Reşahat
Büyüklere ait menkibeler üzerine
- Ayrıntılar
- Kategori: Reşahat
- Gösterim: 5690
BÜYÜKLERE AİT MENKIBELER ÜZERİNDE
Dediler:
— Zamanımızda irade sahipleri (mürid olmak kabiliyetindekiler) azdır. Nitekim şu hikâyeye dikkat ediniz : Bir şeyh ululardan birine haber göndermiş : «Buralarda mürid olmak vasfında insanlar azdır; sizin tarafta sâdık mürid sıfatında kimseler varsa bize gönderin!» Mektubu alan ulu kişi de şu cevabı vermiş : «Bahsettiğiniz müridlerden burada da yoktur. Eğer şeyh istiyorsanız istediğiniz kadar gönderelim!»
*
Dediler:
— Bu taifeye iradet (bağlılık) en güzel misallerinden birini Mevlânâ Rükneddin Hâfî hazretlerinin bir hareketinde bulur. Mevlânâ Rükneddin, hiç bir amelinden ümitli olmadığını, ancak tek bir işine ümit bağladığını söyleyerek diyor ki: «Bir gün çölde Şeyh Zeynüddin Ali Kulan hazretleri taharetle meşgul iken temizlikte kullanacakları taşı kendilerine götürmeden yüzüme gözüme sürdüm; işte bu hareketimden ümitliyim!»
Ve ilâve ettiler :
— Bir dervişin yüzünü bir duvara çizseler o duvarın yanından edeple geçmek lâzımdır.
*
Dediler:
— Cüneyd, Şiblî'ye evvelâ yedi yıl ticaret ve kazanç emretti. Bu yedi yıllık kazanç, Şiblî'nin o güne kadar işlediği zulümlere karşı sadaka olarak dağıtılacaktı. Ondan sonra yedi yıl helâ temizliği vazifesini yükledi. Ancak ondan sonra kendisine tarikat ve riyazet tâlim etmeğe başladı.
*
Dediler :
— Sehl bin Abdullah Tüsterî hazretleri uzun zaman riyazet içinde zikre öyle çalıştı ki, bir gün ağzından ve burnundan kan revan oldu. Yere düşen her damla kam «Allah» yazıyordu.
*
Dediler :
— ikindi namazından sonra öyle bir vakit vardır ki, onda, amellerin en iyisine yapışmak gerektir. O saatte amellerin en iyisi muhasebedir. Muhasebe, gece ve gündüzün bütün saatleri içinde, insanın, yaptıklarını gözden geçirmesi, ibadet ve günahtan payına düşenleri ayıklaması, iyiliklerinden şükür, kötülüklerinden de istiğfar etmesidir. Amellerin en iyisi de, Allah'ın gayrından usanıp kendisini ona bağlayacak bir kılavuz arama yolunda davranmaktır. Bir büyüğün sohbetine ermeğe çalışmak.
*
Dediler :
— Bigâneler (anlayışsızlar) ile sohbet kalbe fütur ve ruha dağınıklık verir. Bir gün Bayezid hazretlerinin meclisinde, kendilerine böyle bir fütur geldiği görülmüş... Buyurmuşlar : «Meclisimize bir bigânenin girdiğini sanıyorum! Yoklayın, bulun!» Aramış, taramış, bulamamışlar. «Asaların bulunduğu yere bakın!» emrini almışlar... Görmüşler ki, orada, bir bigânenin bıraktığı asa duruyor. Kaldırıp atmışlar ve şeyhten o fütur hâli silinip gitmiş.
«Reşahat» sahibi:
— Bir gün, Hoca hazretlerinin yakınlarından biri, bir yabancının gömleğini giymiş ve onunla meclise gelmişti. Hoca hazretleri «Birinizden yabancılık kokusu geliyor!» buyurdular ve o kimseye dönüp «Kokusundan belli oluyor! Bir bigânenin libasını giymiş olmayasın?» dediler. Adam hayretle kalkıp gitti ve gömleğini değiştirip geldi.
*
Dediler :
— Halkın amelleri ve ahlâkiyle cemadlar (cansız şeyler) bile müteessir olur. Şeyh Muhiddin-i Arabî hazretlerinin bu hususta birçok keşfi vardır. Bu bakımdan kötü işlerin işlendiği bir yerde edilen ibadetle iyi işlere sahne olmuş bir yerdeki ibadet birbirinden kıymetçe farklıdır. Bunun içindir ki, Kâbe Hareminde kılınan bir namaz, başka yerlerde kılınanlardan misillerce üstündür.
• . *
Dediler:
— Şeyh Ebu Talip Mekkî hazretleri buyurdular ki: «Allah'tan başka bir muradın kalmaması için cehdet!. Bu murad sende gerçekleşince işin tamamdır! isterse keramet ve harikadan, hâl ve tecelliden sana bir şey verilmesin!.»
* Dediler :
— Tevhid, zamanımızda o hâle gelmiştir ki, halk, çarşı ve pazarlarda dolaşıp güzel yüzlülere nazar ederler ve «Biz Allah'ın cemâlini seyrediyoruz!» derler. Böyle delâletlerden Allah'a sığınalım! Seyyid Kaasım Tebrizî hazretleri bir gün buralara gelmişlerdi. Aynı hareketin müridleri tarafından yapıldığını öğrendiler. Bunlar çarşı ve pazarlarda seyrettikleri güzeller de, Allah'ın cemâlini gördükleri iddiasında ve nefslerine böyle bir mazeret tedarikindeydiler. Şeyh hazretleri, bunları «domuz» diye vasıflandırdılar. Nefsin kendisini gösterdiği yerde hiç bir hakikat yoktur. Böyle müşahedelerde nefsin hiç bir payı olmasa da alınan zevk sadece ruhanî olsa yine ilâhî hakikatten hicab teşkil eder ve ondan kurtulmak lâzım gelir.
*
Dediler:
— Senin hakkında kötü şeyler söylendiği vakit, dikkat etmelisin, sende o kötülükler var mıdır, yok mudur?. Eğer sana «domuz», «köpek» gibi sıfatları yakıştırırlarsa bil ki, sende bunlardan birer pay bulunsa gerektir. Zira insan bütün sıfatlan toplayıcıdır; onda melek sıfatlarından bulunduğu gibi, can sıfatlarından da hisse vardır. Bir büyük kişi bu taifenin efendisi Cüneyd'in huzurunda otururken içeriye Şiblî girmiş. O büyük kişi, Cüneyd'in huzurunda ve Şiblî'nin yüzüne karşı Şiblî'yi göklere çıkarmış, medh ve senalara boğmuş. Sözü bitince Cüneyd, Şiblî'yi göstererek buyurmuş : «Bütün bu medihleriniz bu domuz hakkında mıydı?» Ve Şiblî'nin tavrında en küçük bir teessür ve infial eseri görülmemiş.
*
Dediler:
— Dervişlik herkesin yükünü çekmek ve kimseye kendi yükünü çektirmemektir.
*
Dediler:
— Allah'ın belâlarına karşı sabırlı, hattâ hamdedici olmak lâzımdır. Zira Allah'ın birbirinden acı belâları sayısızdır.
Mevlânâ Nizameddin hazretlerine ait, yapışık ikizler hikâyesini anlattılar.
*
Dediler:
— Bayezid hazretleri buyurdular ki: «Otuz yıldan beri Allah ile söyleşip Allah'tan işitirim; halk beni kendileriyle söyleşir ve kendilerinden işitir zanneder.» Bu sözün hakikati, mazhardan zahir olanın ona ait olmadığı manasınadır.
*
Dediler:
Hoca Bahaeddin Nakşibend hazretleri, Mekke'de, biri himmet bakımından gayet düşkün, öbürü gayet yüce iki insan gördük-
lerim anlatırlar. Himmet bakımından düşkün olan, Kabe'nin kapısının halkasına yapışıp, Allah'tan, Allah'ın gayri şeyler istiyordu. Yüce olan da, çarşı ve pazarda hiç nem vermeden dolaşıp binlerce altınlık mal satın alıyor, fakat bir saniye bile Hakk'tan gafil bulunmuyordu. Bu manzarayı gören Nakşibend hazretleri, himmeti yüce insan karşısında yüreğini kan bastığım söyler.
*
Dediler :
— Bir gün Ebayezid hazretleri bir yerden geçerken önlerine ıslak bir köpek çıktı ve silkelendi. Sıçrayan sulardan elbisesine bir şey değmemesi için Ebayezid hazretleri eteklerini topladılar ve geriye çekildiler. Köpek lisana gelip dedi ki: «Eteğine benden bir damla değseydi onu bir miktar su ile yıkar ve pak hâle getirebilirdin! Fakat eteklerini devşirip kendini benden pak ve üstün görmekle içine düşürdüğün kiri hangi sulara temizletebilirsin?»
*
Dediler:
— Mevlânâ Nizameddin hazretlerinin halkasından bir adam, bir gün, huzurda, sahte bir tavırla başım eğmiş, çenesini göğsüne dayamış, murakabe tavn almıştı. Bu hâli gören Mevlânâ hazretleri «Başım yukan kaldır! Senin üzerinden duman tüttüğünü görüyorum! Murakabeyle ne alâkan var senin?» buyurdular.
*
«Reşahat» sahibi:
— Hoca hazretleri, bu sözü, meclislerinde aynı sahte tavırla murakabe taklidi yapan birine karşı söylediler ve bu yolda her şeyin ihlâstan ibaret olduğuna işaret etmiş oldular.
*
Bir dervişe seyahat izni verirken dediler ki:
— Ben hoca Alâeddin hazretlerinden ayrılırken şöyle buyurdular : «Yolda giderken kendi kendine ahdet ki, filân durak yerine kadar nisbetinden gaflete düşmeyeceksin! Böylece menzil menzil kendi ahdinle yol al ve muradına er!» sana öğüdüm bundan ibarettir.
*
Günah mevzuunda dediler ki :
— Bu taifenin efendisi Cüneyd «Sadık mürid, yirmi yıl günah meleğinin yazacak şey bulamadığıdır» buyuruyor. Bu sözün mânası, mürid, günah işlemeyendir diye anlaşılmasın. Bu söz, müridin, günah işlememek çilesi içinde olduğuna işarettir.
*
Helâl bahsinde dediler ki:
— Abdülhalik Gûcdevânî hazretleri, «Halktan ağırlığı kaldırmak gerek; bu da ancak helâl kazançla olur!» buyurdular. «Hâcegân» yolunda, el, helâl kârda, gönül ise doğrudan doğruya yârdadır.
*
Dediler:
— Hoca Ali Hakîm Terinizi hazretlerine göre gönül zindeliğinin mertebeleri vardır. Gönül zindeliği iktisatsız meydana gelmez. Bu noktada iktisat, uykuda ve uyanıklıkta zikir hâlinde olmaya denir. Uykuda zikir, rüyada zikir ettiğini görmektir.
* Dediler :
— «Zikre devam öyle bir dereceye ulaşır ki, zikrin hakikati, kalbin cevheriyle birleşir.» Bu söz şeyh Muhammed Pârisâ hazretlerine aittir ve mânası da şudur : Zikrin hakikati, harf, kelime, ses ve heceden münezzeh bir keyfiyettir; kalbin cevheri de onun gibi münezzeh bir lâtife... İki keyfiyet, böylece eşyadan mücerret hâle
gelince birbirinin aynı olur ve birleşirler. O zaman zikir edici, zikir edilenin kendisini istilâsı sebebiyle zikirle gönlün arasını ayıramaz olur. Zikrin son mertebesiyle öyle bir hâl olur ki, onda zikredilenden başka hiç bir şey görülemez, kalb de orada yokluğa karışır.
*
Dediler :
— Bir gün Mevlânâ Hâmuş hazretlerine gitmiştim. Mevlânâ hazretleri, etrafındakilerle ilim konuşuyorlardı. Ben bir kenarda oturup sustum. Mevlânâ hazretleri bana sordular : «Ne dersin, susayım mı, konuşayım mı?» Ve ilâve ettiler : «Bir kimse öz varlığının kaydından kurtulmuşsa ne yapsa iyidir; kurtulmamışsa ne yapsa kötü...» Ben Mevlânâ Hâmuş hazretlerinden bundan daha yüce bir söz işitmedim.
*
Dediler :
— Yine Mevlânâ Hâmuş hazretlerinden işittim : «Şeriat, tarikat ve hakikati her işde takip etmek mümkündür. Meselâ yalan yasağı malûm... Bir insan dilini ondan korumayı başaracak olursa, bu, şeriattır. Ama mümkündür ki, kalbinde yalana bir meyi kalsın... Onu da koruyabildi mi, tarikat meydana gelir. Fakat ne dilinden, ne gönlünden, ne arzusiyle, ne de arzusuz, yalan gelmeyecek, yani insanda yalana mecal kalmayacak olursa, bu da hakikat mertebesini ifade eder.» Mevlânâ hazretlerinin bu sözleri ne kadar övülse azdır.
*
Dediler :
— Hoca Bahaeddin Nakşibend hazretlerine ait şu menkıbe gayet manalıdır : Cezbelerinin başında ona bir ses geliyor : «Bu yola niçin giriyorsun?» Cevap veriyorlar : «Her ne dersem, her ne dilersem olsun diye giriyorum!» Yine ses : «Biz ne der, ne dilersek o olur!» Cevap veriyorlar : «Ben buna takat getiremem, dayanamam!» Derken Nakşibend hazretlerini on beş gün kadar kendi kendisine bırakıyorlar. O hâle geliyor ki, başını taştan taşa vuracak oluyor. Tam ümidini kaybeder gibi olduğu anda hitap erişiyor : «Senin istediğin gibi olsun!» Hoca hazretlerinin makamlarında böyle yazılmıştır. Mevlânâ Yakup Çerhî hazretleri de buyuruyorlar ki: «Hitap erişip (Senin istediğin olsun!) denilince ben öyle bir yol tuttum ki, elbette erdiricidir.»
(Bu makam naz makamıdır; ve velîlerin isteği Allah'ın isteğinden başka bir şey değildir.)
* Bir gün etraflarındakilerden huzursuz olup dediler :
— Siz bu yolun yükünü çekemezsiniz! Bu yol gayet incedir ve kendi muradından geçip başkasının muradını benimsemek işidir. Düşünün, ne çetin dâva... Şimdi ben size domuz güdün veya puta tapın desem, hemen küfrüme hükmedersiniz! Evet, bu iş size göre değil!. Bakın size bir fıkra anlatayım : Bir gün Hoca Bahaeddin Nakşibend hazretlerinin hizmetlerinde bulunan iki kişi aralarında iman bahsini tutturmuşlar... Bahis, bin bir dereden su getirme gayretiyle uzamış, gitmiş. Nihayet Şâh-ı Nakşibend Hazretleri bunların yanlarına gelip demişler ki: «Eğer muradınız bizimle sohbet ise imandan geçmeniz lâzımdır!» Bu söz müridlere gayet giran gelmiş ve Hoca hazretlerinin muradları kendilerine zahir oluncaya kadar ağır ıstırap çekmişler...
(Bu sözün hakikati, imanın dedikodusundan geçip, kelimeler üstü hâline ermektir.)
*
Yakınlarından birini muhatap tutup dediler ki:
— Sende Şâh-ı Nakşibend hazretlerinden bir nisbet ve keyfiyet meydana gelse ve ondan sonra başka bir büyüğün sohbetinden de aynı hâl ve zevki alsan Hoca Bahaeddin hazretlerini bırakır mısın, bırakmaz mısın? Bunun cevabı şudur ki, o nisbetten nerede
ve hangi vesileyle bir pay elde etsen onun Şâh-ı Nakşibend'ten geldiğini bilmen icap eder. Kutbeddin Haydar müridlerinden biri Şeyh Şehabüddin Sühraverdî'ye gidiyor. Karnı acıkmıştır. Yüzünü şeyhinin köyü istikametine döndürüp içinden : «Allah için bir şey; yâ Kutbeddin Haydar!» diye medet istiyor. Şeyh Sühraverdî onun bu hâlini keşfediyor ve derhal önüne yemek getirilmesini emrediyor. Mürid karnını doyurduktan sonra, aynı istikamete yöneliyor ve bu defa açıkça «teşekkür ederim, yâ Kutbeddin Haydar, sen bizi hiç bir yerde yoksun bırakmazsın!» diye hitap ediyor. Yemek hizmetini gören şahıs bunu şeyhe anlatıyor : «Sizin yemeğinizi yiyor da kendi şeyhine teşekkür ediyor!» Şeyh Şehabüddin Sühraverdî buyuruyor ki: «Müridliği bu adamdan öğrenin! Bir insan nerede bir kıymet ve fayda geçirse onu şeyhinden bulduğu kanaatini asla kaybetmemelidir!»
*
Şeyhinden daha kemâllisini bulanın, onu bırakıp öbürüne kapılanmasını mazur görme bahsinde dediler ki :
— Bu hâl bazen olur. Şeyh Ebu Osman Hayri menkıbesi buna delildir. Şeyhine kapılandıktan sonra, Şeyh Ebu Hafas tarafından avlanmış, âdeta kapılmıştır.
*
Dediler:
— Büyüklerden biri şeytanı cami kapısından dışarıya kaçarken görüyor. Kapıdan içeriye bir göz atınca da bakıyor ki, adamın biri namaz kılmakta, bir başkası da yanında uyumakta... Şeytana soruyor: «Buraya ne maksatla geldin, niçin kaçıyorsun?» Şeytan cevap veriyor :' «Şu içeride namaz kılan adamın ibadetini vesveseyle bozmak için geldim! Fakat yanında uyuyan adamın heybetinden ürktüm ve kaçtım!»
*
Dediler:
— Seyyid Kaasım Tebrizî Mevlânâ Zeynüddin Ebubekir hazretlerinin meclislerindeydiler. O devir büyüklerinden birinin müridi de meclisteydi. Mevlânâ Zeynüddin o müride sordular : «Şeyhini mi daha çok seversin, İmam-ı Azam hazretlerini mi?» Mürid «Şeyhimi!» diye cevap verdi. Mevlânâ hazretleri bu cevaba öylesine öfkelendiler ki, müridi adamakıllı haşladılar ve «köpek!» diye hitap ettiler. Peşinden hususî dairelerine çekildiler. Biraz sonra döndüler ve Seyyid Kaasım hazretlerine «Müridin kalbini kırdık! Haydi gidip kendisinden af dileyelim!» dediler. İkisi birden çıkıp o müridi yolda buluyorlar. Kendileri af dilemeden mürid ilerliyor ve'şöyle diyor : «Sizden af dilemeğe ve niçin şeyhimi daha çok sevdiğimi bildirmeğe geliyordum. Sebep şu : «Bunca yıldır İmam-ı Azam hazretlerinin mezhebindeyim; böyleyken kötü sıfatlardan kurtulabilmiş değilim! Şeyhime bağlanalı pek az bir zaman geçtiği hâlde kötü sıfatlardan kurtulmuş bulunuyorum. Şimdi öğrenmek istiyorum : Böyle bir zât'ı mezhebimizin kurucusundan ziyade sevmek suç mudur? Eğer kitaplarda böyle bir fazla muhabbet kötü diye gösteriliyorsa, söyleyin, dönelim!» Mevlûnâ hazretleri bu izahı beğendiler ve müride lütuflarda bulundular.
*
Dediler:
— Bir gün Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî ile beraber Şeyh Bahaeddin Ömer'in ziyaretine gidiyorduk. Yolda Mevlânâ Sadeddin hazretleri bana dedi ki: «Bir kutup ele geçirsek de bâtınımızı tasarruf etse ve bizi kendiliğimizden kurtarsa.» Şeyhin huzuruna çıkınca, o, Mevlânâ'ya döndü ve şöyle hitap etti : «Kutbun tasarrufunu ne yapacaksın? isteklilerin istidatlarına üşüşen arıza ve engelleri, bunların, sohbetleriyle yok etmelerinden büyük tasarruf mu olur?» Fakat Mevlânâ Sadeddin'in kasdı bu değildi. O, isteklerin, istidatları miktarınca bir feyiz kazanmasını değil, fazlasını diliyordu. «Hâcegân yolunun, isteklileri kendilerinden üstün hâle getiren bâtın tasarrufu marifetine tâlib bulunuyor ve bu
isteğinin hakikatinde yanılmıyordu. O, in'ikâs şekliyle kutuptan gelecek ve kendi öz istidadını aşacak feyzi arıyordu.
*
«Reşahat» sahibi :
— Dış vücut ile var olan her mahlûk, hususî bir isme mazhardır. Melekler de kendi varlıkları içinde hususî bir isme mazhar ve o isim dairesinde huzur ve zevke mâliktirler. O isimden başka bir isme geçemezler.
Ve ma minna illâ lehü mekâmün mağlûmün
âyeti de bu mânaya işaret eder. Fakat insan bu ölçünün dışındadır: Bir ucunda «zalûm» ve «cehul» sıfatlarının karanlığı bulunan insan öbür ucuyle nuranî emanetin ve birinden öbürüne intikal istidadının sahibidir.
*
Dediler:
— Şeyh Necmeddin Dâye, evliya sohbetinin kadrini bilen, hattâ bilmek isteyen hiç kimse olmadığım söylemişlerdir.
*
Dediler:
— Şeyh Ebulkaasım Gürkânî hazretleri buyurdular : «Öyle bir kimseyle düşüp kalk ki, senin bütün varlığın o olsun!. Yahut onun varlığı sen olasın!. Yahut da ikiniz birden Allah'ta yok olup ne sen kalasın, ne o!»
*
Bâtınının, taraflarından tasarrufunu özleyen bir insanın, içinden geçirdiği hissi şöyle cevaplandırdılar :
— Senin istediğin tasarruf odur ki, ya ben sen olacağım, ya sen ben olacaksın!.
Tasavvufun tarifi mevzuunda dediler ki :
— Bu tarifi Şeyh Ebu Said Ebulhayr yapmıştır : «Şimdiye kadar yedi yüz velî tasavvufun tarifinde türlü sözler söylemişlerdir. Bütün bu sözlerin özü şu noktada toplanabilir : Tasavvuf, vakti, en değerli olan şeye sarfetmektir.
* Dediler :
— Şeyh Ebussuud hazretleri, yakınlarına : «Benim yanıma duyduklarınızla gelmeyin, olduklarınızla gelin!» buyururmuş... Muhiddin-i Arabî hazretleri de şöyle der : «Şeyh Ebussuud'un bu sözden muradı, benim kudsiyetime halktan aldıklarınızla gelmeyin, kendi gönlünüzden süzdüklerinizle gelin demektir.»
* Dediler :
— Cüneyd hazretleri sözü ima ile söylerler ve sırları gizlerlerdi. Bir gün, istemeden, ince hakikatlere dair ağızlarından sözler dökülmeğe başlamış. Meclislerinde, kendilerinden bu sözleri cezbeden biri olmak ihtimalini düşünmüşler ve yoklanmışlar... Bakmışlar ki, bir köşede Mansur (Hallaç), başını cübbesinin yakası içine çekmiş, oturuyor. Mansur'u dışarı çıkartmışlar... Zira onun ifşa edeceğini biliyorlarmış.
*
Dediler:
— Mevlânâ Nizameddin Hâmuş hazretlerinin dedikleri gibi, şeyh kendisini müridlerine güzel göstermeği bilendir. Maddede ve mânada güzel görünmek ve cemâl ile tecelli etmek, şeyhliğin şartıdır.
*
Dediler :
— Seyyidlerin (peygamber neslinden gelenlerin) bulunduğu bir memlekette ben oturamam. Zira Allah'ın Resûl'üne bağlı bir nesepten gelmenin şerefini taşıyanlara, lâyık oldukları tazimi
gösterememekten korkarım. Bir gün, İmam-ı Azam hazretleri ders verirken, oturdukları yerden birkaç kere ayağa kalktıkları görülmüş... Sebep : Avluda küçük çocuklar oynuyor ve aralarında seyyidler bulunuyor. Koca imam, gözleri bunlara her değişte ayağa kalkıyor. .
*
ı
Dediler :
— Semerkant ulularından birine sordum : «insan rüyasında Allah'ı ölmüş görse tâbiri nedir?» Cevap verdi : «Eğer rüyada Allah'ın Resulü ölmüş görülürse, görenin şeriatta bir suçu olduğuna delil olur; bu da onun gibidir.» Bence tâbir şudur : Allah ile huzura varmış bir kimsenin o huzuru kaybetmesine işaret... Halbuki Mevlânâ Câmi hazretleri tam tersiyle tâbir etmişler ve rüyada Allah'ı ölmüş görmenin bir kötü huydan kurtulmaya ve huzur bakımından büsbütün yükselmeğe delâlet ettiğini söylemişlerdir.
*
Dediler :
— Kabirlerin keşfi, mezardakinin ruhunu misâl âleminden bir surete bürünmüş olarak görmekle olur. Lâkin şeytanlar da dış suret ve şekillerle görünmeğe muktedir oldukları için «Hâcegân» büyükleri bu türlü keşiflere değer vermezler. Kabir ziyaretinde onların usulü, bâtınlarından bütün nisbetleri boşaltarak gelecek nisbete göre kabir sahibinin hâlini bilmektir. Nitekim meclislerine bir yabancı geldiği zaman da yine onların bâtınlarına nazar ederler ve orada gördüklerine nazaran hareket ederler. Şeyh Muhiddin-i Arabî hazretleri buna «karşılık tecellisi» der. Bu hâlin zuhuru, büyüklerin bâtınlarındaki safa ve cila vasıtasiyledir. Zira onların gönül aynaları dünya nakışlarından arınmıştır. Pak ve saftır. Gönüllerini kendi hâllerine bıraktıkları zaman orada renksizlikten başka bir şey kalmaz ve karşılarındakinin hâl ve nisbeti olduğu gibi kendilerine akseder, kendilerinde görünür.
*
Dediler :
— Bir gün Mevlânâ Nizameddin hazretleriyle Şâş mezarlarını ziyarete gittik. Bir kabrin yanına oturup bir müddet kendilerini verdikten sonra derin bir teessürle kalktılar ve «Bu kabir sahibinin cezbesi galip» dediler. Gerçekten o kabir, ibrahim Kimyaker isimli, devrinin meczuplarından birinin imiş... Ondan sonra bir kabre daha gittiler. Onun için de «Bunun da ilim nisbeti galip» buyurdular. O da, din âlimlerinden Şeyh Zeynüddin Gûy-u Âri-fan isimli birinin... Tahkik ehlince sabit olmuştur ki, ölümünden sonra terakki galiptir.
*
Dediler :
— ölümden sonra terakkinin hayattakinden üstün olduğu üzerinde bir çok keşif ehli birleşmiştir. Muhiddin-i Arabî hazretlerinin fikri de budur. Ebülhüseyn Nuri «ölümden sonra terakki olmaz!» diyenlerdendir. Halbuki birçok keşifle sabittir ki, ruha, beden alâkasından sıyrıldıktan sonra bu dünyaya ait olmayan bir ilim verilmekte ve o da her ilim gibi terakki etmektedir.
* Dediler:
— Fakrin hakikati üzerinde Gavs-i Azam hazretleri şu ilâhi hitaba erdiler: «Ey Gavs-i Azam, yakınlarına fakirlik öğüdünü ver! Ondan sonra da fakirlikten fakirlik (fakirlikten de uzaklaşma) nasihatini... Böylece fakirlik, hem her şeyden, hem de sonunda fakirlikten kurtulmaya varınca onların gayeleri yalnız ben olurum!»
* Dediler:
— Bazı büyükler «Cehdet ki, kendi amelinle kabre gitmeyesin!» buyurmuşlardır. Bundan murad, hiç bir amelin insana dayanmadığını ve ancak Allah'ın lûtfiyle kaim olduğunu bilmek ve bu şuuru muhafaza etmektir.
*
Dediler :
— Bazı büyükler «Allah dilerse vâhidiyet (birlik) mertebesinde kendisini anlar.» buyurmuşlardır. Murad şudur : Vâhidiyet, mücerret hakikat mertebesidir ve Allah dilerse kendinden insana öyle hususî bir ilim verir ki, o ilimle mahlûk, hâlikini anlar. Çünkü Allah'ı anlamak, Allah'ın ilmi olmadan mümkün değildir. Yani Allah'ı anlamak, ancak Allah iledir.
*
Dediler :
— Bir gece Hoca Baki'nin acısı vardı. Uyuyamadı. Ben de onun acısı yüzünden uyuyamadım. Alâkalı olduğu insanın acısından ıstırap duymayan insan, son derece katı ve kabadır. Bu yolda olanlara gerektir ki, canlılardan hangisine bir ıstırap gelse, aynını kendi çekecek kadar incelmiş olsun... Bir kere bir merkebi öyle dövmüşler ki arkasından kan gelmiş. Bir de bakmışlar ki, orada bulunan Beyazid-i Bestamî hazretlerinin baldırlarından da kan iniyor.
«Reşahat» sahibi:
— Hoca hazretlerinin bu sözlerinde «Cem'» makamında bulunduklarına ait bir delâlet vardır.
*
Dediler:
— Bir gün Şeyh Bahaeddin Ömer hazretlerinin huzurlarındaydım. Biri geldi ve şöyle lâf etti: «Bazı büyükler, hâllerinin başında, mümkün olanın (yaratılmışların) vâcib olanın (yaratanın) aynı olduğunu söylemişlerdir. Hâllerinin nihayetinde ise meseleyi tersinden belirtip, vâcib olanın mümkün olanın aynı olduğunu ileriye sürmüşlerdir. Bunun izahı nedir?» Şeyh hazretleri buyurdu : «Birinci söz yanlış yönde söylenmiştir : ikincisi ise doğru...» Ve meclistekilere hitap etti: «Bu iki görüş arasında fark nedir?» Kimse cevaba cesaret gösteremedi ve izahını şeyh hazretlerinden bekledi. Tam o anda Türkistan emirlerinden bir topluluk huzurlarına geldiler ve bu dakîk meselenin taraflarından izahına imkân kalmadı.