13-RA'D:

1-Bununla neyi murad ettiğini Allah bilir. (Bakara ve Yunus Sûreleri'nin baş tarafına bkz.). Bu sûre hakkında da Abdullah b. Abbas'dan şöyle bir tevil nakledilmiştir: yani, "Ben Allah'ım, bilirim ve görürüm". Sûrenin ismine ve bu başlangıcın böylece hece harflerine işaret ettiği kavline göre, biz burada şu mânâyı izleyelim: Elif, Lâm, Mîm, Ra. İşte bunlar, (yani bu hece harfleri veya bu sûre) kitabın âyetleridir. Tek başına ve yalnız olarak ele alındıkları zaman hiçbir anlamı yok gibi sanılan o harfler, o sesler Allah tarafından kendilerine verilen şekil, düzen, tertip ve terkip ile anlamlı anlamlı birtakım kelimeler meydana getirerek hakkın kitabının mânâ ve mazmununa delalet eden ve gizliyi açığa çıkaran açık deliller, aşikar alâmetler, kesin belgeler olur ve işte bu harflerden meydana gelmiş olan bu sûre de en mükemmel bir kitap olan Kur'ân-ı Kerîm'in göklerdeki ve yerdeki ilâhî âyetleri, gafillerin üzerinden geçip de görmedikleri hak âyetleri gösteren bir kısım âyetlerdir. Ve Rabbinden sana indirilen bütünüyle haktır. Haktır ve gerçektir, aslına uygundur, ey Muhammed. Ve lâkin insanların çoğu iman etmezler. Bunun Allah tarafından indirilmiş hak bir kitap olduğuna inanmazlar.

2- Allah O'dur ki, gökleri direksiz, dayaksız yüceltti. Ne yapmak ve yükseltmek için iskeleye, ne de manivelaya, ne de dayamak için direk dikmeye muhtaç olmadan sırf kudretiyle yaptı, yükseltti, kaldırdı ve orada tuttu, düşmesini önledi. Onları görüyorsunuz. Yani üzerinizde olan gökleri görüp duruyorsunuz: O büyük gök cisimleri öylece direksiz olarak duruyorlar, orada dönüp durduklarını da siz görüyorsunuz.

İşte Allah, onlara böyle direksiz ve dayaksız olarak kendi yörüngelerinde ve o kadar yükseklerde hareket kabiliyeti verip, size de gösteren kadiri mutlaktır. Bu mânâda daki zamir "direksiz göklere" racidir. Ve cümle bir yan cümleciktir. Bazı tefsir âlimleri bunun "amed"e raci ve onun sıfatı olması ihtimalini de dikkate almışlardır ki, o zaman şöyle demek olur: Gökleri sizin görebileceğiniz hiçbir direk olmaksızın yükseltti. Bu mânâya göre göklerin gözle görünmez birtakım direklerle dayanıp tutulmakta olduğu ihtimaline işaret olunmuş olur. Zira görünen direklerin bulunmaması, gözle görünmez birtakım direklerin bulunmasına engel değildir. Fakat görünmez direklerden ne anlaşılabilir? Eğer bundan Batlamyus Astronomisi'nde ele alındığı gibi, yıldızların dayandığı görünmeyen bazı cisimler kastolunuyorsa, o zaman asıl o cisimlerin nereye dayandığı sorusu sorulacak, bu da yine direksiz anlamına dönüşecektir. Ve eğer bundan itme ve çekme kuvvetleri, sırf akılla anlaşılabilecek bazı kuvvetler kastolunuyorsa, bunlara amed (direk) denilebilmesi sırf mecazî anlamda geçerli olabilecek, sonuçta bu da gerçekte önceki mânâ gibi "direksiz" demek olacak ve yalnızca kâinatın dengesinde Allah Teâlâ'nın melekutunu ve kudretini anlatmış olacaktır ki, o zaman "Gökleri yükseltti ve dengeledi..." (Rahmân, 55/7-8 âyetlere bkz).

Bundan dolayı, asıl mânâ birinci mânâdır. Yani, daki zamir "amede" raci olarak, cümle sıfat cümlesi değildir; zamir "semavat"a raci olarak bir yan cümleciktir. Onun için üzerinde vakıf evladır. Burada bir cim secavendi vardır. Göklerin yükseltilmesi görünmez direklerle değil, gerçekte ve gözlemde görüldüğü gibi direksiz olarak doğrudan doğruya Allah'ın kudretine dayalı bulunmaktadır ve kudretin sonsuzluğunu ispat etmektedir. Bilindiği gibi her cisim, bir hacim ve ağırlık ile boşlukta bir yer işgal eder. Bir zamanlar fizikçiler, yani cisimlerin hareketlerinden bahseden ve tabiat felsefesi adı verilen fen ile meşgul olanlar, cisimlerde biri tabiî (doğal), biri de gayri tabiî olmak üzere iki ayrı özellikte mekan (hayyiz) düşünürlerdi ki: "Her cismin bizatihi istediği tabiî bir yeri (hayyizi) vardır ki, kendi haline bırakılan cisim, oraya gider, durur ve oradan bir başka yere hareketi, ancak gayri tabiî olan, yani kendi dışından gelen bir kuvvetin etkisi ile ve ona bağımlı olarak mümkün olur. Ve bir cismin böyle gayri tabiî bir hayyizde durabilmesi de ancak kendi dışında bir vasıtaya, bir kuvvete dayanması ile mümkün olabilir. Mesela ağırlığı fazla olan bir cismin tabiî hayyizi aşağıda, hafif olan bir cismin tabiî hayyizi de yukarıdadır. Onun için taş suyun dibine iner, hava da suyun üstüne çıkar. İşte bundan dolayı bir taşın havaya doğru hareketi kasrî, yani zorlama ile ve güç kullanarak olur; onun havada durması da bir direğe, bir desteğe dayanmasına ihtiyaç gösterir".

İşte Batlamyus astronomisini izleyen gökbilimcileri de bu görüşten hareket ederek gök cisimlerinin çeşitli hareketlerinin birisi kendi tabiî hareketi olsa bile, diğer hareketlerin kasrî, yani bir dış etkenin zorlaması ile meydana geldiğini düşünmüşler. Bundan dolayı çeşitli hareketlerin her biri için ayrı ayrı birer felek tasavvur etmişler ve hareket eden gök cismini görünmeyen bir felek küresine dayamışlardı. Bu feleğin âlemdeki ekseni üzere tabiî harekete, etki ettiği gökcisminin tabiî görünen hareketini meydana getirdiğini, onun bağlı bulunduğu daha üst bir feleğin, mesela hepsini kuşatmış bulunduğuna inanılan Atlas Feleği'nin ters yöndeki etkileri de o gökcisminin normal olmayan hareketini meydana getirdiğini kabul ediyorlardı. Böylece bu nazariyeye göre, bir tabiî hareket fikri temel alınmış olmakla birlikte, tepemizdeki gök cisimlerinin yükseklikleri görülmeyen birtakım kürelere dayandırılmış oluyordu ve bu feleklerin kendi tabiî hayyizlerinde dönüp durdukları ve bundan dolayı da direğe ihtiyaç duymayacakları savunuluyordu ve bu durumda hareketlerine de sebep kalmamış olacağından, harekete sebep olmak üzere de her birinde bir nefis (canlı kişilik) bulunduğu farz olunuyordu. Ve ancak yer kürenin, hepsinin ortasında bir ana merkez noktası olduğu, bunun da kendi tabii hayyizinde sabit bulunduğu kabul olunuyordu.

Ne gariptir ki, bu görüşe göre, sabit farzedilen yer küre, çeşitli unsurlardan meydana gelmiş bir "kevn ü fesat" âlemi olduğu halde hareket halinde olan gök ve gök cisimleri, basit, bozulmaz, yıkılmaz ve yok olmaz sanılıyordu. Oysa bütün düşüncelerin temelini teşkil eden "tabiî hayyiz" nazariyesi, çeşitli gök cisimleri ile uzayın bölümleri arasında başka başka birer çekim merkezi bulunduğunu kabul etmeyi gerekli kılıyordu. Bu ise aklın yapısına aykırı olan bir çelişki oluyordu. Çünkü içindeki gök cisimlerinden sarfı nazarla başlı başına bir varlığı bulunduğu kabul edilmeyen ve nihayet basit ve monoton ve her noktası birbirinin aynı olduğu düşünülen uzayın her noktası herhangi bir gök cismi için eşit değerde olması gerekmez miydi? Elbette mutlak mekanın, yaratılıştan filan tarafı filan cisme, filan tarafı da felanca cisme mahsustur, o cisim ancak o tarafa meyleder. Veya o taraf kendi özelliğine uygun düşen cismi kendine çeker demek, basiti bileşikle veya yoğu varla bir saymak gibi bir çelişki meydana getiriyor. Cisim kavramında yalnızca genişlik ve boy yeterli görülüp, hayyiz (yer) dahi soyut bir cismi içine alarak düşünülse yine böyle bir sonuç çıkardı. Velhasıl herhangi bir cismin mutlak hayyizden bir noktaya yerleştirilmesine ne o cismin, ne de hayyizin kendi özelliği kâfi gelmezdi. Bu durum da buna bir tercih edici aramakta akıl açısından zaruret vardır.

Onun için hareket ve düşme olayını ne cismin, ne de o cismin bulunduğu yerin (hayyizin) özelliğinde ve yapısında değil, çeşitli cisimler arasında izafî olarak bir çekim ilişkisine bağlı mülahaza etmek ve bu izafiyeti, bu ilişkiyi elinde tutan bir büyük kudretin varlığını düşünmek akla daha uygun olacaktı. Bundan dolayı son devir fizikçileri, "hayyiz-i tabiî ve "hareket-i tabiîyye" iddialarını reddederek bütün maddede ve cisimlerde ataleti (durgunluğu) dahi bir tabiat kanunu olarak kabul ettiler: Her cismin, kendine mahsus yerdeki konumu, hareketi ve durgunluğu, kendi dışındaki bir etkenin basınç ve etkisine bağlı olduğuna kanaat getirdiler; cisimlerin ağırlıklarına göre aralarında bir karşılıklı çekim orantısı bulunduğunu ortaya koydular. Ve bunu mekanik bilimine temel kabul edip genellikle madde kütleleri arasında mesafeleri atlatarak etkili olan bir itme ve çekme kuvvetinin varlığını savundular. Gök cisimlerinin yalnızca bu kuvvet ile birbirlerine tutunduğuna hükmettiler. Astronomiyi de bu nazariye üzerine ele almaya başladılar ki, gökyüzü mekaniğinin bu şekilde açıklanması "Gökleri direksiz olarak yükseltti..." âyetinin anlamına her iki mânâ açısından da uygun düşmektedir: Buna, hem gördüğünüz gibi direksiz, demek doğru olur; hem de bu ağırlıkları karşılıklı olarak dengeleyen direklerin hizmetini görmesi bakımından "görünmez direkler" demek doğru olur. Ancak bu konuda birkaç önemli noktayı dikkatten kaçırmamak da gereklidir:

Birincisi; çekim kuvveti, madde ile olan ilişkisi açısından maddî bir kuvvet gibi ele alınırsa da bağlı olduğu madde kütlesinin bulunduğu yerden çok uzak mesafelere kadar ilgili olması bakımından, haddi zatında kuvvetin maddeden soyutlanıp ayrıcalık kazanmasına pek güzel bir misal olacak makul bir olay demektir. Biz bunu ancak ağırlıklar arasındaki müvazene nisbetiyle ele alabiliriz. Nitekim Rahmân Sûresi'nde "ve mizan koydu" buyurulması bunu açıklar. Büyük bir ağırlığın küçük bir ağırlığı genel olarak çekimi demek olan bu mizana bağlı olmakla beraber, şunda da şüphe yoktur ki, mesela yerkürenin ayı çekim alanı içinde tutması, güneşin de yer küreyi çekip yörüngesinde tutması, bir direk üzerindeki lüks lambasının direğe dayanması gibi yalnızca maddî açıdan görülen bir kuvvet değildir. İki kütle arasında uzaktan uzağa aklen ele alınan bir denge orantısıdır ki, biz bunu bir kanuna bağlamadan tasavvur edemediğimiz için konuyu taraf durumunda olan kütlelere izafe ederek ele alırız. Yoksa bir çekim kuvveti tasavvuru gerekçe bir melek tasavvurundan bambaşka bir şey değildir.

İkincisi, atalet ve çekim kanunları ile ele alınan gök cisimlerinin mekanik ilişkiler içinde oluşu, her şeyden önce bize şunu anlatır ki; uzaydaki düzende gök cisimlerinden her birinin konumu ve hareketi kendi dışından gelen bir basınca ve etkiye bağlıdır. Hiç birinin hareket kaynağı kendisinde değildir. Yani tabiî değildir. Hiç şüphe yok ki, her biri kendi dışından etkilenen zerrelerin ve kürelerin hepsi de böyledir. Bütünün hareketi de zaruri olarak hepsinin üstünde bir etkileyiciye bağlıdır. Binaenaleyh kâinat makinasının yaratıcısı, yapıcısı ve harekete geçiricisi tabiat âlemi denilen bu makinanın kendisinde değildir, onun üstündedir. Ve genel çekim kanunu denilen söz konusu denge kanunu da ancak o yaratıcının bir kudretidir. Göklere direksiz yükseklik veren O'dur.

Bunu daha açık olarak anlamak için:

Üçüncüsü, şüphe yok ki, güneş gibi bir madde kütlesinden bir çekme ve itme kuvveti şeklinde herhangi bir kuvvetin yayılması ve uzaktaki bir başka kütleye etki etmesi bir faaliyettir. Maddenin tabiatında mevcut olan "atalet" ise bunun tam zıddıdır. Demek ki, maddeye böyle bir faaliyetle etki gücü verilmesi, kendi özünden değil, kendi dışından verilen bir özelliktir. Ve işte ona bunu veren Allah'dır. "O Allah ki, gökleri direksiz yükseltmiştir."

Dördüncüsü, ne kadar dikkat çekicidir ki, âyette göklerin direksiz yükseltildiği mekanik olgudan ilâhî kudrete bir delil gösterildikten sonra, bir de "görüyorsunuz, gördüğünüz gibi" buyurulmuştur. Gerek halkın sıradan temaşa ve gözlemlerinde, gerek fen ehlinin ve uzmanların rasathanelerden ve dev aletlerle yaptıkları gözlemlerin hepsini içine alan bu "rüyet" fiilinin, bu "görüyorsunuz veya görüp duruyorsunuz" cümlesinin burada belağatlı bir tembihi ifade ettiği açıkça ortadadır. Bununla uzayı gözleyip, araştırmak için vahiy gözetmiyerek rasat ve rüyetin esas alınması hususuna da ayrıca tenbih olunmuştur. Kâinatın mekanik özelliği karşılığında bir de ruh ve şuur olayları bulunduğuna dikkat çekilerek afak ile enfüs arasındaki ilişkiler hatırlatılmış ve binaenaleyh Hakk'ın varlığına şahitlik eden delillerin yalnızca mekanik ilişkilerdeki sırlarla değil, asıl bu ruhsal ilişkiler ile tecelli edeceği anlatılmış ve "sonra arş üzerine hakim oldu " kavramına bir giriş olmak üzere, kudret-i ilâhiyyenin afak (dışta) ve enfüsteki (içteki) etki alanı üzerinde düşündürmek için bir hazırlık yapılmıştır.

Beşincisi, burada gökleri gözlemlememiz konusuyla ilgili olarak bazı açıklamalarda bulunmamız gerekirse de, ilerdeki sûrelerde daha buna benzer birçok âyetler geleceği için, burada sözü daha fazla uzatmamak için inşallah o bilgileri de oralarda sunmaya çalışacağız. Şimdilik şu kadar söyleyelim ki, gözlem açısından kâinatın merkezi daima kendimiz, kendi nefsimizdir. Üzerimizde görüşümüzü çepçevre kuşatan bir gökyüzü vardır. Bunun her noktasından baktığımızda gözlerimize birer yarım küre şeklinde görülür de mekanik merkez neresi olursa olsun gözlem merkezi kendimiz oluruz. Kubbe şeklinde gördüğümüz gökyüzü de "dünya seması"nı oluşturur. Göklerin mekanik çekim ilişkileri ne kadar akılları hayrete düşürecek boyutlarda ise, "optique" denilen ışık ve ışın dalgaları arasındaki ilişkiler de o kadar, belki daha ziyade hayret verecek bir hadisedir.

Velhasıl Allah bunları öyle direksiz yükseltti ve gördüğünüz şekli verdi. Sonra da arş üzerine istiva eyledi, taht üzerine kuruldu, yarattıktan sonra da hepsinin üzerine hükümran oldu, onları hakimiyeti altına aldı ve onlar üzerine hükmünü icraya başladı. (Araf Sûresi âyet 54 ve Yunus Sûresi âyet 3'e bkz). Güneşi ve ayı teshir etti, kuvvet ve kudreti altına aldı ve emrine müsahhar kıldı, emrine boyun eğdirdi. Diğer âyetlerde "Yıldızlar da O'nun emrine boyun eğmişlerdir" (Araf:54 ve Nahl:12) buyurulduğu için bütün yıldızlar, yani bütün gökcisimleri de O'nun emrine inkiyad etmiş haldeler. Binaenaleyh burada güneşle aydan söz edilmesi, tahsis için değil, yeryüzünden bakanlar için görünüşte ilk göze çarpan önemli iki gök cismi olmalarından dolayıdır. En çok göze batan ve en büyük gibi görünen bu ikisini emri altına alınca öbürlerinin de ilâhî emre boyun eğmiş oldukları kendiliğinden anlaşılır. Nitekim hepsini içine alacak şekilde buyuruluyor ki, her biri, yani o göklerin her bir bölümü, gerek güneşle ay, gerek yıldızlardan her biri ve sonuç olarak hepsi belli bir ecel için akıp gitmektedir. Allah katında belli olan bir süre için akıp gidiyor. Gökyüzündeki cisimlerden hiçbiri kendi görevinden ve ilâhî emrin gereği olan hareketten bir saniye bile boş durmuyor. Hepsi kendine mahsus bir program ve düzen içinde kendi yörüngesinde yüzüyor ve akıyor. Yolunu şaşırmadan belli bir hedefe doğru zaman içinde yol alıp gidiyor ve birbirine çarpmadan hareket ediyor. Fakat bu zaman sonsuza dek değildir, belli bir süreye kadardır. Her birinin belli bir eceli vardır ki, o ecel gelince o hareket duracaktır. Zaman gelecek ki, "güneş (bir sis bulutu gibi) tekvir olunacak" (Tekvîr:1), "Yıldızlar bulanacak, kararıp solacak". (Tekvir:2) "Gök parça parça yarılacak" (İnşikak:1) ve "Bir kağıt tomarı gibi dürülecek" (Enbiya:104), "ay ve güneş bir araya getirilip toplanacak" (Kıyamet:9). İşte gökcisimlerinden her biri böyle birer belli ecele doğru akıp gitmektedir. Allah bunları işte böyle emrine boyun eğdirmiş ve arş üzerine kurulmuştur. Hepsinin üzerinde mutlak hükümran olarak emri tedbir ediyor, işi bizzat kendisi yönetiyor. Yaratmış olduğu varlıkların her biriyle ilgili fonksiyonu ve görevi bizzat kendisi tayin ediyor ve hepsinin bir bütün olarak ahenk ve uyum içinde hareket etmesini sağlıyor. Varlıkların meydana çıkmasına, onların zuhura gelmesine karar verdiği gibi, onların görevleri ve ömürleri üzerinde de kendisi hükümran oluyor, Ve âyetleri ayrıntılı olarak açıklıyor. Sonsuz kudretine ve yüce hikmetine şahitlik eden delilleri, alâmetleri, işaretleri, kâinatı ilk yarattığı şeklinde olduğu gibi toplu halde ve tek düze oluşlar ve basit atomlar halinde bırakmıyor, onları çeşitli bileşikler ve değişik maddeler halinde çok çeşitli ve farklı özelliklere sahip varlıklar ve canlılar haline getiriyor. Tıpkı Elif-Lâm-Ra gibi tek tek harflerden mânâlı kelimeler, onlardan da hikmetli cümleler, ibretli âyetler ve muhkem kitaplar meydana getirdiği gibi ilk yaratılışta hece harfleri durumunda olan atomlardan, moleküller, onlardan da çeşitli özellikte değişik maddeler ve zengin bir kâinat yaratıyor. Allah kitabını âyet âyet indirdiği gibi, çeşitli hadiseleri, değişik tabiat olaylarını ve sosyal gelişmeleri de bir düzen içinde aşama aşama meydana getiriyor, onları nevilendirip çoğaltıyor ki, siz Rabbinizin huzurundaki kavuşmaya yakîn hasıl edesiniz, şüpheden uzak olarak inanasınız. Yakînen bilesiniz ki, bir gün olup o yıldızlar gibi, sizin de eceliniz gelecek, bu günkü hareketiniz sona erecek, yaptıklarınızın cezasını çekmek üzere, ister istemez Rabbinizin huzuruna varacaksınız.

Allah'ın, kendi âyetlerini tafsil edişine ve tabiatler üzerindeki tasarrufuna bir örnek olmak üzere yeryüzünde en belli olan şu âyetlere bakınız.

3- Ve O, yani Allah O'dur ki, yeri meddetti, kudretiyle çekti, uzattı, ona kendine mahsus bir uzaklık verdi.

"Göklerle yer bitişik idiler de biz onları birbirinden ayırdık" (Enbiya, 21/30) âyeti uyarınca göklerden yeri ayırıp onu onların içinden çekip alması, özellikle ona bir en ve boy ihsan ederek onu enine boyuna uzatıp sündürmesi, ona bir hacim ve yüzey verip onu genişletmesi, bilhasa yeryüzünde yaşayanlar açısından son derece büyük bir nimettir. İşte Allah, yeryüzünü bir ucundan bir ucu görünmeyecek şekilde genişletti, yaydı ve döşedi. Yerin meddi, çekilip uzatılması kavramı, hem göklerden çekilip ayrı bir özelliğe kavuşturulmasını, hem de yerin yapısındaki esnekliği ve çekilip genişlemeye müsait olan özelliğini ifade eder. Ve bir yüzeyin basit ve pürüssüz, yani yumurta gibi girintisiz çıkıntısız olması, onun yuvarlak ve kürevî olmasına engel değildir. Buradaki "çekip uzattı" ifadesinden onun dümdüz ve düzlem şeklinde bir yüzey olması gerektiği anlamı çıkarılmayacağı da unutulmamalıdır.

Her madde değilse bile her cisim kendine mahus bir uzamaya sahiptir ki, cisim oluşu o genleşme ile anlaşılır. Nitekim cisimlerin ölçülmesi ilmi demek olan hendese (geometri) ilminde her cisim üç boyut içinde ele alınır. Basit cisimler ya da tabiî (doğal) cisimler adı verilen maddî cisimler de onun belli bir boyutu bulunması ile ancak varlık kazanabilir. Mesela ışık dalga boyu ile benzerlerinden ayırt edilir. Ve o maddeye o boyutu veren kim ise onu meddeden ve yaratan O'dur. Yeryüzü de insanların boyut ve uzaklık kavramını elde etmelerinde, bunu hissedip tanımalarında önemli rol oynayan maddî bir cisimdir ki, kendine mahsus bir uzaması ile temayüz etmiş bulunmaktadır. İşte yer küreye bu uzama miktarını tayin ve tahsis eden ve onu güneş sistemi içinde güneşe ve öbür gezegenlere belli uzaklıkta bir yere yerleştiren ve bu sayede ona öbürlerinden farklı birtakım özellikler kazandıran Allah'dır. Zira akılla ve tecrübeyle bilinmektedir ki, yer kürenin maddesi çeşitli şekil ve uzaklığı almaya müsait iken, ona bulunduğu bu şekli ve bu mesafeyi ihsan eden olsa olsa Allah'dır. Genel olarak madde mutlaka bir boyut kazanmaya mecbur olsa bile içinde bulunduğu bu şekli alması ve bu mesafeye yerleştirilmesi için buna kendi gücü, yani, maddenin tabiatındaki özellikler yetmez.

Çünkü yok, kendini var edemez. Yeryüzünün hiçbir sebep ve müsebbip yokken kendi kendini var etmesi ve en mükemmel bir konumu elde etmesi mümkün olmadığı gibi, diğer gök cisimlerinin, böyle bir madde üretip ona bu özellikleri kazandırmaya da gücü yetmez. Çünkü herhangi bir tabiatın kendini nakzetmesi çelişki olur. Ve onun içindir ki, tevellüd bizatihi batıldır. Gökyüzü genel dengede kendisine bağlı olan yeryüzünü tabiatiyle kendisinden ayırıp fırlatamaz. Yeryüzünün teşekkülü için ne kadar çok ve çeşitli sebep düşünülürse düşünülsün, yer kürenin belli bir ölçü ile öbürlerinden ayrılıp çekilmesi, her şeyden önce tabiatın kanunu olan tekdüzenliği ve konumunu korumayı altüst eden bir olaydır. Bu da bu değişikliği meydana getiren bir faili muhtarın yaratıcı kudretine bağlıdır. Ayrıca âyetteki ifadenin siyakına göre, yerkürenin durumu ayrılış konumunda zikrolunmuştur. Demek ki, yerkürenin yaratılışı bu ayrışma aşamasında meydana gelmiştir. Yani yer kürenin ana maddesi, ilk yaratılış olayında topluca yaratılmış olan o ilk maddeden veya ilkel cisimlerden veyahut gök cisimlerinin yapısından ayrılıp ayrıcalık kazandırılarak meddedilmiş (uzatılmış)tir. Bundan dolayı kâinata yepyeni ve değişik bir cisim olarak ilave edilmiş olan yerküre, üzerinde yaşayanlara göre bir başlangıç olmakla beraber, kendisinden önce yaratılmış olan gökcisimlerine göre bir ayrıntı durumundadır. Fakat iş yalnızca tabiata bağlı kalsa idi, tali derecede ve bir uzantı durumunda bulunan yerküre kendisinden önce yaratılmış olan o öncekilerden farklılaşarak yeni bir yaratılış özelliğine sahip olarak teşekkül edemezdi. Mesela Laplas nazariyesinde söylenildiği gibi, yerkürenin güneşten koptuğunu düşünelim: Gerek ilk maddeye verilen çekme ve itme kuvveti açısından, gerek güneşin merkezkaç kuvveti açısından, gerekse bütün gök cisimlerinin karşılıklı çekme ve itme kuvvetleri açısından ele alınsın, zaman ve mekanda belli bir ölçüde yerkürenin kendine mahsus özelliklerle teşekkülünü gerektirmek (determine) için bunların, o an için elbirliği edip yerküreyi meydana getirebilmeleri konusunda tabiatüstü bir kudretin özel bir emrinin bulunması zarureti vardır. Yoksa ilk yaratılıştan beri sürüp gelen şartların hiç değişmemesi gerekirdi. Buna tekamül, gelişme veya değişme adı vermekle mesele çözülmüş olmaz. Zira gelişme veya değişme dahi durup dururken kendiliğinden meydana gelmez, o değişikliği gerekli kılacak bir sebep bulunması gerekir. Herhangi bir şeyin bir andan bir ana veya milyarlarca seneden sonra uğradığı değişme ve gelişmeyi tabiata mal etmek, "tabiat kendi kendini değiştirdi" demektir. Bu da tabiat farzedilen şeyin tabiat olmadığını itiraf etmektir. Çünkü tabiat, tabiat olması bakımından ancak değişmezlik özelliğiyle tasavvur olunabilir. Ve bundan dolayıdır ki, "tabiatın kanunları değişmez" denilir. Oysa tabiatte değişme ve gelişme, çoğalma ve nevilere ayrılma hep birer oldu bitti ile meydana gelir. O halde ilk yaratılış olayında olduğu gibi, tabiatta meydana gelen değişme ve gelişmelerin her aşamasında o değişmeyi gerektiren sebep, tabiatın kendisi değil, tabiat üzerinde etkili olan ilâhî bir etki ve iradedir ki, tabiatleri hem icad ediyor, hem de ayrıştırıyor. Böylece daha önce ortada olmayan tabiatler, onun sayesinde var oluyor. Kendi halinde kalsa, ataletten ve yeknesaklıktan kopamayacak olan o tabiatler, değişme ve gelişme kanununa bağlı olarak değişiyor ve tekamül ederek başkalaşıyor, başka bir tabiat da olabiliyor.

Göklerde sayısız özelliklerle birbirinden ayrılan ve direksiz olarak yörüngelerinde akıp giden o gökcisimleri karşılığında bir kısım madde de bir özel çekim ile meddolunmuş, yerküre olarak başka yörünge ve başka bir akım alanı kazanmış bulunuyor. Allah'ın emri ve ayrıştırması olmasaydı, ilâhî irade böyle olmasını istememiş olsaydı, yerkürenin maddesi atalet kanununun dışına nasıl çıkabilirdi? Güneşin merkezkaç kuvvetinin karşıtı olan çekim kuvvetine sırf kendi gücü ile nasıl başa çıkabilirdi. Veya çevredeki hangi kuvvet önceki mevcut dengeyi bozar da yerin maddesini güneşten koparıp da fırlatır atardı ve böylece yeni bir dengenin meydana gelmesini sağlardı? Ya da bilgisi ve iradesi bulunmayan hangi kimyager, o kaynayan güneş potasından bir parça alır, diğer bir kalıba döker, soğutur da canlılara beşik vazifesi görecek olan yer kabuğunu imal edebilirdi? Güneşte veya diğer bir gökcisminde yerin hammaddesi bu kadardan mı ibarettir. Daha fazla veya daha az olmayıp şimdiki özel ölçüsü kadarını ayıran ve onu saflaştıran yetkili kim veya ne idi?

Ayrıca çeken ve iten kuvvete göre, yerküreyi doğuya doğru dönmesi ile batıya doğru dönmesi arasında hiç fark olmaması gerekirken, onu doğuya doğru döndüren ve böyle dönmesini tercih eden sebep veya amil ne idi? İlh...

Yeni yeni tabiatler yaratan ve onlara başka başka özellikler ve yönler kazandıran bütün değişmeler ve gelişmeler, hatta baştan sona bütün varoluşlar ve olaylar hep Allah Teâlâ'nın ilim, irade, kudret ve kuvvetini gösteren âyetler, açık seçik belgeler ve kanıtlardır. İşte kâfirler bunların üzerine uğrarlar, bunlarla göz göze gelirler de yine de yüz çevirir geçerler.

Tabiatın her değişikliği bir değiştiriciye bağlı olduğu için, her olayın meydana gelişi, Allah'ın varlığına bir delil teşkil ederse de ilâhî iradenin arş üzerine istivası söz konusu olduğunda, yani tabiatı bir tekdüzelik ve değişmezlik şekline soktuktan sonra, benzer şart ve sebeplerde benzer olayların meydana gelmesi, sonradan olanın, öncekinin tabiatını ve izlerini taşıması şeklinde tabiat olayları, sebep sonuç ilkişkisine bağlı ve zincirleme oluşlar olarak akıp gitmektedir. Bu akış, içinde kesintisiz gizli sebepler bulunduğu ihtimalini düşündürür. Fakat tekdüze ve alışılmış olmayan harikulade olayların tabiate nisbet edilmesi söz konusu olmadığından ender görülen olağanüstü bir olayın doğrudan doğruya bir ilâhî âyet, bir mucize olduğu açıkça belli olur. Bundan dolayıdır ki, insanların çoğu Allah'ı ancak böyle olağanüstü olaylar karşısında hatırlar. Bu hikmete dayalı olarak burada da avam veya havas herkesin, normal, alışılmış ve tekdüzelik anlamı ifade eden tabiat kanununa aykırı olduğunda açıktan açığa görüp anlıyabileceği benzersiz bir yaratılış olayı misal gösterilmiştir ki, bu da yerkürenin meddidir. Zira yerküreyi yayıp döşeyen sanat gerçekten başlı başına ve benzersiz bir sanat olayıdır. Ve işte Allah bunu yapandır. O Allah ki, yeri yaydı, döşedi. Ayrıca Ve onda sabit ve ağır dağlar ve ırmaklar da yaptı. Yani yeryüzüne değişik özellikler kazandırdı. Onda farklı yeryüzü şekilleri yarattı. Dağlar ve nehirler birbirine zıt özellikte iki tabiat olayıdır. Böylece yerkürenin yüzeyi, denizlerde olduğu gibi, ilk yaratılış şeklindeki sadeliğini korumadı: Dağlar ve dereler, vadiler ve ovalar, irili ufaklı tepeleriyle inişli yokuşlu, girintili çıkıntılı, kıraç, münbit, katı ve yumuşak yapısıyla değişik şekiller kazandı. Halbuki yerküre ilk yaratılış şekliyle kendi haline bırakılsa idi, ilk meddindeki gibi, tekdüzelik yapısını koruyacak idi ve öyle olması gerekirdi. Nitekim bütün gökcisimleri milyarca senedir o ilk şekillerini korumaktadırlar. Bunlar arasında yerküre hayat olayına elverişli olan biricik ve müstesna yerini korumaktadır. Nehirler ve dağlar işte bu iki zıt karakter bir tek tabiatten nasıl doğabilirdi? Doğdu, çünkü Allah bunları ayırdı meyvelerin hepsinden onda (yeryüzünde) iki çift eş de yaptı.

Zevceyn: Yani iki zevc, erkek ve dişi gibi iki ayrı cinsten meydana gelmiş çift demektir. Bunun bir de ayrıca "isneyn" diye "iki" sayısıyla sıfatlanması tekid veya ikişer ikişer anlamına tevzi için olduğu söyleniyorsa da bunun bir bölünme olması daha açıktır. Şöyle ki:

Her meyvenin çiçeğinde hayvanların erkek ve dişisi durumunda bir çift eş vardır ki, o meyve işte bunların çiftleşmesinden ve döllenmesinden meydana gelir. Nitekim "Bir de ilkah edici rüzgarlar gönderdik" (Hicr:22) buyurulmuştur. Sonra bu zevceyn de ayrıca iki kısımdır: Bir kısmı erkeği başka kaynakta, dişisi başka kaynakta olmak üzere ayrı ayrı iki ağaçta bulunur. Mesela incirin erkeği başka ağaçta, dişisi başka ağaçta olur. Bir kısmı da hem erkeği, hem dişisi aynı çiçekte bulunur. Çiçek erkekli ve dişili bir hünsa şeklinde açar ve döllenmeyi kendi bünyesi içinde yapar, çoğunlukla çiçekler böyledir. İşte zevceyn tabiri ile her meyvede çiftleşen genel olarak erkekli dişili çiçekler kastedilmiş, isneyn tabiri ile de bunların iki çeşit olduğu ifade buyurulmuştur. Hurma ve incir gibi bazı meyvelerin erkeği, dişisi bulunduğu ve meyve hasıl olması için bunların telkihi, yani döllenmesi gerektiği ötedenberi bilinen bir olay, olduğu halde öteki çiçeklerin de erkekli ve dişili olarak bu döllenmeyi kendi bünyesi içinde yaptığı gerçeği yakın zamanlara kadar bilinmiyordu. Son zamanlarda mikroskopların icadı ile bitkilerin fizyolojisi tetkik edildikten sonra ortaya çıkan ve anlaşılan bir meseledir. Onun için eski devirlerdeki tefsir âlimlerinin bu âyetle ilgili olarak ortaya koydukları görüş ve açıklamalar ibham (müphemlik)dan uzak değildir: Bunu iki sınıf veya iki zıt anlama irca ederek has ve âmm gibi tefsire çalışmışlar; incir ve hurma gibi, öteki bütün meyvelerde de baba ve ana durumunda bir erkek ve dişi bulunduğunu genellikle hesaba katamamışlar. Bununla beraber Keşşaf ve Fahruddin Razi'nin ifadelerinde bu anlama yakın bir incelik vardır. Özellikle Razi, bunu insanın yaratılış olayındaki Âdem ile Havva'nın durumuna benzeterek bütün ağaçlara ve bitkilere şamil olacak şekilde genelleştirmiştir ki, bu doğrudan doğruya âyetin kendi anlamından çıkarılan bir sonuçtur. Şu halde biz bugünkü nebatat (botanik) ilminin şahitliği ile anlıyoruz ki, bu âyetin bu cümlesinde başlıbaşına bir ilmî mucize vardır. Bu gerçeğin bin bu kadar sene önce Kur'ân'da haber verilmiş olması, Kur'ân'ın Allah kitabı, bunu getirenin de hak peygamber olduğuna doğrudan ve apaçık bir delil teşkil eder. "İşte bunlar sana kitabın âyetleridir ve sana Rabbinden indirilen haktır..." (Rad:1). Şimdi düşünmeli ki, yeryüzünde ne kadar farklı ve çeşitli meyveler vardır. Hepsi aynı gökkubbe altında ve aynı yerde oldukları halde her türü başka bir yaratılışta olan ve birbirine zıt birtakım özellikleri bulunan bu meyvelerin tamamının ortaya koymuş olduğu bu farklılık ve çeşitlilik, elbette yalnızca toprağın tabiatına bağlanamaz. Bununla beraber bu meyvelerden her biri kendi türüne ve kendi tohumunun tabiatına bağlanamayacaktır. Zira her meyve, her şeyden önce iki ayrı yaratılışta olan erkekli ve dişili bir döllenmeye muhtaçtır. Bu birleşme meydana geldikten ve ilkah (döllenme) sağlandıktan sonraki aşamalar tekdüze bir tabiat kanunu gibi ele alınsa bile yine de görülecektir ki, her meyvenin ilk iki eşi ile toprağın tabiatı arasında hiçbir ilişki yoktur. Yerkürenin diğer gökcisimleri arasından çekilip alınması (meddolunması) zamanındaki durumu şöyle dursun, dağlar ve nehirler yaratıldıktan sonra bile toprağın katı tabiatı, bu çeşitli meyvelerin özel hayatlarından ne kadar uzaktır. Yerin maddesi ilk aldığı tabiatından kendi kendine veya herhangi bir tabiatın icabı olarak bu kadar çeşitli değişimleri göstererek, bu varyeteleri yapacak, bu meyveleri verecek derecede ayrışımlar gösterebilir mi? Şu haliyle bütün meyvelere bu değişik tatları toprak veriyor demek çelişki olmaz mı? Doğrusu tabiat açısından düşünüldüğü zaman, Pastör'ün de dediği gibi, her canlının ancak kendi tohumundan üremiş olması gerekir. Yeryüzünde ilk erkekli dişili hücre tohumunun meydana gelmesi ve bunların çeşitli özellikler ve farklılaşmalar kazanması meselesi ise tabiatüstü bir sanat harikasıdır. Tabiatın ıstıfa (seleksiyon) ve tekamülü, bir gerçek ise de bir tabiat eseri değildir. Ancak ve ancak fâil-i muhtar olan bir yüce yaratıcının irade ve sanatının eseridir. Herhangi bir şeyde tabiî, yani kendi kendine bir ıstıfa veya tekamül bulunduğunu farzetmek, yok olanın var olana illet ve sebep olduğunu farzetmektir ki, katıksız bir çelişkidir. İşte Allah, o hikmetli yaratıcıdır ki, yeri meddetmiş ve onun üzerinde dağları, nehirleri ve bütün meyvelerin temeli olan çiftleri, tabiat üstü bir yaratışla ikişer ikişer yaratmış, böylece kudretine delil olacak âyetleri ayrıntılarıyla ortaya koymuş ve koymaktadır. Öyle ki, şimdi bile hiçbir şeyi kendi tabiatına bırakmıyor. Geceyi gündüze bürüyüp duruyor. (Araf Sûresi: 54 âyetine bakınız). Hiç şüphe yok ki düşünecek olan bir kavim için bunda, (bu meddetme, döllenme ve bürüme olaylarının her birinde) birçok âyetler vardır. Düşünen kişi ve toplumlar bunlarda Allah Teâlâ'nın eşsiz kudretine ve tabiat üzerindeki hakimiyetine ve binaenaleyh mebde ve meâda dair çok, pek çok deliller bulabilirler. Lâkin insanların çoğu bu gibi konular üzerinde düşünmezler, böyle şeylere kafa yormazlar. Bununla beraber o kadar uzağa gitmeye ve ince düşünmeye de lüzum yoktur.

4- Yeryüzünde birbirine komşu olan kıtalar da vardır, birbirine yakın veya bitişik oldukları halde durumları ve özellikleri birbirine benzemez. İklimleri ve yeryüzü şekilleri ne kadar farklı farklıdır. Şurası çorak, burası münbit ve verimli; şurası düz, orası engebeli ilh... Tabiat kendi üzerinde hükümran olsa bütün bunlar olabilir mi? Ve türlü türlü üzüm bahçeleri ve ekinler ve hurmalıklar vardır ki, çatallı ve çatalsız bunların hepsi bir tek sudan sulanır. Yani tabiat şartları ve sebepleri hepsinde eşittir. Böyle iken Biz onların yemişlerinde bazısını diğerine üstün kılarız. Üzüm üzüme, hurma hurmaya benzemez. Bir ağaçta, aynı dalda yanyana biten iki yemişin biri öbüründen daha lezzetli olur. Demek ki, tabiat ilâhî kudretin etkisi ile şimdi de değişip durmaktadır. Ve bu herkesin yakından görüp anlayabileceği bir delildir.

Hiç şüphesiz bunda, yani yaratılışın tek kaynaktan doğmuş ve tek tabiat maddesi olmuş olmakla birlikte, bugünkü ayrıntılı hale gelmiş ve çeşitlilik kazanmış olmasında aklı olan bir kavim için elbette birçok âyetler vardır. Aklı olan ve aklını iyi kullanan, aklın gereklerini yerine getiren kişiler veya toplumlar herhalde aslı tek tip, tekdüze olan bu tabiat üzerinde bu kadar yenilikleri ve değişiklikleri yapıp duran yaratıcı kudretin ilk baştan olduğu gibi, yeni baştan yaratmaya da kadir olduğunu anlar ve Allah huzurunda toplanmanın bir gerçek olduğuna yakîn hasıl ederler. (En'âm Sûresi'nde "Şüphesiz ki Allah, taneleri ve çekirdekleri yaratandır." âyet 95 ve devamı olan âyetlere bakınız). İşte bunları anlamayanların ya akılları yoktur, ya da akıllarını kullanmayıp kendi heva ve hevesleri peşinde koşarlar.

5- Ve ey okuyucu, ey muhatap, şayet sen teaccüp edersen, bir şeye şaşıp kalacak olursan işte asıl şaşılacak şey, asıl acaip bulunacak şey onların, (yani o inkârcıların) şu sözleridir: Biz çürüyüp toprak haline geldiğimiz vakitte mi gerçekten yeni bir yaratılış içinde bulunacağız? Yani bunca âyetler karşısında onların işte böyle diyerek ahireti inkâr etmeleri, asıl şaşılacak şeydir. Yeniden yaratılış şaşılacak acaip bir şey değildir, asıl şaşılacak olan şey, onu inkâr etmektir. Âlemdeki bu kadar değişme ve yenilenmeyi ve bu değişikliklerdeki akışı görüp dururken Allah'ın kudretinden yeni bir yaratmayı, diriltmeyi ve meâdı akıl dışıymış, olamazmış, gibi görmek cidden çok tuhaf bir düşünce tarzıdır. İşte bunun kadar tuhaf ve anlamsız bir şey yoktur. İşte bunlar öyle kimselerdir ki, Rablerini inkâr etmiş ve kâfir olmuş kimselerdir. Yani ahireti inkâr etmek Allah'a küfretmektir. Çünkü Allah'ın kudretini, ilmini, rablığını ve vahyinin doğruluğunu inkâr etmenin sonucudur. Bunlar bu dünyada kendilerine hayat ve irade veren Allah Teâlâ'yı ne yaptığını bilmeyen veya yaptığını zorunlu olarak yapan bir tabiatten ibaret sanarak, O'nun rablığına karşı inkârda bulunup nankörlük yaptıkları için öyle derler ve onlar, o kâfirler öyle bedbaht kimselerdir ki, tomruklar boyunlarındadır. İsyankarlık ve günah tomrukları şimdiden boyunlarına geçmiş sürüklenip durmaktadırlar. Veya kıyamet gününde öyle boyunlarında tomruklar olarak sürükleneceklerdir. Ve yine onlar, o gidişte, o durumda olanlar ateş sahibidirler, cehennem ateşine layık ve ondan ayrılmayacak sürekli olarak ateşle arkadaş olacak olan kimselerdirler hep onda, (o cehennem ateşinde) ebedî olarak kalacaklardır.

6- Bir de sana iyilikten önce kötülüğü isti'cal ederler, kötülüğü öne alırlar. İyiliği, güzelliği bir yana bırakırlar da kötülüğe ve azaba ivedilik isterler. Yani, ey hak peygamber! Sen müjdeci ve uyarıcı olduğundan dolayı, birçok güzel şeyler müjdeler ve fenalıklardan sakındırmaya çalışırsın, fenalıkların sonucu hakkında uyarırsın. Onlarsa iman ile amel, afiyet, hidayet, nusret, sevap, rahmet ve ihsan gibi güzel şeyleri bırakırlar da kendileri hakkında kötü olan şeyleri isterler. Ve "bizi korkutmak istediğin o azabı ne diye erteliyorsun? Onun hemen şimdi başımıza indirsene..." diye iverler. Ki, bu onların boyunlarına geçmiş olan tomruklardan birisidir. Halbuki onlardan önce birçok misaller geçmiştir. Geçmiş zamanda, eski ümmetlerde böylelerine ne çetin azaplar inmiştir. Onları düşünüp ibret almazlar da kötülükte acele ederler. Rabbin ise şüphesiz insanlar için büyük mağfiret sahibidir onlar zulüm üzerine iken. Yani, onlar zulüm ile kendilerine yazık ederlerken Allah onları hemen hesaba çekmez de günahlarını örtbas eder, tevbe etmeleri, kendilerini çekip çevirmeleri için onlara imkan ve zaman tanır. O her zaman rahmetini gazabına üstün tutar: "Eğer Allah insanları yaptıklarından dolayı hemen hesaba çekecek olsaydı, yeryüzünde debelenen bir tek canlı bırakmazdı" (Fatır 35/45).

Bununla beraber yine de şüphe yok ki, Rabbin, cezası çok çetin olandır.

7- Üstelik o küfredenler derler ki: onun üzerine Rabbinden bir âyet indirilse idi ya! Yani, ey Muhammed!

Sana indirilen bunca âyetlere, mucizelere inanmazlar, onları inkâr ederler de, tomruk gibi boyunlarına geçmiş olan o küfür yüzünden şimdiye kadar sana gönderilmiş olan âyetleri senin hak peygamberliğine delil saymazlar da "bir âyet indirilse idi" diye dillerini tutacak bir cebir mucizesi ister dururlar. Bunlara karşı sen ancak bir uyarıcısın, yani olsa olsa bunları bu tutumlarının yanlışlığı konusunda uyarır, inzar edersin. Çünkü bunların müjde ile hiçbir ilişkileri yoktur. Bu durumda sen onlara müjde verecek veya bu halkı zorla hidayete erdirecek, yola getirecek değilsin. Bunlar hakkında görevin sadece uyarıda bulunmaktan ibarettir. Her kavim için bir hidayetçi vardır.

8- Allah ki, hidayeti yaratan O'dur, o Allah, bilir her dişinin neye gebe olduğunu. Gerek insandan, gerek öbür canlılardan, yani hayvanlardan ve bitkilerden herhangi bir dişinin hangi şeye gebe olduğunu, hangi tohumdan döllenip gebe kaldığını, helaldan mı yoksa haramdan mı olduğunu, erkek midir, dişi midir, yaşıyacak mı, yaşamıyacak mı, said mi, şakî mi ilh... Mümin mi, kâfir mi olacaktır hepsini bilir. Ve rahimler neler eksiltir, neler üretir ve artırır onu da bilir. Rahimler gebe kalınca nasıl çalışır, hangi maddeleri üretir, hangi toksinleri atar, hangilerini salgılayıp ceninin gelişmesine katkı yapar, kendi bünyesinden gizliden verdiği, eksilttiği nedir, arttırdığı, kazandığı nedir, beslediği, büyüttüğü nedir? Hamileliğinde neyi sakatlar, neyi tamamlar? Ayrıca bütün bu çalışmaların sonucunda doğacak olan erken mi, geç mi, yoksa tam zamanında mı doğacaktır? Bir tane mi, yoksa ikiz veya daha fazla mı olacaktır?

İşte Allah, bütün canlı türlerinde bu bilinmez sanılan şeylerin hepsini bütün ayrıntılarıyla bilir. Normalden farklı olan erken doğumlar veya sakat doğanlar bile körükörüne ve kendiliğinden olmuş şeyler değildir, sırlar âleminde Allah'ın ilmi ve iradesi sayesinde meydana gelen olaylardır. İşte bütün bunlar tabiatçı ve maddeci felsefe aleyhine birer ilâhî irade delilidir. Bilimsel yönü olduğu da kesindir. Hayatın ilimle bilinecek bir dış yüzü, olayların maddî sebeplere ve şartlara bağlı olarak meydana geliş şekli vardır ki, işin bu kadarı ilimle bilinebilir. Ancak ilâhî bilgi böyle gözleme dayalı bir bilgi değildir: O hayatı yönlendiren ve bildiğini bildiği ve dilediği gibi yapan, yaratan bir kudret sahibinin bilgisidir. O bütün incelikleri, bütün tedbirleri ve sonuçları içeren bir bilgidir. O, bilir ve dilediğini yapabilir. Bir rahmin döktüğü kan, yaptığı salgı, yetiştirdiği yumurta, elde ettiği döllenme (telkıh), beslediği yavru, eksik veya fazla sahip olduğu bütün faydalar veya özellikler, hayat için gerekli olan her şey bir bilgi ve hesap iledir. Ayrıca sadece bunlar değil, her şey Allah'ın katında bir miktar iledir. Bir ölçü iledir. Başından sonuna kadar belli sınırlar içinde bir takdir iledir. Her şey kendi özünde ve haddi zatında ölçülmüş, biçilmiştir. Her şeyin haddi ve hududu vardır, varlıklar ve canlılar arasında kendine mahsus bir yeri vardır. Yaratılış kademelerinde aşamıyacağı belli bir sınırı, bir ömrü ve kendine mahsus bir durumu bulunmaktadır. Ve zincirleme olarak bütün sebepler silsilesi bütünüyle Allah'a dayanır: O'nun ilmi ile çerçevelenmiş olmayan hiçbir şey yoktur. Her şeyin kendi özünde herhangi bir varlık mertebesinde meydana gelişi veya meydana gelmeye kabiliyetli oluşu, Allah Teâlâ'ya göre hazır bir ilimdir, olacağı da olmuş gibi bilir, O'nun bilgisi dışında zaten bir şey olamaz.

9- O gizliyi, gaybı da bilir, açık ve aleni olan şeyleri de bilir. Allah, duyularla algılanamayan şeyleri de bilir, hazır olanı da bilir. Veyahut yok alanı da bilir, mevcut olanı da bilir. Şu halde peygamberden başka türlü bir âyet, değişik bir mucize isteyenlerin, bunu hidayet için mi, inat için mi istediklerini de bilir. Kebirdir, yani her şey kendisinden daha küçük olan ve hiçbir şekilde, hiçbir çerçeveye sığdırılamayan tek ve biricik büyüktür. Mütealdir. Yani, her şeyden üstün, miktar ve sınırlılık gibi yaratılmışlara mahsus olan sıfat ve özelliklerden münezzeh, eşsiz ve yücedir. Yüceler yücesidir. Bundan dolayı hidayet O'na aittir. O'nun ilim ve kudreti dışında kalacak ve huzuruna çıkıp hesap vermeyecek hiç bir şey yoktur.

10-O'nun açısından eşittir aranızdan sözünü gizleyen, inkârı gönlünden geçiren açıklayan, onu başkasına söyleyen, geceleyin saklanan ve gündüzleyin açıkta gezip dolaşan arasında fark yoktur. Yani hepsini eşit olarak ve aynı seviyede işitir, görür ve bilir.

11- Her biri için önünden ve arkasından birtakım muakkipler, takip edici, izleyici kuvvetler vardır ki, onu hıfzederler, her birinin sözünü ve işini kaydederler veya sürekli olarak izleyip korurlar, muhafaza ederler. Ki, onlar Allah'ın emrindendirler. Yani bu takip edici güçler veya bu koruyucu kuvvetler "De ki, ruh Rabbimin emrindendir" (İsra, 17/85) âyeti gereğince Allah'ın emrinden ibaret olan birtakım ruhlar veya meleklerdir. Bundan dolayı her birinizin bütün söyledikleri ve yaptıkları, Allah Teâlâ'nın kontrolü, gözetimi, gözlemi ve izlemesi altındadır. Bütün oluşları ve olayları ile hayat her bakımdan O'nun yönetimindedir. O halde hepsi bilinen, her yönüyle kontrol edilen ve inceden inceye izlenen bir şeyin gizlisi, açığı olur mu? Sizce gizli veya açık diye adlandırılan bütün sözleriniz ve bütün davranışlarınız karşılıksız kalır mı? Muhakkak ki, Allah, herhangi bir kavimdeki hali değiştirmez, onlara bahşettiği nimet ve ikbali ya da iyi, kötü herhangi bir hali ve hasleti değiştirmez ta onlar kendi özbenliklerindekini değiştirinceye kadar. Yani, kavimler bir süre için iradelerinde serbesttirler ve sorumlulukları iradelerine göredir. Şimdiye kadar hep böyle olagelmiştir, bundan sonra da böyle olacaktır. (Enfal Sûresi'nde "Bu, Allah'ın bir kavme verdiği nimeti, onlar kendilerindekini değiştirmedikçe değiştirmeyeceğinden böyledir" meâlindeki (âyetin tefsirine bkz: 8/53). Bununla beraber Allah bir kavme bir fenalık murad ettiği vakit artık onu geri çevirecek hiçbir kuvvet yoktur, onun önlenmesine imkan yoktur. İsteseler de istemeseler de Allah'ın murad ettiği o kötülük, geçici ise geçici olarak, ebedî ise ebedî olarak mutlaka meydana gelir ve hiçbir şekilde önlenemez. Ve onların Allah'dan başka bir velileri de yoktur. Ki, ona bir çare bulsun.

12. O (Allah), odur ki, size şimseği gösterir korku ve tama' içinde, şimşeği çaktırır ve onu size gösterir. Siz de onu görünce hem korkarsınız, hem de ümide kapılırsınız. Yani yıldırım düşmesinden korkarsınız, hem de o karanlıkları yaran yaldırayışından neşelenir, arkasından rahmet beklersiniz, ekinlerinizden bereket ümit edersiniz. Kur'ân ve özellikle bu sûre de işte böyledir. Ve O (Allah) ağır bulutlar inşa eder. Yani hafif hafif buhar zerreciklerinden havaya uzanıp çekilmiş, yağmurla dolu olan ağır bulutlar meydana getirir. Ki, geleceğin iman feyzi ile gönülleri dopdolu olan mümin toplumlarını da Allah böyle inşa edecektir.

13- Ve ra'd, O'nu hamd ile tesbih eder. Gök gürlemesi de O'nun yüceliğini dile getirir ve O'na hamd eder. (Ra'd ile Berk anlamı için Bakara Sûresi âyet 19'a bakınız). Şimşek ile birlikte olan ve daha sonra işitilen o gök gürlemesi, o yürekleri yerinden oynatacak gibi tepede patlayıp, yerleri ve gökleri sarsarcasına ufuktan ufuğa yayılan o çatlayış ve gürleyiş, Allah Teâlâ'nın nimet ve rahmetini, azemet ve kibriyasını ilan ederek O'nun uluhiyetinin şanını tesbih ve tenzih eden bir sestir ki, tesbihinin altında yatan mânâyı bütün âleme haykırır. Ya da işitenlere bu mânâyı hatırlatıp telkin eder .

Melekler de O'nun heybetinden, yani Allah'dan korktuklarından dolayı böyle tesbih ederler. O'nun için gök gürlemesinin ardarda yankılanan sesi duyulur. Ve Allah şimşekler gönderir de her kimi dilerse onunla onu vurur, o kimseye isabet ettirir, çarptırır, yakar. Böyle olduğu halde, onlar (yani, o kâfirler) hadlerini bilmezler de Allah'la mücadele ederler. Oysa Allah'ın havli ve kuvveti (ya da her türlü hileye karşı tedbiri ve takdiri) pek şiddetlidir, çok çetindir.

Burada Erbed b. Rabîa ile Amir b. Tufeyl olayına işaret olunduğu naklediliyor. Şöyle ki, meşhur şair Lebîd b. Rabîa'nın kardeşi olan Erbed b. Rabîa ile Amir b. Tufeyl, ikisi birlikte Hz. Peygamberimiz'e gaile çıkarmak için gelmişler, mescide girmişlerdi. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de ashaptan bazı kişilerle birlikte orada oturuyordu. Amir çok yakışıklı idi, güzelliği ve şıklığı oradakilerin dikkatini çekti, ona bakıyorlardı. Amir arkadaşı Erbed'e daha önce şöyle tenbih etmişti: "Ben Muhammed'le konuşmaya başlayınca, yavaşça arkasına geç ve boynunu kılıçla vur" demişti. Hz. Peygamberimiz Amir ile konuşmaya başlamış, Erbed de arkasına dolaşıp geçmişti, kılıcını bir karış kadar çekmiş, fakat Allah Teâlâ izin vermediğinden tamamiyle sıyıramamıştı. Amir, ne duruyorsun, haydi dercesine gözüyle kaşıyla işaret etmeye başladı. Peygamber Efendimiz de bu durumu gördü ve hemen "Ey Allah'ım, bu ikisine dilediğini yaparak bana yardım eyle!" diye dua etti.

Defolup gittiler. Allah Teâlâ, açık bir yaz günü Erbed'in tepesine bir yıldırım indirdi ve onu yaktı. Amir de kaçarak gitti, Beni Selul'den bir kadının evine indi. Sabah olunca, büsbütün rengi atmış ve benzi solmuştu. Sonra atına bindi, silahını çekti, çölde bir yandan sağa sola at koşturuyor; bir yandan da "Çık karşıma ey ölüm meleği, haydi çık!" diyerek şiir sayıklıyordu ve "Yemin ederim ki, şu sahrada Muhammed ve onun koruyucusu olan ölüm meleği karşıma çıksa ikisini de mızrağımla deler geçerim." diyordu. Derken Allah Teâlâ ona bir melek gönderdi, melek onu bir kanadıyla çarptı, yere yuvarladı; o vakit dizinde büyük bir gudde, yani hıyarcık çıkmıştı, açıkçası vebaya yakalanmıştı. Bunun üzerine o kadının evine geri döndü. "Deve guddesi gibi gudde ve Beni Selul'den zavallı bir kadının evinde ölüm! Hayır olmaz bu işte!" diyordu. Sonra yine atını istedi, bindi ve sürdü bir daha geri dönmedi, at sırtında öld

14- Hak daveti ancak O'nundur. Bu ifadede birkaç mânâ vardır ki, hepsi de sahihtir:

1. Hakk'a davet, insanları hak tanrıya, hak dine davet ancak O'na olan davettir. Allah'dan başkası namına yapılan davetler, propagandalar hep batıldır.

2. Hak davet, yani hak dua, hak yalvarış veya gerçek dua, yani tam yerine yapılmış olan, kabul edilip karşılık görecek olan dua ve yakarış, ancak Allah'a yapılan dua ve ibadettir.

3. Hakk yola davet, her şeyden önce ve bizzat hakkı tanıtıp ona hidayet edecek olan O'dur. Yani "De ki: Allah, hakka hidayet eder, ancak O, doğru yola iletir" (Yunus 10/35 âyetine bkz). Allah'ın bildirmesine ve irşadına dayanmayan davet, hakka yapılmış davet olmaz.

Ve onların, yani, o kâfirlerin Allah'da başka davet ettikleri veya dua edip durdukları, yani namlarına propaganda yaptıkları kimseler, adak yapıp ihtiyaç arzettikleri putlar, uğur saydıkları, adak adadıkları, yardım diledikleri ve imdada çağırdıkları kişiler onlara hiçbir şeyle icabet edemez, karşılık veremezler, hiçbir dilediklerini yerine getiremezler. Ancak ağzına erişsin diye iki elini, iki avucunu birden suya doğru uzatan susuz gibi, boşuna avuç açmış olurlar. Ki uzaktan avuç açmakla su gelip de insanın ağzına girmez. Bunun gibi kâfirlerin duası dalaletten başka birşey değildir. Tamamiyle sapıklıktan ve batılla oyalanıp durmaktan ibarettir. Genellikle taştan, ağaçtan yapılmış olan putların hiçbirinin duaya cevap veremiyecekleri zaten aşikardır. Fakat âyette kullanılan edatı, daha çok akıllı varlıklar için söz konusu olmakla bu âyetteki mânâyı yalnızca putlara ait kılmak ve öyle tefsir etmek ifadenin dış görünüşüne aykırı düştüğü gibi, siyaka da uygun düşmemektedir. Şu halde burada yalnızca şuursuz putların değil, Allah'ın dışında tanrılaştırılan birtakım liderler veya şahısların da o cansız putlar gibi, hiçbir duaya icabet edemiyecekleri, Allah'ın iradesi olmadan hiçbir isteği yerine getiremiyecekleri söz konusu ediliyor demektir. Gizli olan dua ve münacatlarda bu açıkça belli ise de açıktan olan dua ve feryatlar hakkında "Onlar hiçbir şekilde onların dilediklerini yerine getiremezler" buyurulması ilk bakışta tuhaf görünür. Çünkü insanların açıktan yapılan yardım isteklerinin çevreden karşılandığı ve kısmen de olsa dileklerinin yerine geldiği herkesçe bilinir. Şu halde gizli ve kalbten yapılan dua anlamına alınacak olursa buna itiraz etmeye gerek kalmaz. Ancak âyetteki ifadede böyle bir gizliliğe ipucu bulunmadığı gibi, âyetin Allah'ın birliğine olan ilişkisi ve siyakı da böyle bir gizliliğe ters düşmektedir. Doğrusu burada pek büyük ve gayet derin bir hakikat beyan olunmuştur: Ve hakikatte Allah'dan ilişkiyi keserek hiç kimsenin duayı kabul etmesine imkan olmadığı anlatılmıştır ki bunu burada biraz açıklamak gerekecektir:

Bilinmektedir ki, birbirinden farklı yönlerle belirgin olan varlıklardan her biri diğerinden tamamiyle ayrıdır. Ayrı olduğu içindir ki, her biri başka bir şeydir. Şu taş başka, bu taş başka bir varlıktır. Ve hiçbirinin öz benliği diğerinde hazır değildir. Bundan dolayıdır ki, biz bunları biribirinden seçer, ayrı ayrı tanırız ve birbirine karıştırmayız. Biz birbirimizin öz benliğine malik de olamayız, iç dünyasına giremeyiz. Birbirinden ayrı ve bizzat her biri başlı başına birer varlık olan şeylerin, birbirine velev bir açıdan olsun kendiliklerinden bağlı ve bitişik olduklarını farzetmek ise çelişkidir. Yine bundan dolayıdır ki, iki cevherin birinden diğerine tesiri geçebilecek, bilgi alışverişi yapabilecek şekilde ilişki kurabilmeleri, "Cominications des substances" meselesi filozofları hayrette bırakan çetin bir felsefî mesele olmuştur.

Bir madde kendinden ayrı olan bir maddeye nasıl etki yapabiliyor? Ruh cisme, cisim ruha etkisini nasıl geçirebiliyor? Bu öyle bir olaydır ki, ancak tevhide sığınmakla çözülebilir. Eğer âlemde birbirinden farklı özellikteki varlıkların hepsinin üzerinde hakim olan o yüce birden, o büyük kudretten sarfı nazar edilecek olursa bütün varlıklar, ikisi bir yere gelmek ihtimali olmayan darmadağınık, ayrı ayrı parçalardan ibaret kalır. Aralarında birbirleriyle ilişkide bulunabilmek için hiçbir sebep kalmaz. Şimşekler çakmaz, bulutlar olunmaz, yağmurlar yağmaz, yıldırımlar düşmezdi. Ahmed'in feryadını Mehmed'in duyması ve vicdanında iz bırakması şöyle dursun, sesi bile çıkmazdı, hatta kendisi bile meydana gelmezdi. Şimdi bütün bunlar olabiliyorsa, hiç şüphesiz Rabbülaleminin emriyle ve tedbiriyle oluyor. Bundan dolayı duanın hakkı da ancak O'nundur. İmdi her hangi bir ihtiyacı için dua edecek ve yardım isteyecek olan şahıs, Allah'dan başka her neye ve her kime müracaat etse o, kendisinden uzak ve ayrıdır. Kendindeki bir duyguyu başkasına aktarabilmesine imkan yoktur. Susuz biri elini uzaktan suya açmakla suya kavuşmuş olamayacağı gibi, bir insanın karşısında bütün varlıklar da aynı durumdadır: Allah'ın izni olmayınca insan hava içinde nefes bile alamaz. Nitekim ecel gelince nefes alamaz olacaktır. O durumda dünyanın bütün tabipleri toplansa ölüye bir nefes aldıramaz. Bir insanın feryadını diğer insanların veya meleklerin işitebilmesi, bütün görme ve işitmelere hükümran olan Allah Teâlâ'nın emri ve izniyle olduğu gibi, mümkün olan karşılığı verebilmeleri ve ona yardım edebilmeleri de yine Allah'ın izniyledir.

Yoksa Allah müsaade etmedikçe duyan kulaklar duymaz, gören gözler görmez, isteyen gönüller istemez oluverir. İşte Allah'dan başkaları, özbenliklerinde birbirlerinden uzak oldukları, hiç yoktan bizzat yaratmaktan da aciz oldukları için, bir muhtacın duasına kendiliklerinden hiçbir şekilde icabet edemezler. Fakat gizliyi ve açığı bilen yüce kudret sahibi olan Allah Teâlâ, her varlığa kendi özünden bile daha yakındır. (Bakara Sûresi'nde "Muhakkak ki ben yakınım, dua edenin duasını kabul ederim" 186. âyete bkz.). Bundan dolayı en gizli duaları da feryad ve çığlıklar gibi işitir, ona cevap verir, ona vereceği şey mevcut değilse yaratır. Çünkü her şeyi yoktan var eden, ilk baştan ve yeni baştan yaratan O'dur. Birbirinden ayrı olan şeyleri kudretiyle ve melekutiyle birbirine ulaştırır, birleştirir ve bütünleştirir. Dilerse suyu onun ağzına götürür, dilerse susuzluğu unutturur. Bütün varlıklar arasındaki irtibat ve ilişki, hep O'nun yaratması ve emri iledir. Nitekim bu mânâ şöyle açıklanıp ayrıntılı olarak anlatılıyor:

15- Oysa yalnızca Allah'adır ki, secde eder, teslimiyet içinde boyun eğer bütün göklerdeki kimseler, (yani melekler veya üst makamlarda bulunan akıl sahibi ruhlar ve yüce kuvvetler) ve yerdeki kimseler, yani genellikle insanlar ve cinler (sekaleyn) veya aşağıda bulunan süflî varlıklar gerek tav'an, gerek kerhen, yani ister istemez ve bunların sabah akşam yere düşen gölgeleri secde ederler. Sadece kendileri değil, gölgesi bulunan bütün varlıkların gölgeleri de isteyerek olmasa bile istemiyerek ve zorunlu olarak secde ederler. Gölgelerin yerlere kapanışı bile sahiplerinin isteği ve iradesiyle değil, Allah'ın emriyle olmaktadır, o emre bağımlı olmaktan ileri gelmektedir. Burada akıl ve ruhlara göre, bedenlerle cesetlerin birer gölge durumunda olduklarına işaret vardır denilebilir. Zira ruhlar nuranî, cisimler zulmanîdir.

16- Ey Muhammed! De ki: Göklerin ve yerin Rabbi kimdir? Onlara işte bunu sor ve onların cevabını beklemeden de ki, Allah'dır. De ki: Siz O'nu bırakıp da başkalarından birtakım dostlar mı edindiniz? Sizin ümit beklediğiniz, işinizi görür sanıp himayelerine sığındığınız o veliler, o putlar öyle aciz, öyle zavallılardır ki kendi kendilerine ne bir faydaya, ne de bir zarara malik değiller. Size fayda vermek şöyle dursun, onlar kendi kendilerine de fayda veya zarar veremezler. Böyle şeylere onların güçleri yetmez. bir fayda yaratamaz, kendilerine gelecek bir zararı bile önleyemezler. Ancak Allah izin verir, takdir ederse fayda hasıl olur ve zarar önlenir. Cansız cisim ve katı madde olan putlar kendi kendilerine yapmak ve etki etmek gücünden nasıl yoksun iseler, Allah'a karşı bütün varlıklar da aynı durumdadır. De ki: Hiç kör görenle eşit olur mu? İbadetin hakkını ve layıkını bilmeyen cahil, müşrik, kalb gözü kör olan bir âma, onu bilen, Allah'ın birliğini tasdik eden bir muvahhidle, hakkı ve hakikatı görüp kabul eden bir basiret sahibi ile bir olur mu? Burada âma, Hak'dan gafil olan; basir de Hakk'ı bilen hakikatı kabul edendir. Yahut âma, gafil mabud, yani put; basir de her şeyi gören ve bilen gerçek mabud, yani Allah'dır. Kudreti ve kudretinin belgeleri bu kadar açık ve belli olan Allah'a karşı nedir bu körlük? Ve karanlıklar nurla eşit olur mu? Küfür ve şirk kat kat karanlıklardır: Delili yoktur, önü karanlık, sonu karanlık, katmerli bilgisizliktir. Marifetullah, yani Allah bilgisi ve Allah'ın birliği inancı olan tevhid ise bir nurdur. Önü, sonu belli, her bakımdan açık ve parlaktır. Aklı olan nasıl olur da tevhid nurunu bırakır, şirk karanlığına saplanır? Bu ne körlük, ne budalalıktır? O müşrikler yoksa Allah'a ortaklar mı uydurdular ki, bu uydurdukları O'nun yaratması gibi, gökleri ve yeri ve bütün bunlardaki varlıkları yaratması gibi birtakım mahluklar yarattılar da bu yüzden yaratılış onların kafalarını mı karıştırdı? Allah'ın yarattıkları ile onların yarattıkları ayırt edilemiyecek derecede birbirine benzedi de bu yüzden şüpheye mi düştüler? Böyle bir şey imkan ve ihtimal dahilinde midir ki, hatalarının mazereti budur denilebilsin? Sen onlara de ki Allah, her şeyin halikıdır. Şey denebilen ne varsa hepsini yaratan O'dur. Hatta "Allah sizi de, sizin yaptıklarınızı da yaratandır" (Saffat, 37/96) gereğince, sizin yaptığınız şeylerin de gerçekte yaratıcısı O'dur. Ve O, birdir, O kahhardır.Yaratıcılıkta, tanrılıkta ve rablıkta eşi ve benzeri olmayan ve bütün yaratılmışları hükmü altına alan ve onların mukadderatını kudretiyle elinde tutan bir Rabdır.

17- Gökten bir su indirdi de vadiler alabildiğince sel oldu, kuru ve katı maddeler hayat feyziyle harekete geçti ve can buldu. Sel de yüze gelen bir kef (köpük) yüklendi, bir zinet eşyası veya bir kap kacak yapmak maksadıyla ocak üzerine koyup ateş yaktıkları şeylerden de onun gibi bir kef oluşur. Yani Allah Teâlâ, yeryüzüne, toprağa sudan başka altın, gümüş, bakır, kalay ve daha başka madenler de indirmiştir. İnsanlar bunları taki için veya kullanacak kap kacak, araç gereç yapmak için eritmek ve süzmek maksadıyla üzerlerine ocak yakarlar, onlar da Allah'ın her birine ihsan ettiği bir ısı derecesine gelince erirler, su gibi bir sıvı haline gelirler. Sel sularında olduğu gibi, bu eriyikler üzerinde de bir küf, bir köpük oluşur. Binaenaleyh birbirine benzeyen iki köpük bulunur ki, birincisinde insanın hiçbir rolü olmadığı halde, ikincisinde insanların emek ve çabaları da bulunur. Allah hak ile batıla böyle misaller getirir. Böyle temsiller ve tasvirler yapar. İmdi o köpük, yani her iki misalde söz konusu edilen o kef, o köpük, atılır gider. Ki batıl işte böyledir: Hak ve hakikat kaynayıp coşarken, batıl her ne kadar bazan üste çıkmış görünse de nihayet köpük ve kef gibi atılır ve kaybolur gider. Amma insanlara faydası olan yerde mekseder, yani köpük gibi kaybolup gitmez, yerinde kalır. Su kısmen göllere nehirlere katılır, kısmen de toprak altına sızarak yer altı su kaynaklarını oluşturur ve besler, pınarlar, kuyular halinde insanlara fayda sağlar. İzabe edilmiş, süzülmüş madenler de takı veya eşya yapılır. Elden ele dolaşır, bir süre insanlar onlardan faydalanır. İşte hak da böyledir. Gökten indirilen ve hayat kaynağı olan halis su, hak vahyinin, yani Kur'ân-ı Kerim'in temsilidir. Ki bunda insan emeğinin hiçbir payı yoktur. Ocaklarda eritilip izabe edilen madenler de insan eli ve emeği ile, insanların araştırma ve tecrübeleri ile elde ettikleri beşerî bilgilerin temsilidir. Bunların her ikisi de hakikatte ve aslı itibariyle yine Allah vergisidir. Allah, işte böyle meseller verir. Böylece birçok hakikatleri açıklayan ve dile getiren güzel temsillerle hakka davet eder.

18- Rablerine icabet edenler için, davet hakkı yalnızca kendisine mahsus olan Allah Teâlâ'nın davetini dinleyip kabul eden kullar için en güzeli vardır. Onlar için karşılığında en güzel sonuç vardır ki, o cennettir. O'na icabet etmeyenler, hak davetini dinlemeyenler ise yeryezündeki şeylerin hepsi ve bir o kadarı daha kendilerinin olsa, elbette hepsini feda edip (yani fidye olarak ödeyip) kurtulmak isterlerdi. Bunlar yok mu bunlar? Hesabın kötüsü işte bunlar içindir. Ve varacakları yer cehennemdir. Ve o ne fena yataktır.

Gelelim hak davetinin ne olduğuna ve ona icabet etmeyenlerin durumu ile, güzel akıbetin ve kötü hesabın ayrıntılı olarak açıklamasına:

19- İmdi ey Muhammed! Sana Rabbinden indirilmiş olanın gerçekten hak olduğunu bilen (ve bu suretle Rabbinin hak davetine icabet eden) bir kimse kör olan biri gibi olur mu? Yani o hakkı görmeyen, tanımıyan köre hiç benzer mi? Elbette benzemez. Ama bunu ancak üstün akıllı olanlar düşünürler. Yani üstün zekalı, temiz akıllı kimseler anlayabilirler.

Bu âyetin Hz. Hamza ile Ebu Cehil veya Hz. Ömer ile Ebu Cehil veya Hz. Ammar b. Yasir ile Ebu Cehil hakında nazil olduğuna ilişkin üç ayrı rivayet naklolunmuştur. Bununla beraber anlamının genel olduğunda hiç şüphe yoktur. Nitekim arkasından şu şekilde açıklanıp genellik kazanıyor:

20-O "ülu'l-elbab" denilen üstün akıllılar kimlerdir bilir misiniz? Onlar ki, aşağıda bildirilen şu özelliklere sahip olan kimselerdir:

1. Allah ahdini ifa ederler. Araf Sûresi'nde "Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak: 'Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?' (demiştir). 'Evet, (buna) şahidiz' dediler"(âyet 172) ilâhî ifadesinde açıklandığı üzere Allah Teâlâ'nın rablığını itiraf edip hükümranlığını kabul etmek şeklinde kendi öz benliklerinde teahhüt ettikleri tevhid ahdine vefa ederler. Ve o misakı bozmazlar. Vefasızlık edip sözlerinden dönmezler. Şu halde Allah'a karşı verdikleri hiçbir sözden caymazlar, sözlerinden dönmezler, yeminlerini bozmazlar.

21- 2. Ve Allah'ın yerine getirilmesini emrettiği şeyleri yerine getirirler. Hakka hukuka riayet ederler. Ki peygamberlerin ve onların mirasçıları olan âlimlerin, hısım akrabanın, komşunun ve bütün müminlerin ve hatta zimmet ehli olan gayri müslimlerin ve bütün insanların, kedi, tavuk, keçi ve koyun gibi evcil hayvanlardan, böceklere ve karıncalara kadar bütün canlıların, bitkilerin ve cansızların hukukuna riayet ederler. Bütün yaratılmışların haklarına saygı göstermek ve riayet etmek hep bu ifadenin içindedir. Aslında yaratılmışların hakkına riayet etmek yaratanın hakkına riayet etmek demektir.

3. Ve Rablerinden haşyet ederler. Allah'ın kudretinin sonsuzluğu karşısında ürperir, O'nun büyüklüğünden ve gazabından çekinirler. O'na karşı günah işlemekten sakınırlar.

4. Ve kötü hesaptan korkarlar. Yani, ahirette bütün yaptıklarının hesabını vereceklerinden, o hesap veriş sırasında kötü duruma düşmekten korkarlar. O gün gelip çatmadan önce kendi kendilerini murakabe eder, vicdanlarında hesaba çekerler. Sürekli oto-kontrol ve oto-kritik yapar dururlar.

22- Ve yine onlar ki:

5. Rablerinin rızasını kazanmak ve teveccühüne nail olmak için sabrederler. Yani, ne halka karşı gösteriş, ne de gönüllerinde bir gurur ve iftihar duygusu beslemiyerek, sırf Allah rızası için zahmetlere katlanıp hak yolunda sabır ve sebat gösterirler.

6. Ve namazı hakkıyle kılarlar.

7. Ve kendilerine ihsan ettiğimiz rızıklardan gizlice ve açıkça infak ederler.

8. Ve kötülüğü iyilikle defederler. Zira Ha, Mîm Sûresi'nde de geleceği üzere "Kötülüğün cezası misliyle kötülük" (Şura 42/40) ise de "Böyle iken kim affeder ve arayı düzeltirse, işte onun sevabını vermek Allah'a ait olur" (Şura 42/40). Ancak "Her kim haddi aşarak size saldırırsa, o zaman siz de aynı şekilde ona saldırın" (Bakara, 2/178) âyetince saldırgana karşı misliyle mukabelede bulunmak, mutlak bir azimet değil, ruhsattır. Ve kötülüğe karşı kötülükle mukabele etmek için değildir, zulüm ve saldırganlığın kötülüğünü engellemek ve durdurmak içindir. Bu bakımdan sonucu ve gözettiği gayesi bakımından bir iyiliği sağlamaktır. Ancak bu anlamda meşru bir hareket olmuş olur. Çünkü "Eğer Allah, insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla önleyip savmasaydı yeryüzü muhakkak bozulurdu" (Bakara 2/251). Yoksa zarara zarar, şerre şerr ile karşılık vermek caiz değildir. Şeriatın hükmü "Tek taraflı veya karşılıklı olarak zarar vermek yoktur." Sahih hadislerde varid olduğu üzere, "Şerden hayır gelir mi ya Resulallah?" diye sorulduğunda, Aleyhissalatü vesselâm efendimiz: "Hayır ancak hayırdan gelir. Hayır ancak hayırdan gelir. Hayır ancak hayırdan gelir" buyurmuştur. Bizim dilimizde de şöyle bir atasözü vardır: "İyiliğe iyilik her kişinin kârı, kemliğe iyilik er kişinin kârıdır".

Demişler ki, bu âyetlerde sıralanan sekiz hayırlı amel, sekiz cennetin kapısına işarettir.

Bunlar, yani bu sekiz haslete sahip olan akıllı müminler yok mu bu yurdun akıbeti onlar içindir. Dünya yurdunun mutlu sonucu, en sonunda varacağı ahiret saadeti onlara mahsustur.

Bu darın ukbası, dünya yurdunun mutlu sonu nedir bilir misiniz?

23-24-Buna karşılık:

27- Kâfir olanlar, ona Rabb'inden bir âyet indirilseydi, deyip duruyorlar. Akıllı insanların üzerinde derinden derine düşüneceği bunca âyet, evet Allah tarafından Hz. Muhammed'in hak peygamberliğine delil olarak bunca âyet varken, bunları delil saymıyorlar da kimsenin karşı koyamıyacağı zorunlu bir olayı, bir musibeti ve belayı isteyip duruyorlar. Oysa bu cebir ve zorlama, ilâhî hikmete aykırıdır. Bunların bu sözlerinin burada bir defa daha tekrarlanması gösterir ki, bu sûrenin başlıca nüzul sebeplerinden birisi de kâfirlerin bu isteklerini inatla sürdürmeleridir. Bunlara cevap olarak:

De ki: Muhakkak ki, Allah dilediğini şaşırtır, dalalete düşürür. O kimsede hidayet değil de dalalet yaratır. Yani, ey kâfirler, sizin böyle demeniz bu sözünüzde ısrar etmeniz, dalaletten başka birşey değildir. Sizi Allah şaşırtmıştır. O, kimi dilerse onu böyle şaşırtır. Bununla beraber bunda sizin geçerli bir mazeretiniz yoktur. Bu saptırmanın sebebi sizin O'na inabe etmemeniz, gönül vermemenizdir. Oysa O, kendisine inabe eden herkesi hidayete erdirir.

İnabe: Hakk'a teslimiyetle yönelmek ve Hakk'ın âyetlerini derinden derine düşünerek O'na dönmek ve tevbe etmektir ki, asıl anlamı "hayır nöbetine girmek" demektir. Binaenaleyh hidayetin şartı nefsin istek ve iradesinden çıkıp, Hak Teâlâ'nın iradesine yönelmek, O'na teslim olmak ve bağlanmak demek olan cüz'î iradedir. Yukarıdan beri birkaç yerde açıklandığı üzere her kişinin ömründe, ömürler birbirine eşit olmasa bile, kendisine verilmiş olan bir süre söz konusudur. O süre içinde hidayeti seçmek için kendisine bir imkan tanınmış demektir. İşte ömür denilen süre içinde hidayeti veya dalaleti seçmek kulun tercihine bırakılmıştır. Bu süre içinde tercihini iyi kullanıp Hakk'a boyun eğmeyenler için dalalet, artık cebrî ve vazgeçilemez bir huy halini alır ki, daha sonra hidayeti arzu etse de kolay kolay muvaffak olamaz. Ve işte idlalin ilâhî meşiyyetle ilgisi, mümkün olan vaktinde boyun eğip kabullenmekle bağlantılı olduğuna dikkat çekmek için de ek bir cümle ilave edilerek, cebir itirazlarına yer bırakılmamıştır. O, Allah'a gönül verip inabe edenler ve hidayete erenler kimlerdir bilir misiniz?

28- Ki bunlar, Allah'ın zikri ile kalbleri tatmin bulmuş olarak iman edenlerdir. Burada "zikrullah"dan murad "Bu (Kur'ân) da bizim indirdiğimiz mübarek bir zikirdir" (Enbiya 21/50) "Hiç şüphe yok ki Kur'ân'ı biz indirdik biz. Ve muhakkak onu biz koruyacağız" (Hicr 15/9) ve "Kur'an kendilerine geldiği zaman, onu inkâr ettiler. Hiç şüphe yok ki o pek yüce bir kitaptır Ona ne önünden, ne de arkasından bir batıl gelmez. O, hikmet sahibi ve övülen (Allah) tarafından indirilmiştir." (Fussilet, 41/ 42) âyetleri gereğince Kur'ân-ı Kerim'dir. Yani bunlar iman etmek için Allah'ın bir hatırlatması, özel bir bildirisi, en açık seçik tebliği olan Kur'ân'dan daha büyük, daha faydalı bir âyet, bir mucize olamıyacağını bilirler ve kalpleri bununla tatmin bulur, doyuma ulaşır da artık tezkir değil ilzam ve zaruret ifade edecek, binaenaleyh imanın vereceği faideyi veremiyecek olan zorlama âyetlerini gözetmezler.

Evet, bilin ki, başkasıyla değil, ancak Allah'ın zikri ile veya Allah'ı anmak ve hatırlamakla kalbler mutmain olur. Gönüller huzura erer, içsel acılar, sancılar şifa bulur, sükuna kavuşur, yatışır. Çünkü her şeyin başlangıcı ve sonu Allah'a bağlıdır. Bütünüyle sebepler zinciri Allah'dan başlar ve yine dönüp dolaşır O'nda son bulur. Mümkün ve muhtemel olan her şeyin akışı Allah'da kesilir. Allah, daha üstü ve daha ötesi olmayan, sınırdan ve miktardan münezzeh olan yüceler yücesi bir (kebiru'l-müteal) olduğundan, gerek dış dünyadaki varlıklarda, gerek vicdanda O'ndan ilerisi yoktur ki, fazla bir kalb hareketine imkân ve ihtimal bulunsun. Allah deyince, düşünceler hareket hedefinin son noktasına erişmiş, mantıklar durmuş, bütün duygular, bütün korkular ve ümitler son durağına dayanmış bulunur. Gönüller O'nun dışında hangi dünya nimetine meylederse etsin, hangi isteğe ulaşırsa ulaşsın, onların hepsinin daha iyisi ve daha üstünü, daha ötesi bulunduğundan, hiçbirinde karar kılamaz. Hiçbiri ruhun özlemini gideremez, heyecanını doyum noktasına ulaştıramaz. Haz ve lezzette daha yükseğine ulaşmak ister. Fakat kalb ilâhî marifetten, Allah'ı zikirden zevk almaya başlayınca, bütün maksatların ve bütün işlerin Allah'a yönelmiş olduğunu anlar ve artık O'ndan yüksek bir makam ve merciye, O'nun dışında bir maksuda geçmek mümkün olmaz. Bundan dolayıdır ki, mari-fetullah'a yükselemeyen ve Allah'ı zikretmeyen kâfir ve gafil kalbler, hiçbir zaman ıstıraptan kurtulamaz, kalb huzuru, gönül huzuru veya "cemiyyet-i dil" denilen mutluluğu tadamaz. Huzur bulamaz, çırpınır da çıpınır durur. Üstelik bu çırpınış bir aşk neşvesinin uyandırdığı vuslat heyecanı da değildir, geçici sebeplerin, boş emellerin sarsılıp yıkılışından kaynaklanan bir hicran acısıdır ki, "Allah" demedikçe sürekli olarak devam eder gider. Allah'ı zikretse, Allah Teâlâ'nın tezkiriyle olur ki, iki mertebe üzere tecelli eder:

Birincisi, doğrudan doğruya zikir işini kalblerde yaratmasıdır ki, bu fiilî bir hidayettir.

İkincisi de Allah'ı hatırlatacak âyetlerle delilleri yaratması veya göndermesidir. Bu âyet ve deliller de iki kısımdır: Birincisi asayı ejderha yapmak, ateşte yaktırmamak, dağları yerinden oynatmak, ölüyü diriltme, gökten sofra indirmek, ayı ikiye bölmek gibi duyularla idrak olunabilecek âyetlerdir ki bunların etki gücü, olayın meydana geldiği ana ve orada bulunanların gözlemlerine bağlı kalacağından, geçici ve sınırlıdır. Binaenaleyh bunlar bütün insanların kalblerinin yatışmasına sebep bakımından değil, akılların Allah'ı zikretmeye sebep olması bakımından faydalı olabilirler. Diğer kısmı da her zaman ve herkes için düşündürücü olan aklî âyetler ve itikadî delillerdir ki, işte Kur'ân böyle bir Allah zikridir. Kur'ân'ın düşünceye yaptığı telkinlerle Allah'ı zikretmiyen ve bununla tatmin bulamıyan kalblerin, hiçbir âyet ve delille tatmin bulmasına imkan yoktur. Bunlar ebediyete kadar doyum ve tatminden yoksun kalacak ve acı içinde çırpınıp duracak: "Ah nolurdu bir âyet, bir mucize indirilseydi" deyip gideceklerdir. Allah Teâlâ bunların kalblerinde zikir ve itminanını yaratmaz. Artık bunların kalbi, selim kalb değildir; kalb olmaktan çıkmıştır. Vicdan da vicdan olma özelliğini yitirmiştir, çürümüş ve bozulmuştur. Onun için Kur'ân'ın düşündürücü âyetlerinden istifade edemezler de cebir ve azab âyetlerini gözetirler. Baskı, şiddet ve zorbalıktan anlarlar. Allah zikri ile tatmin olmayan bu kâfirler "Yürekleri bomboş" (İbrahim 14/43) âyeti gereğince gönülleri boş heva ve heveslere kapılmış kalmış, kalbsiz ve vicdansızdırlar.

29-O kalbler o kimselerdir ki, iman ettiler ve salih ameller işlediler. Kalblerin böyle canlı kişiler ile açıklanmasında dikkat çeken iki incelik vardır: Bu ifade bir bakıma şunu ima eder ki, insan asıl kalb demektir. Nitekim Ebu'l-Fethi'l-Bustî bu mânâyı şu beytiyle dile getirmiştir:

Yani, "Nefse dikkat et ve faziletlerini geliştirip mükemmelleştir. Çünkü sen ruh ile insansın, cism ile değil".

Bir bakıma da şunu ima eder ki, özellikleri iman ve salih ameller olan temiz kalbliler, bütün insan toplumlarının, hatta bütün kâinatın kalbi sayılırlar, âlemlerin kalbi durumundalar. Ne mutlu onlara ve güzel yurt onlara.

Denilmiştir ki:

Tuba: Habeş veya Hind lisanında cennetin adıdır. Ebu Hureyre, bir rivayette Abdullah b. Abbas, Muattib b. Senim, Übey b. Umeyr, Vehb b. Münebbih "cennette bir ağaçtır" demişlerdir. Bu rivayet ayrıca Utbe b. Ubeydi Sülemî'den nakledilen bir hadisi şerifte, merfu olarak Hz. Peygamberimiz'e varmaktadır: O hadiste denilmiştir ki, bir A'rabî "Ey Allah'ın Resulü cennette meyve var mıdır?" diye sormuştu, Resulullah da buyurdu ki: "Evet onda bir ağaç vardır ki, ona Tuba denilir."

Kurtubî der ki, doğrusu şecere (ağaç)dır. Çünkü bu konuda merfu olan Utbe hadisi vardır. Ayrıca Süheylî'nin zikrettiği üzere bu hadis, sahih hadislerdendir. Bunu Ebu Amir de Temhid'de, aynı şekilde Sa'lebi de zikretmişlerdir.

Kelimenin lügat açısından iştikak ve anlamına gelince, bütün dil bilginleri demişlerdir ki, Tuba kelimesi "ukba" veznindedir. "Tîb" kökünden mastardır ki, misk gibi tayyip olmak, hoş olmak demektir. "Ya" harfi sakin, ma kabli de mazmum olduğu için "Musa" kelimesindeki gibi, "vav" a dönüşmüştür. Tîb, bilindiği gibi, temiz ve güzel kokular veya bu kokulardaki hoşluktur. Ve "Tuba lehum" deyimi, tıpkı "selamün aleyküm" gibi bir dua cümlesidir. Ve bu maksatla kullanılır. Buna göre anlamı, "hoş olasınız, hoş olunuz" demektir. Mutayyeb olmak, hoşluk, güzellik, kutluluk, iyilik ve mutluluk, hasılı tatlı hayat onların olacak demektir. Ki imrenmek onlara, nimetler onlara, güzellikler onlara, sürekli iyilik, tükenmez hayır onlara, keramet, ferah, gözaydınlığı onlara diye çeşitli deyimlerle tefsir ve ifade edilmiştir. Bununla beraber "Tuba" kelimesinin "atyeb" kelimesinin müennesi olarak "hüsna" gibi ismi tafdil olması da ihtimal dahilindedir. Hasılı ne mutlu o tatmin bulmuş kalblere ki, en tatlı hayat, en güzel zevk ve lezzetler onlarındır, istikbal güzelliği onlarındır.

30- İşte böyle Allah'ın zikri ile kalblere güven ve tatmin verecek en yüksek âyetleri yüklenen şanlı bir peygamberlikle ey Muhammed! Biz seni resul yaptık, peygamber olarak gönderdik. Bir ümmet içinde ki, onlardan önce birçok ümmetler geçti, sana vahyettiğimiz Kur'ân'ı kendilerine tilavet edesin, tane tane okuyup anlatasın diye. Sürekli okuyasın da önceki ümmetler gibi helak olup gitmesinler, güzel hayata ve mutlu sona nail olabilmek için gerekli yolu ve sarılınacak sebepleri anlatasın, halbuki onlar Rahmân'a küfrediyorlar. Rahmeti her şeyi kaplamış, nimeti her tarafı kuşatmış olan ve âlemlere bir rahmet olmak üzere seni ve bu Kur'ân'ı gönderen Allah Teâlâ'nın açık seçik rahmetini tanımıyor, hatta O'nun Rahmân ismini inkâr ediyorlar: "Rahmân ne imiş?" (Furkan:60) demeye kadar ileri gidiyorlar. Öylesine ümitsiz ve nankörce bir tutum içinde, o kadar fena huylar ve şartlar içinde bocalıyorlar ki, yaratılış hakkında bedbin (pesimist) olmuşlar, şiddet ve zorbalıktan başka bir şey tanımıyorlar. İyilikler boşa gidecek sanıyorlar: Yeniden yaratılmaya, tubaya ve mutlu sona inanmıyorlar. Hak Teâlâ, rahmetiyle tecelli edip sevgili bir kuluna risalet ihsan edip gönderemez zannediyorlar da âlemlere rahmet olan senin risaletini (peygamberliğini) ve kendileri için pek büyük bir nimet olmak üzere okuduğun Kur'ân'ı, ilâhî vahiy eseri açık bir mucize olan bu kitabı hiç hesaba katmayarak Rahmân Teâlâ'ya küfür ve küfranda bulunuyorlar.

De ki, O Rahmân benim Rabb'imdir. Beni yaratan ve besleyip büyüten, terbiye edip eğiten Mevlamdır. O'ndan başka ilâh yoktur. Ben ancak O'na güvenir, O'na dayanırım. Tevbemi O'na sunarım, bağışlanmayı yalnızca O'ndan dilerim, tevbem de yönelişim ve dönüşüm de hep O'nadır.

31-Bu Kur'ân öyle büyük bir mucizedir ki, eğer bir Kur'ân, okunacak bir kitap onunla, (yani onun indirilmesi, yada okunması ile) dağlar yürütülmüş, veya yer parçalanmış veya ölüler konuşturulmuş olsa idi. Bunlar bu Kur'ân ile olurdu. Çünkü bu Kur'ân, şimdiye kadar indirilmiş ilâhî kitapların en mükemmeli ve okunacak kitapların en üstünüdür. Bunda ilâhî kudretin öyle acaip eserleri, öyle gizli ve celaletinin heybeti öyle açıkça bellidir ki; "Biz bu Kur'ân'ı bir dağın tepesine indirseydik, muhakkak ki, sen onu, Allah korkusundan boyun eğmiş ve çatlayıp paramparça olmuş görürdün..." (Haşr, 59/21) gereğince bu Kur'ân, misal olarak bir dağın tepesine indirilmiş olsa idi o dağı, Allah korkusundan başını eğmiş, çatlamış, hurdahaş olmuş görürdün. İşte bu Kur'ân, böylesine büyük bir ilâhî âyettir. Fakat onun indirilişinin hikmeti bunlar değildir, okunması, anlaşılması ve üzerinde derinden derine düşünülüp iman edilmesi, gereğince amel edilmesidir; ona inananların salih ameller işleyip Tuba'ya ve mutlu sona ermeleridir. Bundan dolayı Kur'ân'ın yalnızca indirilmesi ve okunması ile ne dağlar yürütülür, ne yer parçalanır, ne ölüler konuşturulur. Zaten geçmiş ümmetlere indirilmiş olan kitapların yalnızca okunması ile bunların hiçbiri olmamıştır. Böyle bir şey olsa idi, hiç şüphesiz bu Kur'ân ile olurdu.

Rivayet olunuyor ki, Mekke müşrikleri, bir gün bir kenara çekilmiş oturuyorlardı. Hz. Peygamber yanlarına vardı, onlara İslâm'ı sundu. İçlerinden Abdullah b. Ümeyyeti'l-Mahzumî dedi ki: "Mekke'nin şu iki dağı bizi çok sıkıyor, bunları buradan yürüt de yerimiz genişlesin; aralarında bize çaylar, dereler, geniş geniş otlaklar, mezralar aç! Atalarımızdan filan ve felanları da dirilt ki, söylesinler bakalım bu söylediklerin gerçekten doğru mu, değil mi?" Bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur.

Binaenaleyh böylece anlatılmıştır ki, vahiy indirilmesinin ve peygamber gönderilmesinin hikmeti ve gayesi böyle şeyler değildir. Gerçi Kur'ân'ın yüceliğindeki fevkaladelik bu gibi hadiselere dahi sebep olabilmekten uzak değilse de sırf Kur'ân veya Kur'ân'ın okunması, tek başına hiçbir zaman bunları sağlamanın sebebi değildir. Kur'ân'ın feyiz ve manevî bereketini böyle maddî şeylerden önce kalblerde gözetmek gerekir. O kitap her şeyden önce kalbleri Allah zikri ile tatmin etmek ve aydınlatmak için okunacak bir kitap ve rahmet âyetidir. Dağlar yürütülse, yer parçalansa, ölüler de konuşturulsa, bütün bunların sağlayacağı fayda Kur'ân'ın gönüllere yaptığı telkin ve uyarı kadar açık bir rahmet olmazdı. Kur'ân'dan alınacak ders ve duyulacak gönül huzuru bunların hiç birinden elde edilemezdi. Bununla beraber bu açıdan bakılınca da yalnızca Kur'ân veya Kur'ân'ın okunması yeterli bir etken değildir. Dağlar gibi katı ve dikbaş, yer gibi ayaklar altında ezilen ve ölüler gibi duygusuz, muhatap alınmaya liyakatsız öyle kalpsizler vardır ki, bunlar yalnızca üzerlerine Kur'ân okunmakla hakkın zikrini yüreklerinde duymazlar ve imana gelmezler. Bu da Kur'ân'ın gücünün eksikliğinden değildir.

Belki emrin bütünü Allah'ındır. Maddî ve manevi bütün kudret ve etki O'nundur. O dilerse kalplerde zikrini yaratır, itminan ve iman ihsan eder, dilerse etmez. Dilerse dağları yürütür, yeri parçalatır, ölüleri konuşturur, dilerse yapmaz. Şu halde "İyi bilin ki kalpler Allah zikri ile tatmin bulur" ifadesinde zikir failine muzaftır. Ve murad yalnızca dil ile yapılan zikir değil, fiil ve hâl olarak yapılan zikirdir. Demek ki, yukarıda açıklandığı üzere, Allah Teâlâ, rahmetine küfreden, nimetine nankörlük eden o kâfirlerin kalplerinde kendi zikrini yaratmamış, onlara hidayet ve tevfikini nasip eylememiştir.

Artık iman edenler bilmediler mi? Tefsir âlimlerinin açıklamalarına göre, burada kelimesi "bilmek" anlamındadır ki, Havazin ve Neha lehçeleridir. Veyahut bir şeyi bilmek, karşıtından ümit kesmeyi gerektirdiği için bilginin gereğidir. Yani Allah zikri ile tatmin bulup, Kur'ân'ın öğretisi gereğince Allah'ı ve Resulü'nü tasdik edenlerin başka ihtimalleri gözardı ederek, şu hakikate tam bir ilmî kanaat ile kesin bilgileri olmadı mı? Ki, Allah dileyecek olsaydı elbette insanların hepsine hidayet verirdi. Madem ki, vermedi, demek ki dilemedi. Bundan dolayı rahmâniyetine küfredenleri, imandan, kalp itminanından, salih amelden, tubadan, mutlu son (hüsnü meâb) dan mahrum bıraktı. Ve o küfredenlerin kendi saniaları, kendi sanatları sebebiyle başlarına kaari'a isabet edip duracaktır. Ki "kaari'a" gülle ve tokmak gibi başa çarpan şiddetli musibet demektir. Veya o kaari'a yurtlarının yakınına hulul edecektir, düşecektir. Nihayet Allah'ın vaadi gelinceye kadar.Yani, isabet için tayin ettiği vakit gelip çatıncaya kadar tepelerinin üstünde veya yurtlarının yakınında hazır bir tehlike olarak bekleyip duracak, bugün olmazsa, yarın başlarında patlayacaktır. Muhakkak ki, Allah, vaadinden caymaz. verdiği sözü tam vaktinde yerine getirir.

32- Emin ol ki, senden önce de bir çok peygamberle alay edildi. Ey Muhammed! Yani, hani bir âyet inse, dağ yürüse, şu olsa, bu olsa deyip duran kâfirlerin asıl maksatları iman etmek için ciddî bir delil istemek değil sadece istihzadır, alay etmektir. Onun için bunlara her ne türlü bir âyet indirilse indirilsin yine de iman etmezler, azap beklerler. Böyle bu gibi istihza ve alay etmeler yalnızca sana karşı olmuş bir şey de değildir. Geçmişte nice peygamberlerle de alay edildi. "Ben onlara bir süre meydan verdim, sonra da tuttum onları cezalandırdım. İşte o vakit azabımın nasıl olduğunu anladılar, yakından gördüler."

33-34- İmdi her bir nefsin bütün müktesebatı üzerine kaim olan, hükümran olan zatı mı alaya alıyorlar? O'nu mu inkâr ediyorlar? Yani, her nefis üzerine ve o nefsin bütün yaptıkları ve kazandıkları üzerine gözcü, gözetici, yönetici ve hakim olan, her nefse istemiş ve yapmış olduklarına karşılık hayır veya şer, sevap veya günah veren ve o nefsi yaptıklarından sorumlu tutan, hasılı Rahmân olmakla beraber adının da sahibi bulunan yüceler yücesine mi karşı geliyorlar? Hiç O'na şirk koşulur mu? O, hiç başka bir varlıkla kıyas olunur mu?

Hasılı "Kaimun ala külli nefsin bima kesebet (Bütün yapıp ettikleriyle birlikte nefisler üzerinde hükümran) olan başka biri var mıdır? Bu isme hakkıyle sahip bulunan kimdir? Allah değil mi? Halbuki onlar tuttular Allah'a ortaklar uydurdular. De ki, Ey Muhammed! Onların isimlerini söyleyin bakalım! O uydurduğunuz ortaklar içinde böyle ismine sahip olabilecek bir tane bile bulabilecek misiniz? Acaba yeryüzünde O'na, (yani Allah'a), bilemiyeceği bir şey mi haber vereceksiniz? Yani, gökleri ve yeri, bütünüyle enfüsü ve afakı yaratan Allah Teâlâ biliyor ki, kendisinden başka yoktur. Siz yeryüzünde O'nun bilmediği bir şeyi bileceksiniz de "işte filan vardır" diye haber mi vereceksiniz? Hiç şüphe yok ki, bu imkansızdır ve mümtenidir. Yoksa sırf zahiri, (yani lafzı var), anlamı yok boş bir laf mı söyleyeceksiniz? Zenciye "kâfur" demek gibi, sırf lafzî bir isim mi uyduracaksınız? Hiç şüphe yok ki, o uydurduğunuz ortakların isimlerini söyleyecek olursanız, içlerinde Allah'a eşdeğer olacak bir isim bulamayacaksınız. Olsa olsa bir misal olarak muhtevasız (içeriksiz) ve müsemmasız bir isim, gerçekte anlamı olmayan soyut bir lafız, yalan bir kelime ortaya atacaksınız ve saçmalayacaksınız. Fakat kâfirlere mekirleri, kendi düzenledikleri oyunları güzel gösterilmiştir. Ve yoldan engellendiler. "Onlara dünyada bir azap vardır. Ahiret azabı ise daha zorludur..."

35- Muttakilere vaad olunan cennetin temsili (meseli), (yani size acaip bir misal gibi gelecek özellikleri,) temsilî olarak şöyledir. O cennet bir misal olarak şöyle tasvir olunabilir: Altından ırmaklar akar durur. Öyle ırmaklar ki, Muhammed Sûresi'nde (âyet 15) geleceği üzere berrak sudan, halis sütten, lezzetli şaraptan ve süzülmüş baldan olanları vardır. Yemişleri daimidir, kesintisiz ve süreklidir. Dünya yemişleri gibi belli bir mevsime mahsus değildir, geçici de değildir ve gölgesi de öyledir. Çekilip uzamaz, zeval bulmaz, güneşi yakıcı değildir, karanlık da basmaz. Hep serin bir gölgelik ve aydınlık şeklindedir, ebedî bir dilenme yeridir. İşte o, yani cennet kötülükten sakınanların, (küfür ve günahtan sakınıp, kurallara titizlik gösterenlerin) akıbetidir. Kâfirlerin akıbeti ise ateştir.

Acaba ehli kitap olanlar bu iki sınıftan hangisindendir, diye merak edilecek olursa:

36- Daha önce kendilerine kitap verdiklerimiz de, yani yahudi ve hıristiyanlar da sana indirilen (vahiy, yani Kur'ân) ile ferahlanırlar, sevinç duyarlar. Gerek yahudilerden, gerek hıristiyanlardan olsun ehli kitap, Kur'ân'a vakıf olunca mutlaka bir ferahlık duyarlar. Fakat bunlar iki kısımdır: Bir kısmı, Abdullah b. Selam ve benzerleri gibi, tam anlamıyla ehli kitaptırlar; Tevrat ve İncil'in gerçek anlamını kalblerinde hissedip, yüreklerinde duyanlardır. Bunlar bütün içtenlikleriyle Allah'ın emirlerini yerine getirmeye çalışanlardır ki, Kur'ân'ın bütününden, baştan sona bütün âyetlerinden ferah ve sevinç duyarlar ve onun ilâhî vahiy olduğunu anlar, derhal Allah'ın birliğini ve Hz. Muhammed'in hak peygamberliğini tasdik ederek müslüman olurlar. Diğer bir kısmı da vardır ki, Kur'ân-ı Kerîm'in "Biz Tevrat'ı muhakkak ki, hidayet ve nur olarak indirdik" (Maide:44) gibi önceki kitapları ve peygamberleri medh ve tasdik eden, onların hükümlerinden bazı misaller veren belli âyetlerinden ferahlanırlar ve yalnızca bu noktalara kalsa Hz. Muhammed'in peygamberliğini de kabul ve tasdik etmek isterler, ancak kendilerinin teslis, teşbih vs. gibi yoldan sapmalarını, Allah'ın âyetleri üzerindeki tahrifatlarını ve ilâhî hükümler üzerinde yaptıkları değişiklikleri konu eden âyetlere gelince, onlar hiç hoşlarına gitmez. Hemen inkâra saparlar. Bundan dolayı buyuruluyor ki:

Ahzaptan da, (yani, ehli kitabın Hz. Peygamberimiz'e karşı kin ve düşmanlıkta birleşip, birbirlerine muhalif hizipler meydana getiren çeşitli gruplarından da) öyle kimseler vardır ki, Kur'ân'ın hepsini inkâr edememekle beraber basızını inkâr eder. Yani, hoşlanmadığı âyetlerini inkâr eder. Çünkü heva ve heveslerine uygun düşmez. Mesela yahudi hizbi "Meryemoğlu İsa Mesih, Allah'ın Resulüdür ve Meryem'e ilka ettiği kelimesidir ve Allah'dan bir ruhtur" (Nisa:171) âyetini inkâr eder. Oysa hıristiyanlar bununla sevinirler. Onlar da "Allah'a üçtür demeyin! Buna son verin, sizin için hayır olur." (Nisa:171) ve "Şüphesiz ki, 'Allah, Meryem oğlu İsa Mesih'tir' diyenler elbette kâfir olmuşlardır" (Maide:71) gibi âyetleri inkâr ederler.

Sen de ki, ben ancak Allah'a ibadet etmeye, ancak Allah'ı mabud tanıyıp, ona kulluk etmeye ve O'na şirk koşmamaya memurum, bununla emrolundum. Yalnızca O'na davet ediyorum" "De ki: Ey ehl-i kitap! Bizimle sizin aranızda eşit olan kelimeye geliniz ki, o kelime, Allah'dan başkasına ibadet etmemek, hiçbir şeyle O'na şirk koşmamak ve Allah'ı bırakıp da birbirimizi tanrılar edinmemektir" (Al-i İmran:64) diyorum.

Ve dönüş yerim ancak O'dur.

37- Ve işte böyle, esas itibariyle bütün ehli kitaba ferah verecek ve üzerinde ittifak edilecek temel ilkeleri, aslına uygun olan ve aykırı düşen bütün ayrıntıları tek tek ortaya koyan ve bütün hedefi tevhid inancıyla Allah'a yönlendirmek olan bir indirişle Arapça bir hüküm, yani Arap diliyle ifade edilmiş ve bütün anlaşmazlıklar üzerinde hakim bir kanun, incelikleri çözmede bir hikmet olarak indirdik onu. İşte bu özelliklerle indirildi sana indirilen bu kitap ya Muhammed!

Kur'ân işte böyle her kitabın üstünde ve bütün milletler üzerinde hakim bir hak kitaptır. Bununla beraber Arapça'dır. Arap diliyle indirilmiştir. Dile getirdiği ilâhî hükümler Arapça olarak ifade edilmiştir. Hükmünün geçerliliği Arapça olan aslına uygunluk şartına bağlanmıştır. Bundan dolayı daha önce indirilmiş olan semavi kitapların, Kur'ân'a uymayan, Kur'ân'ın onayından geçmeyen hükümleri ile amel etmek caiz olmayacağı gibi, Kur'ân'ın tercemelerine de bu hakimiyet isnad edilemez ve tercemelerden doğrudan doğruya hüküm çıkarmaya kalkışmak da doğru olmaz. Hüküm ancak Arapça indirilmiş olan aslına aittir. Demek ki, Kur'ân, yalnızca tilavet edilmekle kalmamalı, mücebince amel edilip, bütün hükümleri insanlar arasında icra edilmelidir. (Maide Sûresi'nde (âyet 48) ve Nisa Sûresi'nde "Gerçekten de Biz sana bu kitabı indirdik ki, insanlar arasında, Allah'ın sana gösterdiği gibi hükmedesin diye..." (âyet 105. Bu âyetlerin tefsirine bkz).

Ve sana gelen bu bilgiden sonra onların keyiflerine uyacak olursan, yani, Kur'ân'ın bazı hükümlerini inkâr eden hiziplerin inkârları heva ve hevestir, bir keyfiliktir. Onlar Hakk'ın hükmünden hoşlanmazlar da hevalarına, gönüllerinin arzularına uyarlar, kendi keyfi arzuları hakim olsun isterler. Sana gelen ise heva ve heves değil, gerçek ilimdir. Binaenaleyh bu ilim sana geldikten, bu kitabın âyetleri ile Hakk'ın hükmü sence bilindikten sonra da bilfarz onların heveslerine uyacak olursan, Allah bilir ya Allah'dan sana ne bir velî, bir dost bulunur, ne de bir vikaye edici, yani koruyucu. Ki o takdirde Allah'dan sana gelebilecek musibetlere ve belalara karşı seni koruyacak bir dostun, bir vikaye edicin, yani koruyucun olabilsin.

Kur'ân'ın bazı kısımlarını inkâr ile Hz. Muhammed'in hak peygamberliğine itiraz etmek isteyen çeşitli hiziplerin inkâr ve iddiaları ne kadar havaî ve ne kadar boş, ne kadar sarkak ve çarpıktır:

38- Andolsun ki, biz gerçekten senden önce de peygamberler gönderdik onlara da zevce (eş)ler ve zürriyetler verdik. Buna göre senin de birtakım meşru zevcelerinin, nikahlı eşlerinin ve evlatlarının bulunması ne diye senin peygamberliğine engel teşkil etsin? Ehli kitaptan çeşitli hizipler, kendi heva ve heveslerince Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr için bazı şüpheler ileri sürmek istemişlerdir ki, başlıcaları şunlardır:

1. Müşriklerle ağız birliği içinde olan bazıları "Allah resulü, insanüstü özelliklere sahip olmalı, melek cinsinden olmalı" diye tutturuyorlardı. Böylece beşer olarak yaratılmayı peygamberliğe aykırı farzederek, "Biz nasıl olur da kendimiz gibi bir beşerin ardından gideriz?", "Bu ne biçim peygamber yemek yiyor, sokaklarda gezip dolaşıyor?" diyerek akılları sıra Hz. Peygamberimiz'i ayıplamaya ve inkâra kalkışmışlardı ki, bu noktalara diğer sûrelerde gerekli cevaplar verilmiştir. Yine bu kuruntuyu değişik açılardan dillerine dolayan birtakım hıristiyanlar da Hz. Peygamberimiz'i özellikle birden fazla kadınla evlenmiş olmasından dolayı ayıplamaya çalışıyorlar. Ve "Eğer Muhammed peygamber olsaydı böyle kadınlarla meşgul olup, evlad ve iyalle uğraşır mıydı? Yahya ve İsa gibi,onun da tek başına münzevî bir hayat yaşaması gerekmez miydi?" diyorlardı ki, bu gün de hıristiyanlar bu gibi propagandalara hız vermek istiyorlar. Halbuki böyle bir iddia Yahya ve İsa peygamberlerden önce gelmiş ve onlar tarafından tasdik ve teyid edilmiş olan birçok peygambere, yani Davud ve Süleyman'dan Musa, Yakup ve İbrahim'e hatta Nuh ve Âdem'e varıncaya kadar Eski Ahid'de ve İncil'de haber verilen birçok peygamberin hepsini inkâr etmek gibi bir çelişkidir ki, bu da iddia edilen hıristiyanlığı kökünden inkâr etmektir. Zira bu peygamberlerin çoğu bir tane değil, müteaddit ve hatta Davud aleyhisselâm gibi bazıları yüz kadar kadınla evlenmiştir. Peygamberler güzide zürriyetler yetiştirmişler ve böylece beşer soyunun manen olduğu gibi maddeten de tertemiz babaları, ataları olmuşlardır. Ve işte bu âyette, her şeyden önce bu tarihî hakikat açıklanarak, o bir kısım ehli kitap hiziplerinin Hz. Peygamberimiz'e arşı zevceler ve evlatlar gerekçesiyle inkâr ve itirazlar, yalnızca Hz. Muhammed'in peygamberliğini değil, geçmiş peygamberlerin hemen hepsini, hatta İsa ve Yahya da onları peygamber olarak tanımış ve tanıtmış olduğu için, bu ikisinin peygamberliğini inkâr sonucuna götürür. Nereden bakılırsa bakılsın bu gerekçe bir çelişkiden başka bir şey değildir. Böylece bir peygamberin insanüstü özellikler taşıması, yani melek cinsinden olması iddiası da batıl bir iddia durumuna düşmüş olur.

2. Bir kısmı da peygamberi, haşa bir ilâh gibi farzederek ve mucizeleri sanki peygamberler kendileri yapıyormuş gibi sanarak: "Muhammed eğer peygamber olsaydı, diğer peygamberler gibi kendisinden her ne âyet istenirse, her ne mucize talep edilirse derhal yapıvermesi gerekmez miydi?" demişler. Buna cevap olmak üzere buyuruluyor ki: Ve hiçbir peygamber için Allah'ın izniyle olandan başka bir mucize getirmek söz konusu değildir.

3. Hz. Peygamber, gaybden haber olmak üzere kâfirleri azab ile uyarıp müminleri nusret ve rahmet ile müjdeledikçe yukarıda da geçtiği üzere, kâfirler "hani nerde o azap?" diyerek acele ediyorlardı. Başlarına gelecek belanın gecikmesini şüpheye vesile edinerek "Hani ya o vaad ve vaîtler nerde kaldı? Demek ki yalanmış, aslı yokmuş" diyorlardı. Buna cevap olmak üzere de buyuruluyor ki: Her ecelin bir kitabı vardır. Yani haber verilen o vaad ve vaîdlerden her birinin yazılmış, kararlaştırılmış bir vakti, bir saati vardır. Belli bir vakitle müecceldir. Her vaktin, tanınmış olan her sürenin Allah katında ayrı bir yazısı, özel bir hükmü vardır ki, ahvalin ihtilafı ile ilgili olarak, hikmet gereğince yazılmıştır. Ve bu müddet içinde kendini düzeltmek, kurtuluş yollarını araştırmak veya heva ve hevesine kapılıp azabı gerektiren işler işlemek için insanlara bir mühlet tanınmış, birtakım imkanlar sunulmuştur. Binaenaleyh Allah, her birinin yazılı vaktini gözetir. Ve bundan dolayı çeşitli zamanlar için başka başka kitaplar nazil olmuştur. Mesela, Musa zamanının kitabı başka, İsa devrinin kitabı başkadır. Velhasıl her zaman için bir kitap vardır. Ve son zamanın kitabı da Kur'ân'dır. Onun için Arapça bir hüküm olan bu kitap önceki kitapların esasını, temel ilkelerini yeniden hükme bağlayıp tahkim eder, onlardaki bazı hükümleri de neshedip değiştirir.

4. Ehli kitaptan yahudi hizbi gibi, bir kısmı, neshi inkâr ediyor ve öyle zannediyorlardı ki, "nesih bir bir bedayı, yani, önce bilinmeyen bir ilmin, sonradan elde edilmesiyle önceki hükümden caymayı gerektirir. Allah Teâlâ bilgisizlikten münezzeh olduğu için ilâhî hükümlerde nesih olmaz" diyorlardı ve "madem ki, Kur'ân'da daha önceki kitapların hükümlerini nesheden âyetler vardır, o halde bu kitap Allah kelâmı olamaz, bunu getiren kimsenin de peygamber olmaması gerekir" diye iddia ediyorlardı. Ve böylece yahudiler, Kur'ân'ın, Musa'yı peygamber, Tevrat'ı da vahiy mahsulü bir kitap olarak tasdik etmesinden yararlanarak, Tevrat'ı hiçbir şekilde nesih kabul etmez hakim bir ana kitap ve Musa şeriatını da değişmez bir din farzederek İncil'i de, Kur'ân'ı da inkâr ediyorlar. Hz. İsa'nın nübüvvetini olduğu gibi Hz. Muhammed'in risaletini de tanımak istemiyorlardı. Sanki Musa şeriatında, Yakup, İshak ve İbrahim'den Nuh ve Âdem'e kadar gelmiş geçmiş olan peygamberlerin şeriatlarından hiçbir hüküm değiştirilmemiş gibi batıl bir iddia peşinde koşuyorlardı. Fakat Hıristiyanlıkta Yahudiliğe ait belli bazı hükümler değiştirilmiş olduğu ve ezcümle Cumartesi'nin Pazar'a dönüştürüldüğü inkâr olunamıyacak bir vakıa bulunduğu cihetle yakın zamanlara kadar hıristiyanlar neshi inkâr etmiyorlardı. Çünkü neshi inkâr ettikleri takdirde Musevilere karşı İseviliğin hiçbir anlamı kalmazdı. Fakat son zamanlarda Protestanlar bunu düşünmeyerek müslümanlara karşı yahudiler gibi neshi inkâra kalkıştılar. (Bu konuda Hindli Rahmetullah Efendi'nin "İzharulhak" adlı eserine bkz.).

39- İşte herhangi hizipten olursa olsun nesih meselesini inkâr edenlere karşı buyuruluyor ki; Allah dilediğini mahveder, dilediğini yerinde sabit tutar. Gerek yaratmada, gerek hüküm koymada dilediğini mahveder. Varlık âleminden siler, hükümden düşürür, yürürlükten kaldırır, izini yok eder, dilediğini de onun yerine geçirir veya doğrudan doğruya yenisini yaratır. Evvela yaratılışta görülüyor ki, Allah Teâlâ, âlemde birtakım şeyleri yok edip, ortadan kaldırırken, diğer birtakım şeyleri durduruyor ve yeniden vücuda getiriyor. Mesela bir milleti mahvediyor, diğer bir milleti yaşatıyor. Aynı şekilde bir kavim içinde Zeyd ölürken bir Amir doğuyor veya Ahmed yaşamaya devam ediyor. Aynı şahısta ve aynı varlıkta hastalık, yaşlanma vs. gibi sebeplerle durmadan durum değişikliği oluyor. Bedende hücreler bir yandan ölürken, bir yandan da yenileri onların yerine geçiyor. Mesela ticaret hayatında aynı kişi bazı işlerinde kâr ediyor, bazılarında zarar ediyorlar. Allah, bazan onun rızkını arttırır, bazan azaltır, ecelini ve ömrünü uzatır, kısaltır seadetini şekavete, şekavetini seadete dönüştürür. Tevbe edenin günahlarını, amel defterinden siler, yok eder, onun yerine, sevap yazar, ilh... Öyle ki, bütünüyle kâinat, bir taraftan harfleri ve satırları silinip, diğer taraftan yazılan bir kitap gibidir. Böyle iken kâinatın sayfa düzeninde, hikmetli akışında ne bir silinti, ne de bir kazıntıdan eser bulunmaz, kusursuz olarak işler. İşte ilâhî yaratılışta böyle olduğu gibi, teşri hususunda da durum böyledir: Allah Teâlâ, bir süre için yürürlükte tuttuğu bir şer'î hükmü, diğer bir zaman için yürürlükten kaldırır, yerine başka bir hüküm getirir: Hükümlerin bir kısmını başka hükümlerle nesheder. "Eğer biz bir âyetin hükmünün kaldırır veya onu unutturursak, ondan daha hayırlısını veya dengini getiririz" (Bakara 2/106) âyetinin gereğince o hükmün yerine ondan daha hayırlısını ya da en azından onun gibisini ikâme eder. Çeşitli devirlerin ve farklı toplumların durumlarına uygun düşen çeşitli şeriatler bulunur. Böylece "her ecelin bir kitabı var" olmuş olur. Çünkü kitaplar, şeriatlar dünya ve ahiret mutluluğunu elde etmek için, insanların uyması gereken kurallardır. İlahî irade ve meşiyyetin gereğince devirden devire insanların ve toplumların ihtiyaçları değişik olduğundan, ona göre, hükümlerin değişmesi de ilâhî hikmetin gereğidir. Bununla beraber Allah Teâlâ, dilediği bazı hükümleri de neshi mümkün olmayacak şekilde muhkem ve sabit kılar ki, bu gibi hükümler, her devir için şeriatin temel ilkeleri "usûlu-i şeriat", diğerleri de ayrıntı sayılan dallar "furu-i şeriat"dır. (Maide Sûresi'nde 48. âyete bkz). Bundan dolayı Kur'ân, Tevrat ve İncil'in ve diğer ilâhî kitapların önemle üzerinde durdukları temel ilkelerden bir kısmını destekliyerek, ehli kitabın hepsini sevindirip ferahlandırırken, o kitaplarda ahir zamanın şartlarına uygun olmayan birtakım hükümleri de neshedip ortadan kaldırır. Ve hatta, Kur'ân'ın kendi bünyesi içinde de nasih ve mensuh vardır. Ve bundan dolayıdır ki, Kur'ân bütün kitaplar üzerinde, müheymin (gözetici) ve bütün zamanların değişikliğine hakim Arapça bir hüküm kitabıdır.

Allah, böyle "dilediğini imha ve dilediğini ibka ve isbat eyler", ve ana kitap ancak O'nun katındadır. Bütün kitapların ilk kaynağı, aslı, esası olan, hiçbir şekilde değişmeyecek, mahvi mümkün olmayan ana kitap, daha doğrusu kitabın anası, "düstur-i âlâ" denilen kütük ancak O'nun katındadır ki, o "Levh-i Mahfuz" veya "ilm-i ezelî-i ilâhî"dir. Değişecek ve değişmeyecek olan, giden ve kalan işte her şey o kitapta yazılıdır. Hepsi bilinmektedir. Onun için dinin temel ilkelerinden olmayan konularda şeriatler arasında veya aynı kitapta meydana gelen nesihlerden dolayı, Allah Teâlâ'ya hiçbir şekilde beda lazım gelmez. Ve yine onun içindir ki, tekvin ve teşride mahiv ve isbat cereyan ettiği halde Ana kitaba (Ümmü'l-kitaba) göre , her şey "yazılmış, bitmiştir, kalem kurumuştur." Kâinatta yeniden yazılacak, yeniden programlanacak hiçbir şey yoktur. Her şey yerli yerinde ve yazılıp programlandığı şekilde akıp gitmektedir. Binaenaleyh Tevrat veya İncil'i "Ümmü'l-kitap" olarak farzedip de nesih kabul etmez diye iddia eden o inkârcı ehli kitap hiziplerinin inatları ve inkârları ne kadar boş, ne kadar batıl hevestir. Halbuki Kur'ân'dan önceki kitaplar, yalnızca nesihten değil, tahriften de uzak kalamamışlardır.

40- Onlara yaptığımız vaidlerin bir kısmını sana göstersek de veya seni vefat ettirsek de, yani, o inkârcılara vaad ettiğimiz ceza ve azabın hepsi gerçekleşecek ve sen bazısını dünyada gözlerinle görecek olsan da, hiçbirini sana göstermeden seni bu dünyadan alacak olsak da, sen bununla bağlı değilsin. Sen onların başlarına geleceği görüp görmeyeceğini düşünmeden vazifeni yapmaya devam et. Hiç birini görmeden vefat edecek olsan bile yine de görevini sürdür. İster gör, ister görmeden ölmüş ol, her iki durumda da sana düşen, boynuna borç olan şey tebliğdir. Yani sen bir peygamber olarak, üzerine vacip olan görev, peygamberliğin gereği olan hükümleri tebliğden ibaretttir. O tebliğin gereğini ifa ve icra etmek ve sonuçta onun hesabını görmek ve yine bu arada onlara haber verdiğin azapların gerçekleşip gerçekleşmediğini görmek senin görevlerin arasında değildir. Senin işin yalnızca tebliğ etmektir. Bize düşen de hesap görmektir. O kâfirlerin hesabını görmek, amellerinin cezasını vermek bize aittir. O işi yapacak olan biziz. Binaenaleyh sen, emek ve gayretlerinin semeresini görüp görmeyeceğini hesaba katmadan çalış, bu uğurda can vermek gerekse bile vazifen olan tebliği yap, gerisini bize bırak.

41-O inkârcılar görmüyorlar mı ki, biz kudretimizle yere geliyor onu etrafından eksiltip duruyoruz. Yani, bizim mahvimizi ve isbatımızı kabul etmek istemiyen o inkârcılar, baksalar ya, yukarıda açıklandığı üzere, önce rahmet ve kudretimizle meddetmiş ve ayaklarının altına sermiş olduğumuz yeri aynı durumda bırakıyor muyuz? O serili yeri, üzerinde yaşadıkları o geniş toprakları, etrafından kudretimizle sarıp sıkıştırmıyor, onu eksiltmiyor muyuz? Daraltmıyor muyuz? O ilk medde karşılık onda cezirler yapmıyor muyuz? Veya çeşitli yeryüzü olayları ile onu aşındırıp parçalamıyor muyuz? Veya o kâfirlerin vatanlarını peyderpey çevresinden eksiltip durmuyor muyuz? Nüfuslarını, topluluklarını kırarak, dağıtarak, feyiz ve bereketlerini azaltarak, arazilerini, yurtlarını daraltarak, güçlerini ezikliğe, kemallerini noksana dönüştürmüyor muyuz? Yerdeki bu değişikliği veya vatanlarındaki bu daralmayı, bu sıkışmayı görmüyorlar mı? Allah, öyle bir hüküm ve hükumet yapar ki, O'nun hükmüne muakkıp yoktur. Onun verdiği hükmü, arkasından takip edecek, ona yetişip de onu değiştirecek, nakzedecek ve engelleyip ortadan kaldıracak hiçbir kuvvet, hiçbir devlet, hiçbir makam ve merci yoktur. Ve O, hızlı hesap görendir. Şu halde o hesap ve azap demleri çok uzaktır, belki bize hiç sıra gelmez şeklinde boş hayallere hiç kimse kapılmasın. O'nun hesabı da, azabı da bir anlık meseledir. Allah murad edince göz açıp yummadan geliverir.

42- Onlardan öncekiler de mekirler yaptılar. Allah'a, peygamberlere, kitaplara ve müminlere karşı birtakım hilelere baş vurdular, tuzaklar, oyunlar düzenlediler, entrikalar çevirdiler fakat sonuç itibariyle mekir, bütünüyle mekir ancak Allah'ındır.

Allah'ın mekrine göre, diğerlerinin yaptığı mekirler hiçtir; mekir bile sayılmaz. Çünkü mekrin hakikatı, başkasına gizli, sezilmesi, anlaşılması mümkün olmayan bir kötülüğü ona iletmektir. Onu bilmeden oyuna getirmek, kötü duruma düşürmektir. Oysa Allah'dan gizli olan bir şey yoktur: Kulların bütün yaptıkları ve yapacakları Allah tarafından bilinmektedir. Her şey O'nun bilgisi ve kudreti altında cereyan etmektedir. Bundan dolayı, mekir yapanların yaptıkları mekir de bir amelden, bir kesipten başka bir şey değildir. Yaratma ve etki Allah'dandır. Bu suretle onlar oyun yapmaya çalışırken, sadece kendi kendilerini aldatmış ve kendi düşecekleri kuyuyu kazmış olurlar. Allah'ı oyuna getirmek mümkün olmadığına göre, yaptıkları işle başlarına gelecek oyuna kendileri sebep olmuş olurlar. Allah bir yere kadar kesiplerini yaratır, onlar da başardık, başarıyoruz zannederlerken, o oyunlarının cezası olarak Allah tarafından öyle gizli bir belaya uğratılırlar ki, bütün zan ve tahminlerinin aksine mahvolur giderler.

O halde hilekarlık yapmaya çalışanlar, bilmelidirler ki, yaptıkları hileler, sonuçta Allah'ın kendilerine bir oyunudur. Allah, hiç haberleri olmadığı, hiç ummadıkları bir şekilde mekirlerini başlarına geçiriverir. Aldatıyoruz, oyuna getiriyoruz zannettikleri doğruları da mükafatlandırır. Çünkü Allah aldanmaz ve aldatanları sevmez. Her nefis ne kazanırsa bilir. O kâfirler de ilerde bileceklerdir ki, bu yurdun akıbeti kimindir

43- O kâfirler bir de derler ki, sen mürsel değilsin, yani Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber değilsin. Böylece senin hak peygamber olduğunu inkâr ederler. Ey Muhammed! De ki, benim aramla sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Yani Allah Teâlâ, bana indirdiği, bende açığa çıkardığı kesin deliller, açık âyetler ve beyyinelerle benim peygamberliğime şahitlik etmektedir. Her şahitlikten yüksek olan bu Allah şahitliği, diğer şahitlerin şahitliğine artık ihtiyaç bırakmaz. Benim doğruluğumu isbat için başka hiçbir şahitliğe ihtiyaç kalmadan benim için kâfi gelir. Ve o âlim ki, yanında kitap bilgisi vardır. Kur'ân ilmine veya genel olarak kitap bilgisine sahiptir. Yani Arapça bir hüküm olan bu kitap, bu Kur'ân, benim peygamberliğime başlı başına bir şahittir, yeterli bir belgedir. Ancak bunun böyle olduğunu bilmek, bunu anlayabilmek için kitap ilmine sahip olmak, bu kitabın anlatımındaki fesahat ve belağati, bildirdiği gayb haberlerini anlamak, dile getirdiği bunca ilimleri bilmek, hasılı dilinden ve içeriğinden anlamak gerekir ki, bunun hak kitap olduğunu takdir edebilsin. Bunu bilen "ilim sahipleri sırf doğruyu ayakta tutma" aşkıyla onun hak olduğunu itiraf eder ve Hz. Muhammed'in peygamberliğine şahitlik eyler. Ve hatta bundan önceki kitaplarda, bu arada Tevrat ve İncil de dahil Hz. Muhammed'in peygamberliğini haber veren ve müjdeleyen âyetler, belge niteliğinde ifadeler vardır. Bunları hakkıyla bilen ve bu gibi kitapların bilgisine sahip olup da taassup göstermeyen, heva ve hevesine uymayan insaflı ehli kitap âlimleri de buna şahitlik ettiler.

Geri Dön

Anasayfaya dön Konulara dön
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri