Mânâ aleminin seyyahları

ImageBüyük kıraat imamlarından birisi de Hamza-i Zeyyad'dır. O, Cenab’ı Hak’kın sevgili kullarındandır. Bir gün bu zatın yanına birisi girmiş, bakmış ki ağlıyor. Ona: -"Niçin ağlıyorsun?"
-"Bu gece rüyamda Cenab’ı Hak’la dertleştim, önünde Kur' an okudum".
-"Nasıl oldu, anlat".
Cenab’ı Hak bana: "Ya Hamza sana öğrettiğim gibi benim önümde bir hatim oku"

Bunun üzerine ayağa kalktım. Cenab’ı Hak:
"Otur otur, ben Kur'an okuyanları severim" buyurdu. Ben de okudum. Kur'an-ı Kerim'in yarısına gelince

"inneke bil va’dil mukaddesi duvev ve enahtertüke limâ yûhâ" diye okudum. Cena-b’ı Hak geçmeme razı olmadı.
"Dur, dur Ya Hamza, İnneke bilva’dıl mukaddesi duva, diye duracaksın sonra, ve enahtertüke limâ yûhâ diyeceksin" buyurdu. Cenab’ı Hak:
"Oku", buyurdu. Okudum. Yasin'i Þerif’e geldim.
"Tenziylül aziyzirrahıym" okudum, Cenab’ı Hak buna da razı olmadı, "Tenziylel aziyzirrahiym diye okuyacaksın".

Ben bunu böyle gönderdim. Arş’ı Azamı taşıyan melekler ve okuyanların hepsi de bunu böyle okurlar, sakın bunu unutma Ya Hamza" buyurdu.
Sonra Cenab’ı Hak, Cennet bileziklerini getirdi kollarıma taktı.
"Bu ikram, Kur'an okuduğun içindir".
Bir kemer getirdi belime taktı.
"Bu da, oruç tuttuğun içindir". Sonra başıma bir taç koydu.
"Bu iltifatım da Kur'an öğrettiğin içindir" buyurdu.

Ağlamayayım mı? Allah kim, ben kimim ki; Cenabı Zat-ı Kibriya'nın önünde hatim indirdim, dedi.

Anlattıklarına göre, Alaaddin Attar Hazretleri Kuddıse Sırruhu, Bahaeddin Nakşibend Hazretleri Kuddise Sırruhu'nun şöyle dediğini söylemiştir:
-Onsekiz yaşında veya daha fazla idim. Rahmetlik dedem, bir an evvel evlenmem için gayret ediyordu. Bu sebeple, beni Þeyh-i Kebir Muhammed Baba'nın bulunduğu Semmas'a yolladı, ondan dua talep ediyordu.

 

O mübarek yere gittim, Hazret'le buluşma şerefine nail oldum. Bir akşam vakti sohbet ettik. Onun sohbetinden nefsimde bereket hasıl oldu. Nefsime, tam tazarru ve meskenet doldu.
Gecenin sonuna doğru kalktım. Abdest aldım, cemaatinin bulunduğu mescide girdim.
İki rekat namaz kıldım, başımı secdeye koydum. Dua ettim, çokca yalvardım. Bu esnada, dilimden şu niyaz çıktı:

-İlahi, bana belaya tahammül kuvveti ver, muhabbet mihnetine tahammül ihsan eyle.
Sabahı ettim, Hace Baba'nın yanına vardım. bana teveccüh etti, ferasetle benden sadır olanı anladı şöyle buyurdu:
-Oğlum, şöyle demen daha uygundur: "Bu zayıf kula, rızana ait şeyi ihsan eyle. “Sebebine gelince:

 

Hakkın rızası, kulun bela içinde olması değildir. Þayet hikmeti icabi, sevdiğine bir bela yollarsa, o belaya tahammülü de ihsan eder. İşin asıl hikmeti kula zahir olur. Bilerek bela istemek, müşkil iştir, edebi bozmak kula yakışmaz".
Bundan sonra, sofra hazırlandı.

 

 

Sofradan her alıp yiyişimde, Hace Baba bana bir çörek verirdi. Onun bu verdiği çöreği içimden almak istemezdim, ama o şöyle derdi:
-Kabül et, bunun faydasını göreceksin. O zaman alırdım. Sonra yola çıktık. Kasr-ı arifin'e kadar onun yanından yürüdüm. Yolda onun himarı peşinden tam ihlasla giderdim. Ner var ki, gönlüm hevai duygulara oldukca takılırdı. Her ne zaman böyle bir takılma olsa bana döner şöyle derdi:
-Gönlüne sahib ol.
Bu halleri onda müşahade ettikçe, yakînim kemal bulur, zatına karşı muhabbetim artardı.
Bu yol güzergâhında bir yere vardık, orada Hace Baba'nın sevdiği kimseler vardı. Birinin konağına gittik. Bizi güler yüzle, içten gelen sevinçle, tevazu ve engin gönülle karşıladı.

 

Hace Baba ile, o konağa indikten sonra, o kimsede, bir sıkıntı görünmeye başladı. Bunu anlayan Hace Baba ona sordu:
-Bu sıkıntılı halin sebebi nedir? doğruyu söyle. O kimse şöyle anlattı:
Yemek için, burada hazır süt var ama ekmek yok. Sıkıntım bundandır.
Bunun üzerine Hace Baba bana döndü ve şöyle dedi:
-O çörekleri getir, böylece o çöreklerin faydası görüldü. Bu ve benzeri haller, gidişte ve dönüşte çok oldu. Olanları gördükçe, ona karşı inancım ve muhabbetim artardı.
Allah-ü Tealâ sırrını takdis eylesin...

 

 

 

 

 

Nakşibend Kuddıse Sırruhu Hazretleri’nin ceddi anlatıyor: -"Oğlum Bahaeddin'in doğumu üzerinden üç gün geçmişti. Hace Baba Semmasi Hazretleri müridlerinden bir cemaatle Hinduvan kasrına geldi. Onunla bir müridlik bağım olduğundan, huzuruna varmak istiyordum, ona karşı çok sevgim vardı. İçimden şöyle geçti: Bu çocuğu alıp ona götüreyim.
Bunun üzerine, göğsüne bir adak nişanı taktım, tam tazarru ve inkisarla ona götürdüm. Þöyle dedi:
-"Bu benim çocuğumdur, onu kabül ettim”.
Bundan sonra, müridlerine yüzünü çevirdi ki, o mecliste, Seyyid Külâl Hazretleri dahi vardı. Bilhassa ona hitaben şöyle dedi:
-"Kaç defadır buraya geliyorum ve size bir rayihanın artarak gelmekte olduğunu söylüyorum. Bu çocuk doğduktan sonra, o rayiha daha da arttı. İşte bu çocuk, o kokuyu getiren erkektir. Umarım ki, bu çocuk, alemin tabi olduğu bir kimse olacaktır.

 

 

 

İmam-ı Rabbani Kuddıse Sirruhu anlatıyor: Bir gün, arkadaşlarımın halkasında bulunuyordum, hatırıma geldi ki:
"Ben kusurluyum, noksanım var". Ben bu düşüncede iken, içime şöyle bir hal doğdu.
"Ben, seni bağışladım.
Vasıtalı veya başka bir yoldan kıyamete kadar sana tevessül edenleri de bağışladım".

 

Kılıç kesmez, el keser" denilmiştir. Öyle hak dostları vardır ki, onların elinde bir tahta parçası kılıç haline gelir ve kelleler koparır. Öyle de kılıçlar vardır ki, bir bez parcasını delemez...

 

Orhan Gazi’nin Bursa'yı fethi esnasında, ordu içinde Abdal Murad isimli bir cengâver vardı. Andal Murad gerçekten yaman bir adamdı. Askerler arasında "Çıp-lak Aşık" diye nâm salmıştı...

Heybeti, çelik pençeleri, ateşli bakışları yürek titretiyordu. Þiirler söyler, askeri coşturur, bir arslan gibi kükrerdi. Öyleydi de, elinde kılıç yerine bir tahta parçası taşırdı, kendisiyle latife edenlere derdi ki:
-"Siz onun ne kadar keskin olduğunu bilemezsiniz!...”
Yüzünde daima heybet ve şiddet eseri bulunan Abdal Murad bir gün, Yalova Ovası’nda dolaşıyordu. Tevafuka bakınız ki, yolu düşman üstüne düştü. Kâfirler, Türklere karşı yapılacak hücumun nasıl yapılacağını konuşuyorlardı. Yürekleri gibi yüzleri de kara olan kâfirler kafa kafaya vermişlerdi:
-Biz diyorlardı, şu Türklere öyle bir darbe indirelim ki, bir daha nefes alacak halleri kalmasın!...
Onlar bu türlü konuşurken Abdal Murad'ın farkında bile olmamışlardı. Gözlerini ve gönüllerini kin ve intikam hırsı bürüyen kara adamlar, kıkır kıkır gülmedeydi.
Birden gök gibi gürleyen, şimşek gibi çakan bir sesle yerlerinden hopladılar. Abdal Murad haykırıyordu:
-Hey bre kâfirler, Müslüman olun...
Allah'a ve Rasulüne iman edin de devlete erin...
Bizans askerleri hayret ve dehşetle değirmen taşları gibi dönmeye başladılar. Bu heybetli ses de neydi? Þaşkınlıkları geçer geçmez etraflarına bakındılar.
O da ne?

 

Yarı çıplak, acaip kılıklı bir adam, elinde tahtadan bir kılıçla durmada ve haykırmada...
Önce onu deli zannettiler ve dediler ki:
-Bre akıldan el yumuş adam, bu ne haldir?
Abdal Murad ciddiyetinden hiçbir şey eksiltmeden, aynı heybetle kükredi:
-Ey şeytanın yoldaşları, inad etmeyin, Müslüman olun...
Kâfirler yine kahkahalarla güldüler:
-Zavallı deli, neler de istiyor?
Artık Abdal Murad'ın sabrı, takatı kalmamıştı. Yeleli bir arslan misali Bizans askerlerinin üzerine yürüdü, tahta kılıcını göğüslerine havale etti; kâfirlerden biri atıldı:
-Müslüman olmazsak ne yaparsın?

 

Abdal Murad’ın sesi vadilerde gümbürdedi:
-Hepinizi öldürürüm!...
Yine kâfirlere bir kahkaha... Hepsi, kiriş tutmaz çenelerle gülüyorlar.. Akılsız kâfirin biri alay olsun diyerek:
-Ey hoş adam, dedi. Haydi gel bakalım. Tahta kılıcını boynuma çal!.. Ve boynunu Abdal Murad'ın kılıcına uzattı. Abdal Murad, besmele çekerek ve tekbir getirerek, tahta kılıcını kâfir adamın boynuna indirdi:
-Müslüman ol dedik!..
O an, göklere tırmanan bir ses yükseldi:
-Öldüm!..

Gerçekten dehşet veren bir manzaraydı. Kâfirin kellesi bir yana, vü-cudu bir yana düşüvermişti. Tahta kılıcın kopardığı kafa şimdi top gibi toprak üzerinde kan-dan şeritler bırakarak yuvarlanıyordu. Dehşetin çengeli diğer kâfirlerin yüreğine takılmıştı. Artık bir nefes duracak halleri de yoktu, hemen tabana kuv-vet kaçtılar ve yaman bir panik...

KAYNAKLAR
1. İstanbul ve Anadolu Evliyaları; M.Necati Bursalı Tuğra Neşriyat; 1996
2. Adab, M.b.Abdullah Hani; Gonca Yayınevi Çev. Abdülkadir AKÇİÇEK ; 1997

Telif Hakkı © 2025 Open Source Matters. Tüm Hakları Saklıdır.
Joomla!, GNU Genel Kamu Lisansı altında dağıtılan özgür bir yazılımdır.