Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979
294.Mektup
- Ayrıntılar
- Kategori: Mektubat-ı Rabbani
- Gösterim: 4950
294. Mektup
MEVZUU : a) Sübhan Hakkın sekiz sıfatı ile alâkalı
hususlar..
b) Peygamberlerin taayyünatınm mebde'leri ve sair halkın taayyünat mebde'leri
ve bunlara taalluk eden hususlar.
c) Peygamberlerin tecellileri ile evliyanın tecellileri ve şühudları arasındaki
fark..
d) Peygamberlerin vasıtalığı ile kâmil olan tabilere hâsıl olan vasl-t üryanın
tahkiki..
e) Meşayihin ibarelerinde vaki olan mahiv ve izmihlal lafzının tahkiki.. Allah,
onların sırlarının kudsiyetini artırsın. Bu münasebetle bazı hususların
beyanı..
***
NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Mahdum Camiul-ulum'üzzahiriyeti vel-esrar
il-batıniye Mecd'üd-din Hace Muhammed Masum'a yazmıştır. Allah-ü Taâlâ ona
selâmet ihsan eylesin.
***
Bilesin ki,
Vacib'ül-vücud Allah-ü Taâlâ'nın sekiz hakikî sıfatının, evveli hayat olup
âhiri de tekvindir.
Bu sıfatlar, üç kısma ayrılırlar.
a) Bu kısım daha ziyade halk ile alâkalıdır. Meselâ tekvin sıfatı gibi.. Bu
mana icabı olarak, ehl-i sünnet vel-cemaattan bir grup bu sıfatın varlığını
inkâr edip dediler ki:
— Bu, izafiyet sıfatlarındandır.
Ama, hakikat olan şu ki: Bu sıfat, kendisinde izafiyetin ağır bastığı sıfat-ı
hakikiyedendir.
b) Bu kısımda dahi izafiyet vardır; lâkin birinci kısma nazaran, izafiyet
durumu bunda daha azdır. Meselâ: İlim, kudret, irade, sem', basar, kelâm gibi..
c) Bu kısım, üç kısmın en alâsıdır. Şekillerin hiç biri ile. bunun âlemle
alâkası yoktur. Bunda izafet kokusu dahi yoktur. Meselâ: Hayat.. Bu sıfat,
sıfatların en çok cami olanı ve her şeyin aslı ve en sabıkıdır. Buna en yakın
olan dahi, ilim sıfatıdır. Bu ilim sıfatı dahi, Hatem'ür-rüsül Resulûllah S.A.
efendimizin taayyün mebdeidir. Ona ve diğerlerine salât ve selâm.. Kalan
sıfatlar dahi. diğer mahlukatın taayyün mebdeleridir.
Her sıfatın mütaaddid alâkaları dolayısı ile, cüz'iyatı vardır. Tekvini ele
alalım. Bunun değişik çeşitte taallukatı dolayısı ile, çokça cüz'iyatı vardır.
Meselâ: Tahlik, tarzik, ihya, imate.. (Yaratmak, rızıklandırmak. diriltmek,
öldürmek..) Bu cüz'iyat dahi bütünleri gibi olup mahlukatın taayyün
mebdeleridir.
Bir kimsenin taayyün mebdei külli olursa., erbab-ı taayyünalm mebde'leri, o
şahsa ittibaen o küllinin cüz'iyatı olur.. Ve., onun kademi altında kalırlar.
Bu mana icabı olarak, şöyle dediklerini işitirsin:
— Falan kimse, Muhammed'in kademi altındadır. Falan kimse. Musa'nın kademi
altındadır. Falan kimse, İsa'nın kademi altındadır. Bunların hepsine salât ve
selâm olsun.
Anlatılan cüz'iyat hâsıl olduktan sonra, sülûk yolu ile terakki edip
külliyatına katılır. İşte o zaman, cüz'iyatın şühudu külliyatın şühudu olur.
Fark dahi asılet ve tebaiyet icabı kahr; imtiyazi tavassutun olması ve olmaması
ile olur. Zira, tabiin bulduğu ve gördüğü mümkün değildir ki: tavassut olmadan
meydana gelsin. Çoğu kez, tabi durumda olan bir kimse, kendi kusurundan olacak;
aslın tavassutunu bilmeyebilir. Lâkin, hakikatte asıl olan tabi ile onun
neşhudu arasında bir haildir. Ama onu, şühuddan ayıran bir hail değildir. Tam
aksine o, şühuda sebeb olur. Tıpkı, saf bir gözlük gibi..
Bir küllinin cüzlerinin, ondan çıkıp bir başka küllinin altma girmeleri caiz
değildir. Yani: Bir başka küllinin altına girecek.. îşte bu olmaz. Meselâ:
Musa'nın a.s. kademi altında bulunan kimselerin. İsa'nın a.s. kademi altına
girmeleri gibi.. Lâkin, Muhammed'in S.A. kademi altına girmeleri mümkündür. Hem
de her zaman. Zira, Muhammed'in S.A. Rabbı Rabb'ül-erbab'dır. Bütün bu
külliyatın dahi aslıdır. Bu cüz'iyata nisbetîe de aslın dahi aslı olur. Böyle
olunca, bu terakki, aslın dahi aslına olur: aslından ayrı bir asla değil..
Bu durumda, fark cüz'iyat ile onların külliyatı arasında kalır. Şöyle ki: Cüz'î
için iki hail vardır. Biri, onun aslı olup onun için külli sayılır. İkincisi
dahi aslın da aslıdır.
O cüz'înin aslı olan külli, aslın da aslı olan hicabıdır.
Üstte anlatılan manadan da bilinmiş oldu ki: Allah'ın Resulü Muhammed'in
şühudu, taayyünlerin hicapları olmadan meydana gelmektedir. Allah-ü Taâlâ ona
salât ve selâm eylesin. Ama, ondan başkasının şühudu, taayyünlerin
hicaplarındadır. En azından da hicab-ı Muhammedi taayyününde olmaktadır. Bu
mana icabı olarak, şöyle demişlerdir:
— Zat tecellisi, Allah'ın Resulü Muhammed'in hususiyetindendir. Allah-ü Taâlâ.
ona salât ve selâm eylesin. Başkalarının tecellisi ise.. sıfatların
hicaplarındandır. En azından da, Rabb'ül-erbab hicabında olmaktadır. Zira,
Muhammed'in terbiyesine gelen isim, bütün isimlerin ve sıfatların üstündedir.
Amma, hayat sıfatı hariç..
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
— Bu beyandan anlaşıldığına göre. sair peygamberlerin şühudu. Muhammedi
taayyünün mebdei hicabında olmaktadır; ki o, kendisinin terbiyesine gelen
isimdir. Resulûllah S.A. efendimizin kademi altında bulunan ümmetinin
evliyasındaki şünud dahi asaleten Rabb'ül erbab şühudu hicabındadır. Sair
peygamberlerin şühudu gibi.. Bu durumda, sâir peygamberlerin şühudu ile, onun
evliya ümmeti şühudu arasındaki fark nedir?.
Üstteki soruya karşılık şöyle derim:
— Peygamberlerin şühudu, bu anlatılan şühuddan başkadır. Yani: Hakikat-ı
Muhammediye hicabında kendilerine hâsıl olan şühuddan başka.. Ki bu şühud ,
onların taayyünat mebdeleri yolundan gemiştir.. Asaleten o yolla gaybin gaybini
müşahede ederler. Hemde. kendilerine mahsus olan manzaraları basiret gözlerine
alarak..
Bu arada şunun da bilinmesi gerekir ki, üstte anlatılan iki şühud şu manaya
değildir: Onlar, birlikte taHakkuk ederler.. Elbette çu manayadır: Terakki
aslın aslına ulaştığı zaman, onun şühudu Hakikat-ı Muhammediye hicabında olur.
Meselâ Hazret-i İsa gibi.. Resulûllah efendimize ve ona salât ve selâm olsun..
Nitekim o. nüzulünden sonra bu devletle müşerref olacaktır.
Anlatılan terakki cidden zordur. Hatta muhal olmaya dahi yakındır. Mutlaka
Allah tarafından büyük fazla ermek lâzımdır. Sebepler âleminde ise.. Muhammedi
meşreb olan bir şeyhin şefkati gereklidir. Bir kimse, kendi aslında terakki
eylemeyip hakikatından ayrılmaz ve hakikatler hakikatına ulaşmaz ise., onun
şühudu, ancak kendisine mahsus hakikatta olmaktadır.
Şunu bil ve anla ki,
Zat-ı Hakkın huzuruna doğru, hakikatler hakikatmdan uzanan bir yol bulunup ona
ulaştırdığı gibi, ama nice nice menzillerden sonra., aynı şekilde sair külliyat
hakikatlerinden dahi oraya çıkan bir yol bulunup nice merhaleleri geçtikten
sonra o Yüce Mukaddes Zata ulaştırır.
Bu babda asıl söz şudur ki: Hakikatler hakikati yolunda vasl-ı üryan olup sair
tarikatlarda dahi eğer müyesser olursa., vasl-ı zat vardır. Lâkin ince bir
hicap, Hakikat-ı Muhammediye olan hakikatlar hakikatinin usulü müntehasından
itibaren kalın bir perde gibi olup arada bir haildir. Bu hicap kalın bir duvar
ve güçlü bir engel olmasa dahi, onun kendine göre sağlamlığı ve engel oluşu
icabı:
— Zati tecelli..
Denmesine manidir. Halbuki, sair peygamberlerin dahi, asaleten Yüce Mukaddes
zattan nasibi vardır; kâmil ümmetlerin dahi, onlara tebaiyet yolu ile aynı
şekilde nasipleri vardır.
Burada şöyle bir seru sorulabilir:
— Hayat sıfatı ilim sıfatının fevkinde olduğuna göre, hakikatler hakikati
yolunda hayat sıfatının taayyünü dahi, aynı şekilde hail olur. Bu duruma göre
onda vasl-ı üryan nasıl olur ve onda zatî tecelli nasıl meydana gelir?.
Bu soruya şu cevabı verebilirim:
— Bu taayyün, latayyün gibi bir şeydir. Zira o, fevkani mertebede, mahiv olup
hiç bir şey olmamak durumuna gelir. Zat mertebesinde asla onun için bir itibar
kalmaz. Onun zat mertebesinde bir itibarı olması dahi, lâkin o, zat
mertebesinde vusulden evvel, hayat sıfatının hilâfına olarak, hiç bir şey
olmamak durumuna girer. Zira hayat sıfatı, zat mertebesine ulaşır; sonra, orada
hiç bir şey olmamış gibi olur.
Üstte anlatılan mana icabı olarak, Hakikat-ı Muhammediye'nin taayyünü ve sair
mahlukatın taayyünleri, daimî oldu; bunların zevali dahi mertebelerin her bir
mertebesinde muhal oldu.
Evet., bir şeye vâsıl olmak, onda izmihlale uğramaktan başkadır. Meşayihten
bazılarının ibarelerinde geçen:
— Mahiv.. izmihlal..
Tabirlerine gelince., ondan murad, nazarî olan mahivdir. Aynî olan mahiv
değildir. Yani: Nazarından, salikin taayyünü kalkar; amma işin aslında o,
mahvolmuş değildir. Zira öyle bir şey ilhaddır; zındıklıktır. Bu tarikatta
nakıs olan bazı kimseler, bu mevhum lafızları aynî olan mahve ve izmihlale
hamletmişler ve zındıklığa girmişlerdir. Dolayısı ile, âhirete dair azabı ve
sevabı dahi inkâr etmişlerdir. Sanmışlardır ki: Kendileri, kesretten vahdete
ikinci kere geçmişlerdir. Tıpkı, ilk defa vahdetten kesrete geldikleri gibi..
Yine sanmışlardır ki: Bu kesret, vahdette izmihlale uğramıştır. Yine bu
zındıklardan bazıları, bu mahvi ve izmihlali büyük kıyamet kabul edip haşri,
neşri, hesabı, sıratı, mizanı inkâr etmişlerdir. Kendileri doğru yoldan
saptıkları gibi, başkalarını da saptırmışlardır.
Anlatılan cemaattan birini gördüm; anlatılan arzusunu yerine getirmek için
Mevlâna Cami' nin bir şiirini şahid tutuyordu. O şiir şöyledir:
Cami, mebde' maad vahdettir tamam:
Bu görünen kesret mevhum vesselam..
***
Amma, bilememişlerdir ki, bu beytleri Mevlâna Cami'nin muradı, nazar ve şühud
itibarı ile vahdete rücu ve avdettir. Yani: Müşahede edilen, zat-ı ahadden
başkası olmamalıdır. Böyle olunca, kesret tamamen nazardan gizlenir. Onun
anlattığı aynı ile rücu ve vücuda bağlı bir avdet değildir.
Onlarda körlük olmalıdır. Onlar, görmezler mi ki: Kâmil bir kimseden asla
acizlik, noksanlık ve ihtiyaç gitmez. Durum böyle olunca, vahdete vücudî rücuun
manası ne olur?.
Eğer onlar, anlatılan rücuun ölümden sonra olacağını tahayyül ediyorlarsa., bu
durumda onlar küffar ve zındıklar zümresine dahildir. Zira bu durumları ile
onlar, âhiret azabını inkâr edip peygamberlerin de davetlerini batıl
saymaktadırlar.
Şöyle bir soru dahi sorulabilir:
— Sen, bazı risalelerinde şöyle yazdın:
— Ahfa fenası. Velâyet-i Muhammediye'ye mahsustur. Bu cümlenin manası nedir?.
Bu soruya şu cevabı veririm:
— Bundan önceki tahkikten de anlaşıldığı gibi. vasl-ı üryan, Velâyet-i
Muhammediye'ye mahsustur. Ondan başkalarında ise., hicaplar kalkmış olsa dahi,
bir örtü gibi ince bir hicabın hail olması mutlaka vardır. Bu dahi, daha önce
anlatıldığı gibi, Hakikat-ı Muhammediye'nin tavassutundan hâsıl olmaktadır.
Yücelikte, insanî mertebelerin nihayeti olan ahfaya gelince., anlatılan hail
kadar onda bir bakiye kalır. O bakiyenin mülâhazası ile, anlatılan ahfaya:
— Mutlak fena..
Tabiri itlak edilemez; böyle bir şey caiz değildir. Muhammedi meşreb olandan
başka kim o bakiyeyi bulabilir ki?. Böyle keskin nazar birinde hâsıl olsa dahi,
o: Muhammedi meşreb olanlardan binde birdir. Böyle biri dahi ganimet sayılır.
Meşayih tabakatından pek çoğu, ruh ve sır üzerine kelâm etmiştir. Ancak,
onlardan hafi üzerine kelâm eden var mı yok mu tam bilinmemektedir. Ahfadan
kelâm şöyle dursun. O kimse ki, ahfa deryasına dalmıştır ve zerrelerinden her
bir zerreyi idrâk edip ona muttali olmuştur; böyle bir kimse, kibrit-i ahmer
sayılır.
Bu manada bir âyet-i kerime meali:
— «Bu Allah'ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve.. Allah büyük fazlın
sahibidir.» (62/4)
***
Şu da bir başka soru olarak akla gelir:
— Senin kanaatin o ki, Resulûllah. S.A. efendimize kemalât nev'inden her ne
hâsıl olursa., tebaiyet yolu ile, aynısından, onun kâmil etbaına dahi olur. Bu
manadan olarak, vasl-ı üryandan dahi onlara bir nasib olmak lâzım gelir.
Halbuki. Resulûllah S.A. efendimiz arada haildir. Ne denir?.
Bu soruya şu cevabı veririm:
— Resulûllah S.A. efendimizin hail olma durumu, vasl-ı üryana zararlı değildir.
Zira bu vasıl, tebaiyet yolu ile olup asalet yollu değildir. Zira. hail olma
durumu tebaiyet için tekid edilmiştir; bunda münafi bir taraf yoktur. Kaldı ki.
tebaiyet manası tavassut edenin taHakkuku iledir; onun kalkması ile değil..
Onun kalkması asalet için yerinde olur.
Anlatılan izahtan anlaşıldı ki: Hail olma durumu sabittir; vasl-ı üryan dahi
tebaiyetle hâsıl olur: Bu manayı anla..
***
Burada bir başka soru da şöyle sorulabilir:
— Vasl-ı üryanın ve zatî tecellinin Resulûllah S.A. efendimizin kâmil etbaına
ıtlak edilmesinin tevcihi nedir ki: bu ıtlakın sair nebiler a.s. için yapılması
caiz olmamaktadır. İkisi arasındaki fark nedir?. Halbuki, Resulûllah S.A.
efendimizin hail olma durumu, her iki maddede dahi vardır.
Bunun için de şu cevabı veririm:
— Bu ıtlakın, kâmil olan etbaa yapılması tebaiyet itibarı iledir.
Nebinin tavassutu bu ıtlakın yapılmasına münafi değildir. Nitekim bu mana daha
önce de geçti. Ama sair nebiler böyle değildir. Böyle bir ıtlak, onlar Hakkında
caiz olur ise., asalet itibarı ile olur. Zira bu büyükler, menzilleri asaleten
kat edip Hazret-i Zat'a vâsıl olmuşlardır. Hiç şüphe edilmeye ki, mutavassıtın
husulü ve asalet suretinde taHakkuku, anlatılan ıtlakın yapılmasına münafidir.
Bu durumda, anlaşılması istenen fark açıktır.
Şunun da bilinmesi gerekir ki..
Geçmiş peygamberler ve bu ümmetin kâmilleri arasındaki asalet ve tebaiyet
farkı, peygamberlerin daha faziletli olmalarının mucibidir. Zira asıl olan
maksud olup, tabi ise., onun için bir uydudur. Her nekadar:
— Vasl-ı üryan ve zatî tecelli..
Tabiri, etba üzerinde sahih ise de, bu tabirin metbular üzerinde kullanılması
sahih değildir. Yani: Peygamberler Hakkında.. Uydu için bir kudret yoktur ki,
asıl maksud olanın yanında bir müsavat iddiasında buluna.. Nasıl müsavat
tasavvur edilir ki., pek tamam ve ekmel manada devlet, asıl olanadır. Tabi için
bu durum, isim ve resim yönü iledir.
Ne var ki, anlatılan münasebet aradaki bağlılığı sağlama çıkarmakta ve tabi
olanı metbu gibi kılmaktadır. İşbu mana icabı olarak, Hatem'ür-risalet
Resulûllah S.A. efendimiz şöyle buyurdu:
— «Ümmetimin uleması, Beniisrail'in enbiyası gibidir.»
Üstte anlatılan manadan anlaşılmış oldu ki: Bu ümmetin velîlerine zati
tecellinin husulü; kendilerinde zatî tecelli bulunmayan enbiyadan daha
faziletli oldukları vehmini veremez. Anla.. Zira, böyle yanlış bir anlayış, ayakların
kaydığı yerdir; insafı elden bırakma..
Bunlar, öyle ilimlerdir ki; Allah-ü Taâlâ bu kulunu tercih etmiştir. Habibi
Muhammed hürmetine.. Ona ve âline salât ve selâm olsun..
***
Üstte anlatılanların dışında, şöyle bir soru sorulabilir:
— Mukarrer olan şu ki, âlemin yaratılmasından maksad Hatem'ür - rüsül
Resulûllah efendimizdir. Ona ve diğerlerine salât ve selâm olsun. Ondan
başkaları ise., varlık özünde uydu sayılırlar. Kemalât husulünde ve üstün
derecelere çıkmakta onun tebaiyetine muhtaçtırlar. Bu mana icabıdır ki: Âdem ve
diğerleri onun sancağı altında olacaklardır. Halbuki sen şöyle diyorsun:
— Sair enbiyaya vusul devleti, asalet yolu iledir; tebaiyet yolu ile değil..
Bunun manası nedir?.
Bu sorunun cevabım şöyle verebilirim:
— Muhammed Resulûllah'a kendi hakikatından Yüce Mukaddes Hazret-i Zat'a çıkan
bir yol olduğu gibi; sair peygamberlerin dahi kendi hakikatlerinden o şanı yüce
Hazret-i Zat'a ulaşan yol vardır. Ama bunlarda tebaiyet yoktur. Haliyle
ümmetler böyle değildir; zira onlar, matluba enbiyaya tebaiyetle vâsıl olurlar.
Her birine has istidada göre ve hakikatleri yolundan.. Onlar Hakkında asalet
yoktur. Bu babda söylenecek netice söz şu ki: Enbiya her nekadar asaletli
olsalar dahi, yani: Vuslatları., yine de vasl-i üryan değildir. Zira Hatem'ür -
rüsül Resulûllah S.A. efendimizin hakikati, esas matlubdan uzaklaştıran ince
bir hicaptır. Her feyz, evvelâ zarurî olarak, bu hakikatle ittisal eder; daha
sonra da onun vasıtası ile diğerlerine ulaşır.
— Tebaiyet..
Tabirinin manası ise., anlatılan tavassutun husulüdür. O asalet dahi bu
tebaiyete münafi değildir.
İyi düşünmek gerek; onlar Hakkında sabit olan tebaiyet, bu tebaiyetin
ötesindedir. Zira o, asalete münafidir. Bu mana, birçok kere geçti. Onları bul.
***
Bu arada yine bir soru vardır:
— Uruc mertebelerinde, hayat sıfatı mertebesinden kâmillere nasip var mıdır,
yok mudur?.
Şeklinde sorulabilir. Bunun için hemen şöyle derim:
— Evet; vardır.
***
Şu da bir başka soru:
— Daha önce de geçtiği gibi, anlatılan hayat sıfatının nihayeti izmihlal ve hiç
bir şey olmamaya geçmektir. Yani: Yüce Mukaddes Hazret-i Zat'ta.. Bu mahiv ve
hiç bir şey olmamak makamından kâmil olan zatların nasibi nedir?. Daha önce sen
şöyle demiştin:
— Hakikatlerin taayyünlerinde aynî olan izmihlal yoktur. Şayet olursa
nazarîdir. Ayni izmihlale kail olmak, zındıklığa götürür.
Bunun için de şu cevabı veririm:
— Onda, ayni olan izmihlalin husulü nereden lâzımgelsin; nazarî olan izmihlal
onda yeterlidir. İsterse, bu izmihlalde mertebeler değişik olsun.
Bu anlatılanları anla.
Hakikat-ı hali en iyi bilen Sübhan Allah'tır.
Selâm hidayete tabi olup Mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara..
Ona ve âline salâtların en tamamı, selâmların ekmeli..