı, bırak iki pehlivanı, yığınla pehlivanın elenselere kurban gitmesine sebep oluyordu. Böyle bir vebalin altında kalmayacak hangi babayiğit vardı meydanda?..

Geçidi aşıp da düze varınca, sağ yandaki ağaçlıklı sahaya ulaşıp, gözlerine sere serpe açılıveren Kasaba’nın bol ışıklı görünüşüne daldı. Kazá evlerinin pencereleri, artık koyu laciverde kaymış gece örtüsü altında birer fener böceğini hatırlatıyordu. Dışarıya boca ettikleri rengârenk ışıklar, kimbilir hangi hayat şartlarının birer kalıntısıydı?

Yine de kimisi parlaklığı ile gönlünü ışıldatırken, yüreğine de pek çok duygu kırıntısı taşımadaydı.

Belediye Oteli, Lokantası, Kahvesi ve Klüp vazifesini gören terası , diğer pencerelere nisbetle daha cömert ışık cümbüşleri yapan pencereleri ve çevresindeki meydanın yeni düzenlenmiş, ek lambalarla süslenmiş manzarası nazarına çarpınca düşünmeden edemedi; o meydan ile yapı, acaba neyin bayramını yapıyordu ?

Ani bir iç esintisiyle gözlerinin hedefini değiştirip, tam kuzeydeki kenar mahalleye çevirdi. Akdağ Çayı’nın şırıldadığı vadi içerisine, mütevekkil bir çekingenlikle gömülmüş evlerin çizdiği manzara, tıpkı pencerelerindeki ışıkların tonu gibi, adamakıllı sönük ve küllüydü.

Kenar mahalle kendini uykunun kollarına atmıştı, öyle sanılırdı. Uzun müddet ayazda kalmış birinin uyuşmuş ve içine çekilmiş hâline ne de benziyordu. Başına üşüşen sinekleri bile kovmaktan hâlsiz düşmüş ve havsalası bezginleştirilmiş, “neme lazımcı” yapılmış; mâzi, hâl ve istikbâl üçgeninden habersiz, bulunduğu an ile yaşadığı zamanı terketmeyi en büyük mârifet belletilmiş düşünce yapısı ve feraseti, sağduyusu susturulmaya çalışılmış; vurdumduymazlık batağına bulanmayı, güzel kokular sürünme şeklinde anlayan yığınlar –yoksa- bunlar mıydı?..

İki mekânın değişik görünüşleri bile akla hemen bunu getiriyor, her düşündüğünde kahroluyor, çareyi mâzi günlerindeki nice tecrübeyi hikâye eden eserlerin içine dalmada buluyordu; bir nebze de olsa, yüreği serinliyordu.

Çayın tá oraya kadar varan şırıltısı ve Kenar Mahalle’den yükselen köpek feryatları, bu hâle duydukları isyanın mı ifâdesiydi yoksa; bilemedi.

Yine de içinden mırıldandı:

“- Belki...”

Zekaî düşüncesinin bu merhalesinde silkinir gibi irkildi; gözlük camlarının gerisindeki gözleri, damarlarında uyuşmaya durmuş kanı silkelemek niyetiyle ve fikrine tebelleş olmuş tenkit hastalığına dur deme isteğiyle iri iri açıldı. Durup dururken yine neler de düşünüyordu?

Birlikte ve yan yana yaşadığı, her vakit aynı gemide beraber olacakları insanlar hakkında, içine düşürüldükleri örümcek ağının mahiyetini bilmeseler bile, sarhoşluklarını ayıcı kararlı “muhabbet fedaisi” kitlelerin bir şekilde tökezletildiği, yolarının hususi kasıtlarla bağlanmaya kalkıldığı hakikatından gafil bulunsalar da , aynı inancın ıtrını birlikte kokladıkları kimselere bir gönül îtabı değil miydi yaptığı? En azından sitem ve ayıplama...

“ Ama bühtan hiç değil...” diye tamamladı zihninde.

Çünkü bunlardı Anadolu bir yangın yerine çevrilmişken, Dersaadet’i de Müttefiklerin elinden çekip alan... Bu insanlardı “en kara” ruh hâllerine düşmüşken nice aydın, Batı oyunlarına kanmayıp sancağı ve hilâli yere düşürmeyen; “mukavemet-sûz” bir karşı koyuşla en büyük fedakârlık eserini verenler de...

Kelepçelendikleri mekânın şatafat mahrumu olması, kendilerinin de aynı hislerin mahkûmu oldukları mânasına gelemezdi tabiî. Bunu önümüzdeki bu imtihanda gösterebilecekler miydi bari?..

Sahne ışıklarının Belediye Meydanı’nı dönüp dolaştıktan sonra gözlerine doluşması, zihinlerdeki “mütegallibe” niyet ve gasp maslahatçılığının temel mihrakını, hiç bir vakit gaflet seline verdirmemesi gerekirdi. Böylesi bir vaziyet dahi, yolları üzerine yokuşları çıkaranların kimlikleri hakkında tahminleri olmadığı mânasına hiç gelmezdi.

En güzeli, bir an evvel davranıp öteye beriye yığılmış malzemeleri tasnif ederek, meseleye fikren el atmaktı. Niceden beri aynı gayretin ateşinde pişmiş biliyordu kendini, bu muhakeme ile yola ilk çıkanların heyacanını duydu yine de...

Yokuşu gerisin geriye adımlayıp, Salih Dayı’ların sokağını kaplayan döşeme taşlara, vıcık vıcık kesilmiş dağ yolunun itirazcı ve cılk yapışkanlığına aldırmadan bastığında, evin bahçe kapısını hedeflemişti. Bahçeye tırmanan dört basamaklı merdiveni aşarken hatırladığı kıssa ile gülümseyerek, içindeki perişanlığı ve parçalanmışlığı bir taraf itmeyi düşündü.


Bir Anadolu köyünde, evin haşarı buzağısı ahırından seğirterek kapıp koyvermiş kendini, bir yolunu bulup odalardan birine dalıvermiş. İçerde in cin top oynuyor tabiî, herkes işinde gücünde...

Zavallı hayvan, diğerlerine nisbetle epey irice olan başını, açıkta bırakılmış peynir küpünün içine batırıvermiş. Nasıl olduğunu Zekaî de anlayamıyor, nasılsa becermiş bunu... İş kafayı geri almaya varınca, hüsrana uğramış tabiî; ip iri baş ile oradan kurtulması mümkün olmamış. Ne kadar debelenirse debelensin, kafasını o kapandan kurtaramamış.

Gürültü ve patırtıya ev sahibi yetişmiş hemen. Herkesten akıl verme faslı başlamış artık... Gemi battıktan sonra yol gösteren çok olur der ya; onun benzeri... Her denilen teklif tek tek denenmiş, ama kafa bir türlü oradan kurtulamıyor.

Þehirden gelme yeni gelin, kenarda sesizce, müstehzî bakışlarla süzüyormuş hepsini; en sonunda dayanamayıp, patlamış:

“Bundan kolay ne var” diye burun kıvırmış hepsine; “buzağının başını gövdesinden ayırın önce, sonra küpü de kırarak, başı kurtarırız. Bunu bile ben mi demeliyim sizlere?..”

Ailenin diğer fertleri bu buluşa hayran kalmışlar bir an; denileni yapacaklarmış ki evin küçük kızı tarladan dönüp yetişmiş.

Meseleyi anlayınca telaşlanmış:

“Hele durun...” demiş; “ azıcık düşünelim bir... Acele işe şeytan karışır, derler. Aceleye ne gerek? Eğer küpü kıracaksak eninde sonunda, öyleyse önce başı kesmek niye? İşin başında küpü kırarız, olur biter; buzağıyı zaten kurtarmış oluruz.”

Bir anlık şaşkınlık...Evet, küçük müçük ama çok doğru der kızları. Eğer boşboğaz diye yadedilmeyi göze alıp da o ihtarı yapmasaydı, zavallı hayvanı telef edip gideceklerdi; o da boş yere...

Zekaî bahçeden geçerken benzeri düşünceler içindeydi:

“- Hâlimiz ve merkezine düşürüldüğümüz bataklık, öylesi bir duruma çok benziyor. Kızcağız için düşünülen suçlamayla karşılaşacağımızı bilsek bile, pek çok yüreksiz pişkinliğe dur deme cür’etini göstermek, bizlere bir alınyazısı olmalıdır; belki de “tavzif” hakikatı bu boyun borcunun habercisidir. Kral’a ‘kel’ deme cesaretine bile sahip olamayan berber gibi rüsvay olmayı kim ister?”


Meseleyi abartmadığının şuurunda kapı ziline dokunurken; “muvakkat arıza” içinde “ muvakkat arıza” da varmış düşüncesindeydi ; kavrulan gönlünü zorla susturarak ama...

Mehmet Nuri Eminler--SANATALEMİ.NET

Telif Hakkı © 2025 Open Source Matters. Tüm Hakları Saklıdır.
Joomla!, GNU Genel Kamu Lisansı altında dağıtılan özgür bir yazılımdır.