Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979
476.Mektup
- Ayrıntılar
- Kategori: Mektubat-ı Rabbani
- Gösterim: 3650
476. MEKTUP
MEVZUU: a) Vacibü'l-Vücud Sübhan'ın vücud tahkiki ile tam manası ile fena; aynın ve eserin zevaline bağlı olduğunun beyanı.
b) Mümkinden ademin zevali, sübutun bekası ve yükselişleri.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.
bu mektubu, Hazret-i Hace Muhammed Said'e ve Hazret-i Hace Muhammed Masum'a
yazmıştır.
***
Tam manası ile fena ancak şu zaman tahakkuk eder ki, faniden aynın ve eserin zevali husule gele ve onun ne ismi, ne de resmi kala...
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
-Mümkinatın hakikati; izafetle temayüz edip ve Sübhan Vacib'in isimlerine ve sıfatlarına tecelli yerleri olmuşlardır. Nitekim, bunu mektuplarında tahkik ettin.
Bundan lâzım gelir ki, mümkinin hakikati olan ademden yana bir isim ve bir resim kalmaya... Yani mümkinde... Böyle olması da, anlatılan bu fenanın oluş takdirine göredir.
Ve onda sırf vücuddan başka bir şey de olmaya... Zira iki nakzedici şeyden birinin zevali, diğerinin husulünü gerektirir. Ta ki, iki nakzedicinin birden kalkması gerekmeye...
Sofiye katında ise, vücud yüce Vacib'in aynıdır veya en has sıfatlarından biridir.
Halbuki, her iki takdire göre de, hakikatin değişmesi gerekiyor. Böyle bir şeyin olması dahi, ilhadı ve zındıklığı gerektirir.
Bunun için şu cevabı veririm:
-Ademin nakzedicisi, Vacib Teala'nın hakikati veya en has sıfatlarından olan vücud değildir. Elbette, o vücudun zılâlinden bir zil, akislerinden bir akistir.
Hulâsa, hangi vücud ki,
adem, ona mukabil bir tarafa gelmiştir; imkân zannı taşıyan yerlerden birine
düşmüştür. Onun nakzedicisi olan ademin kaldırılmasına da muhtaçtır.
Vacib Teala'nın sıfatları,
her ne kadar imkân dairesinin dışında olsa da; lâkin onların Vacib Teala'nın
zatına ihtiyaçları olduğundan; onlardan her biri için, ademlerin mukabelesi
sabittir, imkân şaibesinin dışında da değillerdir. Daima, onlara zat ihtiyacı
lâzımdır, isterse kadim olup zattan ayrılmamış olsunlar.
İhtiyacın kendisi, imkânın
delilidir.
Şayet başkasına muhtaç ise,
kâmil manada noksandır ve noksan (veya ihtiyaç) ile muttasıf ise, imkân
dairesine dahildir. Şayet başkasına muhtaç değilse, onda karışık olan durum,
imkândan bir kokudur; isterse imkân dairesine dahil olmasın.
Nitekim, Vacib Teala'nın
kemalâtı yüce mukaddes Zat, kemalâtından başkadır. Zira, mutlak vücub Vacip
Teala'nın zatına mahsustur. Çünkü o, noksan zannından münezzeh ve kusur
şaibesinden müberradır.
Vacib Teala'nın sıfatlarına
her ne kadar vücub dairesinde bir basamak var ise de; lâkin muhtaç durumda
olduğundan, onun vücubu, yüce Zat'ın vücubundan alt olup onun vücudu dahi, yüce
Zat'ın vücudu değildir.
Sıfatların vücudunda,
adem'in nakzedici durumu vardır. Bu adem dahi, meselâ ilim ve kudret ademidir.
Halbuki, yüce Zat'ın vücudu için asla bir mukabil adem yoktur, kesin olarak,
onun için bir nakzedici de tasavvur edilemez. Şayet ademlerden bir adem, yüce
Vacib'in vücudunu nakzeden olsa, o zaman, o nakzedenin kalkmasına muhtaç olur.
Halbuki, ihtiyaç, imkânın haline münasip olup noksan vasıflardandır. Allahu
Teala, böyle bir manadan yana pek yüceliğe sahiptir.
Yerinde olur ki:
-imkân lâfzı, yüce Sultan
Vacib'in sıfatlarına ıtlak edilmekten sakımla...
Zira, böyle bir şeyi ıtlak
etmek, hüdus fehmini verir; halbuki, Allahu Teala'nın sıfatları kadimdir. Onlar
bizatihi vacib olmasalar da, şanı yüce Vacib'e göre vaciptirler. Zira, onlar
zattan ayrılmamıştır.
Bu mananın hasıl: Her ne
kadar imkânı müncer olsa dahi, hüdus teveh-hümünden halidir.
Vacib Teala'nın vücudu
için, ademden yana bir husul bulmayışı, keşfe ve şühuda bağlı bir iştir (yani
hem keşif, hem şühud ile sabittir) Her ne kadar ona suret hasebi ile delil
getirilse de, istidlal suretinde bir tenbihtir. Tıpkı bedihiyat üzerine varid
olduğu gibi...
***
Biz, yine esas kelâma
dönelim; sualin cevabını verelim:
-Adem'in zevalinden sonra,
fena takdirine göre; mümkinde vücuddan başka bir şey kalmaz. Artık onun, sübut
ve tahakkuktan gayrı nasibi yoktur. Zira ondan, ayn ve eser yok olup gitmiştir.
Lâkin, bu vücud ve sübut; mümkin için his ve vehim mertebesinde sabit olan
cinstendir.
Ademin zevalinden sonra,
onun üzerine eserler de terettüb etmiş; yüce mukaddes Hazret-i vücud mertebesinde
kemalâta ayna olmuştur. Böylece, zail olan adem gibi, mümkinin zatı ve hakikati
olmuştur.
Bu sübut, ademin zevalinden
evvel, adem sıfatlarındandı. His ve vehim mertebesinde onun için sabit olmuştu.
Ademin zevalinden sonra da, şu anda o sübut; onun yerine geçip naib olmuştur.
Hem de mümkinin zatı olarak. Keza, sıfatlar da ona bağlanır; muamelenin kıyamı
da onunladır.
Bu adem niyabeti
muamelesinin kıyamı; bu sübutu nakzedenin bekası ile imkânın bekasına
kalmıştır.
Muamele, sübutun
nakzedeninden terakki ederek, vücud için, ona mukabil bir şey kalmayınca; hatta
adem için ona mukabele mecali kalmayıp imkânın dahi orada yeri kalmayınca, işte
o zaman muamele, başka muameleye tebeddül eder; nedimler ve celisler arasında
mübadelet ve mugayeret olur.
İş bu makamda:
"-Evedna... (Daha da yakın...)" (53/9)
sırrını talep etmek gerek.
Hangi mahalde ki imkân
şaibesi, adem mecali vardır; isterse nekazet yolu ile olsun, orası:
"İki yanı
birteşimi..."(53/9) manasına dahildir.
Vakta ki imkân ve adem göç
hazırlığına başladı; her ikisine de göç çanı çalındı. İşte o zaman:
"Evedna..." (Daha da yakın...)" (53/9)
kemalâtı karşılar. Amma ne var ki, şu manaya değildir:
-O vakit mümkün, vacibin
zatı, yani aynı olur.
Elbette şu manayadır:
-Onun kıyamı, yüce Zat-ı
Baht ile olur. Yüce Zat'ın zılâlinden bir zili ile olan kıyamı ile olmaz.
Bir mısra:
İlâhta kaybolan ilâh
olmaz...
Bu irfan sahibinin Vacibü'l-vücudun zatı ile olan kıyamı; o yüce Sübhan'ın zatı ile olan sıfatlarının kıyamı gibidir. Hatta onun kıyamı, öyle bir mertebededir ki, orada, asla sıfatların mülâhazası yoktur, isterse, sıfatlar için, zattan infikâk olmasın. Ancak şu kadar var ki, sıfatların kıyamı ezeli ve ebedidir. Sıfatlar dahi kadimdir. O irfan sahibinin kıyamı ise, ezeli değildir. Hüdus damgası ile de damgalıdır.
Ne var ki, sıfatların ademlerden nakzedicileri vardır; ilmin ademi, kudretin ademi gibi. Bu irfan sahibinin muamelesi ise, ademlerin nakzedenlerinden terakki etmiştir. Tahkikimiz de budur.
Burada şöyle bir soru çıkabilir:
-Muamele adem nakzından çıkınca, vücub tahakkuk eder. Mümkin dahi vacib olur. Böyle bir şeyin olması dahi, muhaldir!..
Bunun için şu cevabı veririm:
-Mümkin, ancak şu zamanda vacib olur ki, kendisine harici bir vücud arız ola... Halbuki, vehim ve his mertebesi dışında, mümkinin sübutu yoktur. Mana böyle olunca, onun hakkında vücub-ü vücud tahakkuku nasıl
tasavvur edilir?
Buradaki beyandan
anlaşılmış oldu ki, sıfatların kıyamı ile, irfan sahibinin kıyamı arasında bir
başka fark vardır. Şöyle ki:
a) Sıfatların kıyamı,
harici vücud itibarı iledir.
b) İrfan sahibinin kıyamı
ise, vehmi vücud itibarı iledir, isterse onun bir sebatı ve istikrarı olsun ve
eserlere mebde bulunsun.
Şunun da bilinmesi yerinde
olur ki, irfan sahibinden:
-Ene... (Ben...) lâfzının,
sudur etmesinin bekası; kendisinin hakikati olan ademin bekasına bağlıdır.
Ondan adem zail olunca, artık:
-Ene lâfzının uğrak yeri
kalmaz ki, onun üzerine ıtlak edile... Her ne kadar ucu uzayıp gitse dahi,
sübut muamelesi, ademin zevalinden sonradır.
Sübut, mümkin için zat
olmuştur; lâkin, orada:
-Ene... (Ben.,.) lâfzına
uğrak yeri yoktur. Burada:
-Ene lâfzı, ademiyet
hakikati için vaz olunmuştur; bunun için de, sübutiyet hakikatından
kaçmaktadır.
Evet, mümkinden en büyük
parça, ademdir. Mümkin dahi, ademden mümkin olmuştur. Mümkinin muamelesi dahi,
ademden açılmıştır. Mümkinin ihtiyacı dahi, ademden neş'et etmiştir. İmkân için
lâzım olan hüdus dahi, ancak adem üzerine terettüb etmiştir.
Mümkinin çokluğu da, adem
cihetinden şubelere ayrılmıştır. Ondaki imtiyaz dahi, ademden husule gelmiştir.
Onun hakkındaki vücud dahi, müstear olup yine tevehhüm ve tahayyül iledir.
İsterse onun için sebat ve istikrar olsun.
***
Bilesiniz,
Yüce Sultan Vacib Teala'nın
zatı ile kaim olan sıfatların durumu öyledir ki, şanı yüce Zat, onlardan her
birinin rengi ile tamamen zuhur eder. Zatın bir kısmı, bir sıfatla; bazısı
dahi, bir başka sıfatla muttasıf durumda olmaz. Zira, Hazret-i Zat'ta bölünme
ve parçalanma yoktur. Elbette o, hakiki basittir. O makamda, her ne hüküm ki
sabit olur; o külliyet itibarı iledir. Bu manadan ötürüdür ki, şöyle
demişlerdir:
-Yüce Allah'ın zatı,
bütünüyle ilimdir; bütünüyle kudrettir; bütünüyle iradedir.
O kıyam ki, irfan sahibine,
isimlerin ve sıfatların mülahazası olmadan hasıl olur. Üstte anlatılan
kabildendir. Bütünüyle, onun renginde zuhur eder. Onun şahsiyetinde görüntüsünü
meydana çıkarır. Amma başka görüntü yerleri böyle değildir.
Anlatılan manayı, anlayan
anlar...
Bir şiir:
"Sadi, kıyamet
koparıyorsûn tatlı sözünde;
Tutiye de nasip değil,
şeker yemek devrinde...
Böyle bir zuhur, yani
bütünüyle, aynanın suretinin renginde zuhuru, şayet infar sahibine; pek tamam
olarak gelen fenadan sonra; o zuhurla beka hasıl olur ise, taayyünatının en
kemallisi olur... Hem de, yüce Hak tarafından hibe edilen bir varlık olarak. Bu
arada, kendisine ikinci bir doğum müyesser olmuştur.
Burada anlatılan taayyün,
hüdus ve imkân vasıflı olmasına rağmen; cem mertebesinden neş'et edip
geldiğinden, kendisinin diğer taayyünlere nazaran bir üstünlük meziyeti ve
fazileti vardır. Zira, onlar bu mertebeden gelmemişlerdir. Bir misal olarak,
Kur'an harflerinin ve kelimelerinin, diğer harf ve kelimelere nazaran çok üstün
olan meziyetini söyleyebiliriz. İsterse, bunların hemen hepsi de, hüdus damgası
ile damgalı olsun.
Ahmak o kimsedir ki, kısa
görüşünden ötürü, zahire bakıp bu taayyünle diğer taayyünleri müsavi görür.
Kur'an harflerini ve kelimelerini dahi, diğer harf ve kelimelerle müsavi sanır.
İşte, üstte anlatılan
manadan olarak, irfan sahibinin faziletini anla; onun meziyetini dahi,
diğerlerine kıyas eyle... Tıpkı yüce Allah'ın kelâm meziyeti, diğerlerinin
kelâm meziyetine göre kıyaslandığı gibi.
Bir şiir:
Kaybetti çok, bu güzeli
gören çirkin;
Kurtuldu o, özünde nazan
keskin...
Allah'ın Resulü Muhammed hakkında (mana gözü) perdeli olanlar dediler ki:
-O, bir beşerdir.
Ve onu, diğer beşer gibi tasavvur ederek zaruri olarak inkâr ettiler.
Ashab-ı devletin ve erbab-ı saadetin dahi, onu risalet unvanı ve alemlere rahmet namı ile tasavvur etmeleri, diğer insanlardan mümtaz bilmeleri sonunda iman devleti ile şerefyab ve ehl-i necat olmuşlardır.
***
BİR TENBİH
Şanı yüce Vacib Zat'ın zatına ve sıfatlarına mütaallik bazı metalib-i aliyenin edası sırasında; ibare sahasının darlığı sebebi ile; noksan ve kusur vehmini getiren lâfızlar irad edildiğine göre; yerinde olur ki, bu lâfızlar, zahir manasından alınıp o yüce mukaddes Hakkın zatı bütün noksan sıfatlardan ve kusur nişanlarından münezzeh itikad edile...
Bu arada bazı meşayih taklid edilerek, şeriatta varid olmayan lâfızlar ıtlak edildi. Amma mecaz yollu. Meselâ:
-Mir'atiyet (ayna oluş)... Ve diğer tabirler gibi.
Münacaat makamında bir ayet-i kerime meali:
"Rabbimiz, unuttuk veya yanıldıysak, bizi muaheze eyleme..."(2/286)
***
Burada şöyle bir soru çıkabilir:
-Tabirlerinde, tecelli ve zili zuhur lâfızları vaki oldu ki, zuhurat mertebelerinde bunlardan vücud tenezzülü lâzım gelir. Tıpkı, bazı meşayihin dediği gibi. Halbuki sen, bunu inkâr ediyorsun. Bunun tevil yolu nedir?
Bunun için derim ki:
-Mazhar, zahirin aynıdır dediğimiz zaman, tenezzül lâzım gelir. Nitekim,
bazıları da, böyle
demiştir. Amma:
-O, onun aynıdır dememiş
olduğumuza göre, tenezzül lâzım gelmez. Bu Fakir'in tercihi mazhar, zahirin
aynı olmadığıdır.
Basan ihsan eden Sübhan
Allah'tır.
***