15-HİCR:
1-
(Yunus
Sûresine ve benzerlerine bkz.) Bunlar, ilâhi bir sırrı kapsayan bu
sûre, bu kitabın ve apaçık bir Kur'ân'ın âyetleridir. Yani Allah'a ait
bütün kitapların mükemmelliklerini kapsayan ve hepsinden üstün olduğu
için, kitap denildiği zaman doğrudan doğruya akıllara gelecek olan ve
şöhretinden dolayı vasıflandırmaya ihtiyacı olmayan o bilinen kitabın,
muhtevasını en güzel beyan ile anlatan eşsiz Kur'ân'ın âyetleridir.
Bundan dolayı bunları başka sözlerle mukayese etmeyip tam bir özenle
okumalı ve dinlemeliyiz.
2- O inkâr
edenler, yani Kur'ân'ı tanımayan, bu kitabın Allah tarafından
indirildiğini inkâr edenler, bir zaman olur arzu eder veya bir zaman
gelecek arzu edecekler ki müslüman olsaydılar. Keşke onun hüküm ve
emrine boyun eğip müslüman olsaydık diye temenni ederler veya
edeceklerdir. Amma ya uzun bir alışkanlık ile küfrün uğursuzluğuna
mağlup olduklarından dolayı o arzuyu gerçekleştiremezler, İslâm
fazileti ile vasıflanmazlar veya vasıflansalar bile teklif zamanı
geçmiş, ceza zamanı gelip çatmış bulunur. Bu arzı ya müslümanların
güzel durumlarını gördükleri zaman veya ölüm sırasında veya kıyamet
gününde veya günahkâr müslümanların cehennemden çıktıklarını gördükleri
sırada olacaktır.
Ebu Musa
el-Eş'arî'nin rivayetine göre Hz. Peygamberimiz (s.a.v) buyurmuştur ki:
"Kıyamet gününde cehennemlikler cehehnemde toplandıkları ve kıble
ehlinden (müslümanlardan) Allah'ın dilediği bir kısmı da beraberlerinde
bulunduğu vakit kâfirler, bunlara: "Siz müslüman değil miydiniz?"
diyecekler. Onlar: "evet!" diyecekler. "O halde gördünüz ya
İslâm'ınızın hiç faydası yokmuş, işte siz de bizimle beraber ateşte
yanıyorsunuz." diye onları kınayacaklardır. Onlar: Hayır öyle değil;
bizim bir takım günahlarımız vardı. Yüce Allah, onunla bizi sorumlu
tuttu." cevabını verecekler. Bunun üzerine Yüce Allah o kâfirlere
kızacak ve rahmeti ve ihsanı ile kıble ehlinden olanların
kurtuluşlarını emredecek de onlar cehehnemden çıkacaklar. Ve işte o
vakit kâfirler: "Ah keşke biz de müslüman olsaydık diyecekler..."
İbnü Abbas
(r.a)dan da Mücahid şunu rivayet etmiştir ki: "Yüce Allah, müslümanları
yavaş yavaş rahmet ve şefaatine mazhar edecek ve sonunda 'Müslüman olan
cennete girsin'' buyuracak ve işte o zaman kâfirler müslüman olmalarını
temenni edeceklerdir..."
Bununla
birlikte gerçek şudur ki bu rivayetler, şiddetli arzu zamanlarına
yorumlanır. Yoksa ahirette kâfirlerin bu temenni ve pişmanlığı her an
ve sonsuza kadar devam edecektir.
3- Onları
bırak, İslâm'dan ve hak nasihatından faydalanmak ihtimalleri olmayan o
kâfirleri yesinler. Yani onların derdi hayvan gibi yiyip içmek, nefse
hoş gelen şeyler ve şehvetler peşinde koşmaktır. Bundan dolayı bırak
yemeye devam etsinler ve faydalansınlar, yani hayvanca zevkleri ile
boğuşadursunlar. Allah korkusu, ahiret ve hesap düşüncesi ile
ilgilenmeyerek eğlence etmeye devam etsinler. Ve ümit, kendilerini
oyalasın, işlerimiz düzgün gidecek, uzun ömürler süreceğiz, dünyadan
istediğimiz gibi faydalanacağız diye kendilerini aldatarak sonuçtan
gafil olsunlar ki sonra bilecekler, başlarına geleceği görecekler. Ne
hata edeceklerini anlayacaklar, "ah!" diyecekler amma iş işten geçmiş
bulunacak.
Fakat
"Hesabı çabuk gören Allah, bu kâfirleri niçin derhal mahvetmiyor?" gibi
bir soru hatıra gelecek olursa:
4- hiçbir
memleketi de başka şekilde helak etmedik ancak bilinen bir kitabı
olarak. Burada "bilinen" vasfı, unutulmaz ve gaflet olunmaz ve bundan
dolayı ileri geri şaşmaz demektir. Yani gerek arazisini yerin dibine
geçirip batırmak ve gerek halkını kırıp geçirmek gibi, türlü türlü
felaket ve afetler ile öteden beri mahvedilen memleketlerin hiçbiri
nasıl rastgelirse ve körü körüne değil, mutlaka herbiri Allah'ın
hikmeti gereğince tayin ve takdir edilip, Levh-i Mahfuz'a yazılmış
şaşmaz, unutulmaz, gaflet edilmez bir yazısı olarak ve dolayısıyla o
yazıdaki kayıtlar ve şartlar ve özel eceli gereğince helak
edilmişlerdir.
5- Onun için
hiçbir ümmet ecelinin önüne geçemez. O yazıda belirlenmiş olan
vaktinden önce helak olmaz. Geri de kalamazlar. Bundan dolayı bu
kâfirler de, yani senin şehir halkın olan Mekke kâfirleri de böyledir
ey Muhammed! Zamanı gelince bir an geri kalmıyacaklar, İbrahim
Sûresi'nin sonunda (49-50 âyetlerde) açıklandığı üzere el ve ayaklarına
kelepçe takılarak birbirine çatılıp katrandan gömlekler içinde
cehennemi boylayacak ve o zaman ne hata ettiklerini anlayacaklardır.
6- Bir de
dediler ki Mükâtil'in açıklamasına göre bu âyetin indirilmesinin
sebebi; Abdullah b. Ümeyye, Nadr b. Hâris, Nevfel b. Hüveylid, Velid b.
Muğire'dir. Mekke müşriklerinin bu çok inatçı ve azgın kodamanları ve
bunlara uyan kâfirler, apaçık Kur'ân'a ve bunun, üzerine indiği Hz.
Peygambere şöyle küfretmişlerdi ki ey kendisine o zikir indirilen! O,
zikir, Kur'ân'dır. Çünkü Kur'ân Allah Teâlânın halka va'z ve öğütlerini
hatırlattığından dolayı bir ismi de "zikir"dir. Kâfirler bu tabirle
çağırmayı teslim olmak ve inanmak şekli ile değil, gelecek tarz üzere
delilik saçmalıklarının sebebi olmak üzere alay tavrı ile yapıyorlardı.
Kısacası Musa (a.s) hakkında Firavun'un "Size gönderilen bu elçiniz
mutlaka delidir." (Şuarâ, 26/27) dediği gibi, bunlar da Kur'ân'ın
uyarıları hoşlarına gitmediği için, Kur'ân vahyini ve Hz. Muhammed'in
peygamberliğini akıl kabul etmez, delice bir iddia farzederek ve vahiy
inerken Hz. Peygamberimiz (s.a.v)'e gelmesi alışılmış olan ve Hakk'ın
vahyini, irade ile yapılan düşünmeden tamamen ayıran ve soyutlayan
istiğrak (gark olma, kendinden geçme) durumunu bahane edinerek o hitap
şekli ile demiş oluyorlardı ki, "Sana o zikir (Kur'ân) indiriliyormuş,
Kur'ân vahy olunuyormuş ha!... Hiç bu olacak şey mi? Ey bu büyük ve
olağanüstü vahiy ve peygamberlik davasının iddiacısı! Bu davadan dolayı
hiç şüphe yok sen kesin olarak delisin, cin tutmuş delirmişsin.
7- Yoksa
bize o melekleri getirsene!... Sana o Kur'ân'ı indiren veya bize azab
getirecek olan melekleri getirsene bakalım eğer doğrulardan isen böyle
yapman gerekir. Sana görünen neden bize görünmesin?..."
Allah Teâlâ
bunların bu hilelerini redderek buyurur ki:
8- Biz
melekleri ancak hakk ile indiririz. Yani melekler onların zannettikleri
gibi getirilmez, Hareketlerinin gayesi öyle kâfirlerin olması şöyle
dursun, insanlardan hiçbirinin emri altına da girmezler. Ancak Allah
Teâlâ'nın yüce emri ile indirilirler. O da şunun bunun arzusu gibi boş
yere değil, hak bir yol ve hikmetle indirilir. Bundan dolayı peygambere
Allah'ın vahyini getiren meleklerin onlara da görünmesi hak değildir.
Bir de o takdirde mühlet verilenlerden olamazlar. Kendilerine göz
açtırılmaz, azab melekleri indirildi mi, derhal işleri bitirilir.
9- Hiç şüphe
yok ki o zikri (Kur'ân'ı) biz indirdik biz hiç şüphesiz onun koruyucusu
da mutlaka biziz. Buradaki zamiri iki ayrı şekilde yorumlanmıştır.
Birincisi "zikr"e ait olmasıdır tefsircilerin çoğunun görüşü budur.
İkincisi Ferrâ ve İbnü'l Enbârî'nin görüşleridir ki, Kur'ân üzerine
indirilen Hz. Peygamberimize ait olmasıdır. Bu durumda mânâsı onu cin ve
şeytan şerrinden ve düşman tecavüzünden koruyan ve koruyacak olan da
biz şanı Yüce Allah'ız demek olur. Bu da doğru bir mânâ olmakla beraber
âyetten ilk bakışta anlaşılan, birinci mânâdır. Yani Allah Teâlâ,
bununla Kur'ân'ın fazlalık veya noksanlıkla bozma ve değiştirmeden
korumasını üzerine almış ve korunarak kalmasını anlatmıştır. O halde bu
vaad varken sahabe, Kur'ân'ın Mushaf'ta toplanması ile niçin meşgul
oldular? Sorusu da sorulamaz. Çünkü hafızların Kur'ân'ı ezberlemesi
gibi, sahabenin onu toplaması da Allah Teâlâ'nın koruma sebebleri
cümlesindendir. Allah, onun korumasını üzerine aldığı içindir ki,
onları bu şekilde toplamaya ve zaptetmeye muvaffak etmiştir.
Burada
tefsirciler Allah Teâlâ'nın Kur'ân'ı korumasının niteliği hakkında da
birkaç ayrı görüş açıklamışlardır. Şöyle ki:
1- Bunu
Allah'ın koruması, insan sözünden ayrı bir mucize kılarak halkı,
artırma ve eksiltmeden aciz bırakması şeklindedir. Çünkü Kur'ân'a bir
şey ilave edecek veya eksiltecek olsalar Kur'ân nazmı değişir ve bütün
aklı erenlere onun Kur'ân'dan olmadığı meydana çıkar. Bunun için
Kur'ân'ın icâzkâr olması (benzerini getirmekten insanları aciz
bırakması) bir şehri kuşatan sur ve istihkâm gibi onu korunmuş tutar.
2- Allah
Teâlâ, hiç kimseye Kur'ân'a sözlü mücadele edebilecek kuvvet vermemek
suretiyle onu korumuş ve muhafaza etmiştir. Bu iki yorum şekli
birbirine yakındır.
3- Allah
Teâlâ, teklif (yükümlülük) süresinin sonuna kadar Kur'ân'ı koruyacak,
okutacak ve halk arasında neşredecek bir topluluğu görevlendirmek
suretiyle, onu halkın iptal etmesinden ve bozmasından koruyup muhafaza
edecektir.
4- Korumadan
maksadın şu olduğunu söylemişler: Bir kimse Kur'ânın bir harfini veya
bir noktasını değiştirecek olsa bütün âlem ona: "Bu yanlıştır, Allah'ın
sözünü değiştirmektir" der. Hatta büyük ve heybetli bir adam Allah
kitabının bir harfinde veya harekesinde yanlışlıkla bir hata veya bir
lâhin yapacak olsa çocuklar bile ona hemen, "Efendi yanıldın, doğrusu
şöyledir!" derler.
Fahreddin
Râzî der ki: "Kur'ân'ınki gibi korunma hiçbir kitaba nasib olmamıştır.
Başka hiçbir kitap yoktur ki, az çok tashif (kelimeyi yanlış yazma),
tahrif (yazarken harflerin yerini değiştirme) ve bozulma girmemiş
olsun. Bunca dinsizlerin, yahudilerin ve hıristiyanların Kur'ânı
değiştirmek ve bozmak üzere birçok arzuları ve hırsları bulunduğu
halde, bu kitabın her yönden tahriften korunmuş olarak kalması en büyük
mucizelerdendir. Bir de Allah bunun böyle korunmuş olarak kalmasını bu
âyetle haber vermiştir. Şimdiye kadar da altı yüz seneye yakın bir
zaman geçmiştir. Bundan dolayı, bunun bir gayb haberi olduğu
gerçekleşmiş bulunuyor. Bu ise üstün bir mucizedir. Bu satırların
yazıldığı şu zamanımızda ise, yüce hicretin bin üç yüz kırk dokuzuncu
(günümüzde ise bin dört yüz on üç) senesinde bulunuyoruz. Bu sûre,
Mekke'de indiğinden dolayı demek ki bin üç yüz elli seneyi geçen bir
müddetten beri, bütün kâinat bu gayb haberinin gerçekleştiğine şahid
olmaktadır. Gerçekten Kur'ân'da bu âyet, açık bir ifade olmasaydı bile,
hiçbir kitaba nasib olmayan bir koruma ile bu kadar senedir korunması,
Râzî'nin dediği gibi başlı başına büyük bir fiilî mucize olurdu. Bunun,
bu âyetle başlangıçtan itibaren açık olarak ifade edilmesi, özellikle
pekiştirilerek anlatılmış olması ise, hiç söz götürme ihtimali olmayan
ilmî bir mucizedir. Ve işte on üç buçuk asırdan fazla bir zamandan
beri, dünya böyle hem ilim ve hem de amelle ilgili yönleri toplayan bir
mucizenin şahidi olagelmiştir. "Bunlar, kitabın ve apaçık olan
Kur'ân'ın âyetleridir." (Hıcr, 15/1).
Böyle apaçık
bir Kur'ân'a ve bunun, üzerine indiği Yüce Peygambere karşı, kâfirlerin
neden insaf etmeyip de edepsizlikte bulunduklarına gelince; Allah
Teâlâ, bunun sebebini açıklamakla Peygamberini teselli etme konusunda
buyuruyor ki:
10-11-12-
İşte öyle yani bütün önceki peygamberlerin etrafında bulunan ve her
gelen peygamber ile alay edenlerin kalblerine yaptığımız gibi biz ona,
o zikre bir yol veririz suçluların kalplerinde, yani Allah'ın sözünün
her kalbe girişi ve orada alacağı akım bir değildir. Güzel bir tohuma
iyi bir yerde verilen gelişme ve büyüme, çorak yerlerde verilmediği
gibi, Allah'ın sözünün de suçlu kalblerdeki yankılanmaları, temiz
kalblerdeki tecellilerine benzemez. Temiz kalblere edebî bir hayatın
yayılması ile girip dizilen sözünü Allah Teâlâ, suça bulaşa bulaşa
mizacı bozulmuş olan suçluların çürük kalblerine mızrak saplar gibi,
aksi tesir ile sokar.
13- Öyle ki
ona inanmazlar. Halbuki önlerinde öncekilerin sünneti geçmiştir. Yani
geçmişte peygamberleri yalanlayanlar ve onlarla alay eden imansızları o
inanmadıkları şeylerle Allah Teâlâ'nın hep mahvetmiş olduğu ve bunun
öteden beri meydana gelen Allah'ın bir sünneti, Allah'ın bir kanunu
olduğu, tecrübe ile sabit bir gerçek iken ve bundan ötürü ders alacak
bunca tarihi ibret önlerinde geçmiş iken yine inanmazlar.
14-15-
Onlara gökten bir kapı açsak da orada göz göre yukarı çıksalar, yani
melekler, o kapıda açıktan açığa inip çıkıyor olsalar veya doğrudan
doğruya kendileri çıksalar gözlerine inanmazlar da mutlaka derler ki
başka bir şey değil, muhakkak gözlerimiz perdelendi daha doğrusu biz
büyülenmişiz de gözlerimize kuruntular ve hayaller gerçek gibi
görünüyor. Yoksa gerçekten göğe çıkmak mümkün mü? diye inkâr ederlerdi.
16- Şüphesiz
ki biz gökte burçlar yarattık.
BURC: aslında yüksek köşk demektir.
Gökte özel bir şekilde toplanmış bir takım yıldızların toptan
görünüşlerine de bu mânâ ile burc denilmiştir ki, bu takım yıldızların
meşhurları on ikidir. Bulundukları yerlere "mıntakatü'l-bürûc" (burclar
mıntıkası) denilir ki güneşin bir yerden diğer bir yere geçme
noktalarını sınırlayan Yengeç burcu yörüngesi ile Oğlak burcunun
yörüngesi arasındaki kuşaktır. Astronomi bilginlerinin teriminde
burçlar denildiği zaman Güneş ve gezegenlerin yörüngeleri sayılan bu on
iki burç anlaşılır. birçok tefsirciler de bu on ikiyi söylemişlerdir.
Fakat gökteki burçlar, yalnız bu on iki burçtan ibaret değil, sayıları
pek çoktur. Çoğu bu on iki burcun içinde ise de Büyükayı kümesi,
Küçükayı kümesi gibi kutuplar bölgesinde olanlar da vardır. Ve bu
âyette, belirsiz çoğul kipi ile genel olarak buyurulmuş olduğundan
dolayı, bunu on iki ile sınırlamak görünüşe aykırıdır. Öyle ise
âyetteki güzel zevki tatmak için burc kelimesinin içerdiği mânâlara
dikkat etmelidir. Burc denildiği zaman ilk önce yüksek bir köşk mânâsı
vardır. İkinci olarak bu köşkün maddesinde yıldızlar vardır Üçüncü
olarak yıldız mânâsında ışık anlamı vardır. Bu şekilde buyuruluyor ki:
"Baksanıza, biz gökte birçok burclar, yıldızlardan yapılmış, ışıklarla
donanmış türlü türlü şekillerde yüksek yüksek köşkler yaptık. Yani
tabiata kalsaydı bunlar olamazdı. Gök meydana gelmez, meydana gelseydi
bile basit bir uzaklık olmaktan öteye geçemezdi. Yıldızlar ve özellikle
bunların değişik şekillerde teşekkülleri olamaz, yıldız tabiatı ile
miktarları, uzaklıkları farklı olamazdı, değişik manzaralara ayrılamaz,
hepsi aynı şekilde, aynı vaziyette eşit mesafelerde, bir boyda, bir
tarzda olur, gök manzaralarında bu güzel burçlar bulunmazdı. Sanat ve
kuvvetimizle biz bunları yaptık."
Ve bakanlar için onu, o göğü süsledik. Yani o çeşitli burçları, nurdan avizeleri, güzel manzaralarıyla gök öyle güzeldir ki, dikkati çekmemesi, bakanların ibret almaması mümkün değildir. Fakat bunun için bakacak, baktığını görecek, gördüğünün ilerisini sezip ibret alacak görüş sahibi olması lazımdır. Görüş sahibi olanlar bu güzel sanata tutulup baksınlar, bu yüceliği bu kudret eserlerini seyretsinler de yaratanın yücelik ve ululuğuna delil getirmekle tevhide yükselsinler diye onu süsledik ve donattık.
17- Ve onu
her taşlanmış şeytandan koruduk.
RACÎM:
Recimden feîldir ki, fâil mânâsında olur, mef'ûl mânâsına da olur.
Recm, lügatta taşlamak demektir. Sonra öldürülmüş mânâsına gelir ki,
bu, benzetme yoluyladır. Kâzif (iftiracı) gibi sövmek ve küfretmek ile
haysiyete dokunan söz söylemek mânâsına gelir. Çünkü çirkin söz
atmaktır. "Seni mutlaka taşlarım" (Meryem, 19/48) gibi yalnız zan ile
söyleyivermek mânâsına gelir ki, dilimizde de "atma" denilir.
"Karanlığa
taş atar gibi" (Kehf, 18/22) zan ile söylemek terimi de bundandır.
Atılan, "kendisi ile atış yapılan" her şeye isim de olur. Çünkü "Ve
onları, şeytanlar için taşlamalar yaptık.." (Mülk, 67/5) âyetinde mermî
mânâsınadır. Nihayet taşlama, kovma ve lanet mânâsına gelir. Çünkü
kovulan taşlanır ve Bu mânâlardan her biri ile de tefsir edilmiştir.
Şeytan taşlanmıştır, atar, kendi kendine hükümler verir. Bilmediği
şeyleri atar, yalan söyler, iftira eder. Yukarda adı geçen alay edenler
gibi küfreder ve söver; fırsat bulursa haksız yere öldürür.
Taşlanmıştır, ileride açıkça ifade edileceği gibi kovulmuş ve
lanetlenmiştir. Burada de "küllün" kapsamlı olması "racîm"in muhtemel
bütün mânâlarına, cin ve insan şeytanlarının hiçbiri dışarda kalmamak
üzere, hepsini içine almak suretiyle, yani herbirine birer kapsam ifade
eder. Ve racîm (taşlanmış) niteliği, diğerlerini dışarda bırakan bir
kayıt olmayıp şeytanın açıklayıcı bir niteliği olduğundan bu nitelik,
"bütün şeytanlar"dan hiçbirini kapsam dışında bırakmaz, yani her
şeytan, her mânâsı ile racîmdir. Racîm (taşlanmış) olmayan hiçbir
şeytan yoktur. Özetle , "sûr" ipucu ile bu mânâlardan her birinin
yalnız başına ve nöbetleşe anlatılmasının kastedilmiş olduğu anlaşılır.
Kur'ân'a ve Hz. Peygamberimize dil uzatmak isteyen ve insan şeytanlarından
olan adı geçen kâfirler, bu recmin asıl konusu olduğundan dolayı, mânâ
açısından bu genelleştirme daha açıktır. Bununla birlikte şeytanın
kendisinden ayrılmayan genel bir özelliği olan racîm niteliğinin, akla
gelen ve bilinen mânâsı mercûm, (taşlanmış) yani kovulmuş ve
lanetlenmiş mânâsı, tam açıklayıcı vasıf olduğundan dolayı, diğer
mânâlara ihtiyaç da kalmayabilir. Bundan dolayı meâlin özeti şu olur:
"Biz göğü bakanlar için süslemekle beraber her taşlanmış şeytandan
koruduk. İster cin ve ister insandan hiçbir şeytan göğe çıkamaz,
gökteki durumlar hakkında bilgi sahibi olamaz. Yerdeki gibi orada
şeytanlık yapamaz. Benzerlerine açık olan o güzel gök, gözleri
şeytanlıkta olan gizli açık bütün şeytanlara kapalıdır ve hepsi
taşlanmış ve kovulmuşlardır. Bundan dolayıdır ki, o kâfirler de göğe
baksalar bile yükselmeye imkan bulamazlar, yükselemezler. Ve diyelim ki
kendilerine gökten bir kapı açılsa da açıktan açığa yükselecek olsalar,
gözlerine inanmazlar da gözlerimiz döndü veya büyülendik derler.
18-Ancak
kulak hırsızlığı eden müstasnâ, yani gök, korunmuş olup ona
yükselemedikleri için melekler âlemini dinleyemez. "Artık o şeytanlar
'mele-i âlâ'yı (melekler âlemini) dinleyemezler." (Saffât, 37/8).
Gökteki melekleri dinlemekle bilgi alamazlar. Ancak göğe ait inen
ilimler ve haberlerden işittikleri bazı şeyleri çalarak şeytanlık
yapmak için kulak hırsızlığı edenler vardır. (Saffât, 37/7-10. âyetler
ile; Cin, 72/8-9. âyetlerin tefsirine bkz.) Onun da peşine açık bir
alev sütunu düşmüştür. Açık bir alev ardından yetişmektedir.
ŞİHÂB:
Lugatte ateş alevi demektir. Parıltılardan dolayı yıldızlara ve süngüye
de denilir. Özellikle gökten yıldız kayıyor gibi, görünen aleve
denildiği çok olmuştur. Bunun bir alevleme olduğu görünürse de fizikî
olarak oluşma şekli henüz ilmi olarak açıklanmış değildir. Bu konuda
değişik varsayımlar vardır. Eskiden tabiat ilmi ile uğraşan bilginler,
yükselen buharların, yani havanın yüksek tabakalarına yükselmiş olan
birtakım gazların tutuşmalarına yorumluyorlardı. Son zamanlarda da şu
görüş ortaya çıkmıştır: Kıvılcımlar, uzayda sürüler halinde seyr ve
hareket eden bir takım küçük cisimlerdirler. Yer bunların birçok
yörüngelerine rast gelir. Ve bunlar yeryüzüne rast geldikleri zaman,
atmosferin yüksek kısımları ile teması sonucunda süratlerinin
şiddetinden dolayı sürtünme ile meydana gelen ısı ile tutuşurlar.
Göktaşları da bunlardan düşer. Alev sütunlarının sürati saniyede kırk
ile yetmiş iki kilometre arasında değişir. Gök taşlarının hareketi ne
gezegenlerin düz yörüngeleri içinde, ne de onlarla aynı yönde olmayıp
bunlar yörüngelerinin cinsine göre daha fazla kuyruklu yıldızlara
benzetildiğinden astronomların bazısı bunları parçalanmış kuyruklu
yıldızların bir döküntüsü olarak düşünmek istemişlerdir. Şüphe yok ki
şihâb (alev sütunu) ve gök taşları konusu şimdiki astronomi ilminin
üzerinde kurulduğu çekim kanununa tatbik edilerek henüz
açıklanabilmekten uzaktır.
Rastgele
söylenen sözlere karışan herhangi bir açıklama da ilmî bir açıklama
olamayacağından bunlar göğe ait sırlardan sayılır. Fakat ilâhiyyât
ilmine yükselindiği zaman bütün o rastgele meydana gelen olayların
birer tasarruf olduğu anlaşılır. Ne olursa olsun şu açıktır ki, alev
sütunları atmosferin en yüksek sınırı üzerinden yeryüzüne doğru akan
bir tutuşma ve yanma olayıdır. Son teoriye göre de demek oluyor ki
bunlar, yukarıdan bir bomba gibi gelip yeryüzünün gök tarafında bulunan
hava tabakasına girerek tutuşmaktadırlar ki bu mânâ, Saffât
Sûresi'ndeki "Her şeyi delip, geçen alev" (37/10) mânâsına uygun düşer.
Ve demek ki bu yanma ve tutuşma, atmosfer havasının göğe doğru en
yüksek sınırlarına çıkıp gizlenmiş olan hararetle ilgili kuvvetleri ile
bir temas halinde meydana gelmektedir. Bu gizli hararetle ilgili
kuvvetler ise biraz sonra âyette açıklanacağı üzere cinlerin, gizli
şeytanların yaratılmış oldukları "zehirli ateş" ile ilgilidir. Ve işte
Mülk Sûresi'nde (67/5) ve Cin Sûresi'nde (72/8-9) de geleceği üzere
Kur'ân'da özellikle şunu haber veriyor ki alev sütunları göğe doğru
çıkmak isteyen cin şeytanlarına atılan birtakım göğe ait mermilerdir.
Bunlarda nitelik itibarı ile hem yıldızlar, hem taş ve hem ateş mânâsı
vardır. Ve şu halde ilâhî hikmet açısından bunların tutuşması, birtakım
kuvvetlerin ve kötü ruhların yakılması ve kovulması ile ilgilidir.
Kurtubî
tefsirinde der ki: "Şihablar (kıvılcımlar) bunları öldürür mü, öldürmez
mi? Bu konuda ihtilâf edilmiştir. İbnü Abbâs (r.a) demiştir ki:
Yaralar, yakar, yıkar, öldürmez. Hasan ile beraber bir grup da öldürür
demişlerdir. Fakat birinci görüş en doğru görüştür." Bu alev
sütunlarının insan şeytanlarını kovması ise ya bir manevî taşlama
yerine mecazi olarak kullanılmıştır veya cin şeytanları içindir. Çünkü
kulak hırsızlığını ilk önce gizli şeytanlar yapar ve âyetteki alev
sütununun umumî mecaz yolu ile maddî ve manevî şeyleri kapsaması,
açıklama tarzına daha uygundur. Ve bu üslubun zevkine ermek için Kur'ân
hakkındaki "Ve biz onu koruyacağız" (Hicr, 15/9) âyeti ile, gök
hakkındaki âyetleri arasındaki benzerliğe dikkat etmek gerekir. Yani
Kur'ân gök gibidir. Allah'ın sanatı ve kudretinin delilleri ile dolu
olan gök, nasıl onurlu cisimleri ve yüksek burçları ile bakanlar için
süslenmiş ve şeytanlardan korunmuş ve kulak hırsızları oradan bir ateş
şulesi ile kovulmuş ise, Kur'ân da öyledir. Yıldızlar ve burçlar gibi
âyetler ve sûreler ile güzel nazmı, temiz kalplerin sahipleri için
süslenmiştir. Ve o günahkârlardan olduğu gibi, taşlanmış şeytanlardan
korunmuştur. Onlar, ona yükselemezler. İman ve iltifat ile almaz ve
dinlemezler. Olsa olsa kulak hırsızlığı ederek şeytanlık yapmak
isteyenler bulunur ki bunları da parlak bir ateş şulesi kovalamaktadır.
Ve apaçık
Kur'ânın bu parlak ateş şuleleri ise o şeytanlara, kâfirlere, suçlulara
cehennem ateşi ile, Allah azabını gösteren uyarı âyetleridir. Gök
böyledir.
19- Yere
gelince. Düşünce sahipleri için, Allah'ın kudretinin delilleri onda da
apaçıktır. Yalnız astronomi ilimleri ile değil, yer bilimleri ile de
Allah'ın birliği isbat edilmiştir. Başlıcaları: Onu yaydık sündürüp
serdik. (Ra'd, 13/3 âyetin tefsirine bkz.) Öyle ki bunda şeytanlar da
bulunabilir. Bununla beraber ona oturaklı ağır dağlar da oturttuk ve
onda ölçülü, yani her bakımdan birbirine uygun veya tartılı her şeyden
bitirdik.
20- Ve onda
size ve rızık veremeyeceğiniz kimselere geçimlikler verdik. Ve hiçbir
şey yoktur ki onun hazineleri, bizim yanımızda olmasın. Biz onu ancak
belli bir ölçüye göre indiririz. Dünya serveti biter, Allah'ın kudreti
bitmez tükenmez.
21- Ve onda
size ve rızık veremeyeceğiniz kimselere geçimlikler verdik. Ve hiçbir
şey yoktur ki onun hazineleri, bizim yanımızda olmasın. Biz onu ancak
belli bir ölçüye göre indiririz. Dünya serveti biter, Allah'ın kudreti
bitmez tükenmez.
22-
Rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik. "Levâkih", "Likâh" tan türeyen
"Lâkiha"nın çoğuludur. Likâh, aşı demektir. Lâkiha da aşılı veya aşıcı
mânâlarına gelir.
Bu âyetin bu
mânâsı da başlı başına bir ilmî mucizedir. İbnü Abbas'tan bunun
tefsirinde: "Rüzgarlar ağaçların ve bulutun aşılayıcısıdır" diye
nakledilmiştir.
Hasan,
Dahkâk, Katâde de bunu söylemişlerdir. Râzî, bunu kaydettikten sonra
der ki: Erkek dişiye suyunu boşaltıp da dişi gebe olunca denilir ki
"erkek aşıladı dişi tuttu, gebe oldu" demektir. Bunun gibi rüzgarlar da
bulutların erkekleri yerinde kabul edilir. İbnü Mesud hazretleri bu
âyetin tefsirinde demiştir ki: "Allah Teâlâ, rüzgarları bulutlara
aşılama için gönderir. Onlar da suyu taşıyıp bulutlara karıştırır.
Sonra bulutu sıkıştırıp bir aşı gibi akıtır." Bu açıklama, rüzgarların
bulutu aşılamasının bir yorumudur. Fakat ağaçları aşılamasının
tefsirini zikretmemişlerdir. Yani âyetin yukarda anlatıldığı gibi
rivayet ile tefsirinde rüzgarların ağaçları da aşıladığı nakledilmiş
olmakla beraber nasıl aşıladığı açıklanmamış. Bir tefsirci olduğu gibi,
bir doktor da olan Fahrü'r-Râzî için de bu konu bilinmez kalmıştır.
Gerçi ağaç aşılamak eskiden beri bilinen bir şey ise de bununla
rüzgarın bir ilgisi yoktu. Bitkilerde rüzgarın yapabileceği bir aşılama
yakın zamanlara kadar bilinmiyordu. Ra'd Sûresi'nde açıklandığı üzere
"Orada bütün meyvalardan iki çift yarattı." (Ra'd, 13/3) gerçeği ortaya
çıktıktan, yani bütün bitkilerin çiçeklerinde erkek, dişi çifti
bulunduğu ve erkeğin dişiyi aşılaması ile meyveler meydana geldiği
anlaşıldıktan sonradır ki, rüzgarların bir aşıcı hizmetini yerine
getirdikleri anlaşıldı. Ve bu şekilde âyetinin de âyeti gibi bilinmeyen
bir ilmî gerçeği açıkladığı bin küsür sene sonra anlaşılmış ve
açıklanmış ve bundan dolayı bu âyetin de bir mucize olduğu ortaya
çıkmıştır.
İşte
rüzgarlar, taşıyıcı ve dağıtıcı oldukları için faydalarından birisi de
özellikle böyle ağaçları ve bitkileri aşılamasıdır. Bunun meydana
gelmesi için de rüzgarın belirli bir miktar ile uygun ve yumuşak bir
şekilde esmesi gerekir. Yoksa aşılama yerine bozma olur. Rüzgar,
havanın bir hareket ve akımıdır ki, havanın değişik şekilde ısınıp
soğumasındaki değişmeler ile meydana gelir. Tabiatta bu değişmeler ise
sıcaklık ve soğukluk tabiatları üzerinde hakim bir etkiye bağlı
olduğundan, bütün rüzgarlar doğrudan doğruya ilâhî bir tasarruf olduğu
gibi, bunların aşılama yapacak bir derecede esmeleri de doğrudan
doğruya Allah'ın bir lütfudur.
Bununla
beraber düşünülmelidir ki, su olmasaydı bu aşılar ne olur, hayat ne
olurdu? Onun için rüzgarlara bulutları da aşılatarak gökten bir su da
indirdik, yağmur yağdırdık da onu size sunduk; tabiata kalsaydı ne
rüzgar eser ne aşılama olur, ne yağmur yağardı. Onu hazinelerde
saklayan da siz değilsiniz, yani yağdıktan sonra dağlarda, pınarlarda,
kuyularda, göllerde, havuzlarda, mahzenlerde, küplerde, testilerde v.s.
tutan da siz değilsiniz, biziz. Burada rüzgarların gönderilme, suyun
indirilme ile anlatılması aynı zamanda bir de benzetmeye işaret eder.
Çünkü "erselnâ" peygamberlerin gönderilmesini; "enzelna" da kitabın
indirilmesini hatırlatır. Ve demek olur ki: İşte Allah tarafından
gönderilen peygamberler de o aşılayıcı rüzgarlar gibidir; Allah'ın
feyizini taşıyarak kabiliyeti olanlara yayar ve aşılarlar. İndirilen
kitap da o gökten inen su gibi hayatın mayasıdır.
23- Ve
şüphesiz ki biz gerçekten hem diriltiriz, hem öldürürüz. Bu, hiç delile
muhtaç olmayan açık bir gerçektir. Fakat amma "Ölünce mal ve mülk
varislerimize kalacak mı?" diyecekler. Hayır hepsine vâris de ancak
biziz. Bu dünyada yaşarken mülk ve tasarruf iddia edenlerin ve edecek
olanların hepsi yok olur. Mecâzî mülkleri, görünürdeki tasarrufları
ellerinden alınır, her zaman bakî, kayıtsız ve şartsız herşeyin sahibi
yüce şanımızla biz kalırız.
24- Andolsun
biz, sizden önce gelip geçenleri de biliriz, geri kalanları da biliriz.
Doğuşta, ölümde önde olan, miras bırakmak isteyen önce gelip
geçenlerinizi de, geri kalanları, miras almak isteyen sonra
gelenlerinizi de veya imanda, kâfirlikte, itaatte, isyanda ön safta
bulunmak isteyenleriniz de, geri kalan geri kalmak istiyenleriniz de
ezelde ve sonsuza kadar gerçekten bilgimiz dahilindedir.
25- Ve senin
O Rabbindir ki, yani seni yaratan ve terbiye edip gönderen o
Allah'ındır ki ey Muhammed! Onları mutlaka haşredecektir.
Ve önce
gelip geçenleri ve sonra gelenleri sonunda mahşere toplayıp hesaba
çekecektir. Onun için şimdilik bırak o kâfirler yiyip içip devamlı
eğlensinler. O Rabbin gerçekten hikmet sahibidir, çok bilendir.
26- Andolsun
ki biz insanı bir kuru çamurdan, bir şekillenmiş kara balçıktan
yarattık. Yani insan cinsini başlangıçta biz vurulduğunda ses çıkaran
kuru bir çiğ çamurdan, değiştirip dönüştürme ile özel bir şekilde
yoluna konmuş kokar bir balçıktan yarattık.
SALSÂL; "Ses
veren yani vurulduğu zaman tıngırdayan, kuru pişmemiş çiğ çamur" ( )
dur ki, pişmiş olursa tuğla, kiremit gibi ses çıkaran kuru bmir çamur
olur. Çünkü Rahmân Sûresi'nde "Vurulduğunda testi gibi ses çıkaran kuru
bir balçıktan..." (Rahmân, 55/14) buyurulmuştur.
HAME': Uzun
süre su ile yumuşayıp bozulmuş cıvık kokar çamur, yani balçık demektir.
Tekili ölçüsünde dir.
MESNÛN:
Bunun açıklanmasında tefsirciler birkaç görüş nakletmektedirler:
1- İbnü
Sikkît demiştir ki, Ebu Amr'i dinledim "mesnûn, bozulmuş demektir"
diyordu. Bunun açıklamasında Ebu Haysem de demiştir ki, denilir ki
"bozuldu", demektir. Ve buna delil "henüz bozulmamış" ki, bu kelime
dan, yani "yol güzergâhına konulmuş" olmaktan alınmıştır. Çünkü böyle
olan herhangi bir şey, bozulur.
2- Denilmiş
ki, "mesnûn" sürtülmüş, kazınmış veya bilenmiş demektir ki, taşı taşa
sürttükleri zaman "Taşı taşa sürttüm." deyiminden alınmıştır. Çünkü
bileğiye ve sürtülürken ikisinin arasından çıkan kazıntıya denilir ve
bu da kokar. Bundan dolayı bozulma ve kötü koku bunun da gereğidir.
3- Ebu
Ubeyde demiştir ki, "mesnûn" dökülmüş demektir. "Suyu güzelce yüzüne
döktü", denilir.
4- Sibaveyh
demiştir ki, "mesnûn" bir şekil ve örnek üzere resimlenmiş demektir.
Yüzün özel bir şekli olan den alınmıştır ve herhangi bir şeyin sünneti
deyimi de bu manadan alınmıştır ki, üzerine konmuş olan örneği
demektir.
Birincisi: e
sıfat olmasıdır ki "özel bir şekilde tasvir edilmiş, başka bir ifade
ile kalıba dökülmüş bir balçıktan meydana gelen bir çiğ çamurdan" demek
olur. Böyle olunca salsâl, "hame-i mesnûn"dan yapılmış demek olur.
Ebu'l-Bekâ ve Zemahşerî bunu tercih etmişler ise de faydalı bir görüş
değildir. Çünkü kuru çamurun yaş çamurdan meydana geldiğini anlatmak
gereksiz olduğu gibi, insan hamurunun balçık halinde iken insan
şeklinde bulunduğu da genel olarak kabul edilmiş değildir.
İkincisi:
Bedel olmasıdır ki, salsal'den, bir hame-i mesnûn'dan demek olur. Ebu
Hayyân'ın anlattığına göre tefsircilerin çoğu bedel olmasını tercih
etmiştir. Biz de bu görüşte ısrar etmek isteriz.
Önce salsâl,
sonra da ondan özel bir şekilde kalıba dökülüp insan mayasını meydana
getiren şekillenmiş, kara balçık yapılmış ve insan ondan düzgün bir
şekilde yaratılmış demek olur. Ve şu halde salsâl, su ile
karıştırıldıktan sonra süzülüp kuru çamur haline gelmiş bulunan,
yeryüzünün rütubetsiz olan tamtakır durumunu gösteriyor ki, tabiat
itibariyle bunda hayat düşünülemez. Ve bunun özellikle "salsâl" deyimi
ile anlatılması, insanın, yeryüzünden bir tabiat eseri olarak ortaya
çıkmasının mümkün olamayacağını tam bir açıklıkla anlatmak içindir.
Öyle ya,
tamtakır bir kuru çamurun tabiatı, hayata ne kadar zıddır. Tabiata
kalsa bunda, insan veya hayvan şöyle dursun, bir otun bitme imkanı bile
yoktur. Fakat şu bir gerçektir ki, bundan insan yaratılmıştır. Bu ise
doğrudan doğruya Allah Teâlâ'nın kudretinin sanatına, ilim ve hikmetine
apaçık bir delildir. Tabiat, kendine bırakılınca hiç değişmemesi
gerekirken Allah Teâlâ onu yumuşatıp değiştirerek bir balçık haline
çevirmiş ve o balçığa sanat ve hikmeti ile öyle bir sünnet (ilâhî
kanun) vermiştir ki bununla insan yaratılışı için ilâhî kanunun meydana
geldiği maya ortaya çıkmıştır. Bundan dolayı diyebiliriz ki; "hame-i
mesnûn" insan tohumu olan spermadır. Gerçekten sperma her anlamıyla
mesnûn, yani hem değişen, hem sürtülmüş, hem dökülmüş, hem de bir
sünnet üzere tasvir edilmiş (şekillendirilmiş) bir balçıktır. Bu
şekillenmiş balçığa "yapışkan bir çamur" (Sâffât, 37/11), "dayanıksız
bir suyun özünden" (Secde, 32/8), "katışık bir sperma" (İnsan, 72/2)
demek de doğrudur. Bu mânâ, insan nevinin bütün fertlerini kapsar.
Ancak insanın ilk ferdi olan Âdem, ilk insan olduğu gibi, onun
yaratıldığı o şekillenmiş balçık da ilk önce onda sünnet olmuş ilk
tohumdur. Özetle Âdem bile, ilk olarak sperma niteliğini almış bir
balçıktan yaratılmıştır. "O, insanı bir damla sudan yarattı" (Nahl,
16/4) ifadesi, onun hakkında da geçerlidir.
Şu kadar var ki, o spermadan önce bir insan yoktur. Onun seçimi, çocukları gibi bir insanın vücudunda meydana gelmemiştir. Bununla beraber şimdiye kadar bütün insanlar da onun gibi kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir kara balçıktan yaratılmaktadır. Yalnız şu farkla ki, bu şekillenmiş kara balçık, insanın gıda olarak yediği bitkiler ve hayvanların (et ve sütleri ile) bünyelerinden geçerek yine bir insan bünyesinde seçimini bulmaktadır. İşte insan denilen mahluk aslında böyle değersiz bir şeydir. Allah Teâlâ'nın ilim ve hikmetini, kudretinin sanatını anlamalı ki, şu kuru topraktan öyle şekillenmiş kara bir balçık yapmıştır. Ve o kokar balçıktan insan yaratmaktadır.
27-
Cânnı da, Cin cinsini meydana getiren gizli mahluku da ondan önce
şiddetli zehirli ateşten yaratmıştık.
SEMÛM:
Lugatte ateş alevi gibi esen sıcak rüzgara denilir ki, sam yeli diye
ifâde edilir. Ve kendisine harûr (sıcak rüzgar) da denilir. İbnü
Cerir'in açıklamasına göre bazı Araplar harûru, gündüz esen rüzgara
tahsis etmişlerdir. Bir hadis-i şerifte de: "Semûmun, cehennemin bir
harareti olduğu" bildirilmiştir.
SÂMM: "Semm"
maddesinden fâil, Semûm da onun mübâlağası olan "feûl" kipidir. Sem,
zehir, bir de "semmû'l-hıyât" gibi ince delik (iğne deliği) mânâsına
gelir.
Çünkü
vücuttaki terin çıktığı ve havanın nüfuz ettiği gizli deliklere
"mesemme", çoğuluna da "mesâm" veya "mesemmât" ve çoğulun çoğuluna da
"mesâmmât" denilir. Bundan dolayı sâmm ve semûm, mesâmmâte nüfuz edici
veyahut zehirleyici mânâlarını ifade eder. Ve o rüzgarın bu isim ile
adlandırılması da bu itibarlardan birisini veya her ikisini gözönünde
bulundurmaktan dolayıdır. Cinlerin zehirli ateşten yaratılmış olması,
cin ve şeytanın insana gizli deri gözeneklerinden girecek,
zehirleyecek, yakacak bir nitelikte olduğuna işaret eder. İbnü
Abbas'tan rivayet edilmiştir ki; "Şu bildiğimiz zehirli ateş, cinlerin
kendisinden yaratıldığı zehirli ateşin yetmiş parçasından bir
parçadır." demiştir. Demek ki insan yaratılmadan önce, cinlerin
yaratıldığı sırada yeryüzü çok dehşetli ateşler saçıyormuş.
Şimdi o
vakti düşün ki:
29- O halde
ben ona şekil verdiğim, o balçığı tam bir insan yaratılışına, düzgün
bir insan kıvamına koyup içine ruhumdan üflediğim zaman, burada
tamlaması, bir şereflendirme tamlaması, üfürme deyimi de bir örnektir.
Yani maddenin kabiliyetini olgun bir duruma getirip, içine "De ki ruh,
Rabbimin işlerindendir..." (İsrâ, 17/85) mânâsına uygun olarak Allah'ın
bir işi olan ruhtan feyiz verdiğim vakit siz hemen onun için secdeye
kapanın. Allah'ın emrine itaat ederek yere düşün, o ruh olan insana
boyun eğin. İşte Allah, o balçıktan yarattığı insanı ruhu ile böyle
yükseltmişti.
30-38-Bunun
üzerine bak ne oldu.
"Hepsi de
toptan secde ettiler. Ancak İblis müstesna." (Bakara, 2/34 ve A'râf,
7/11. âyetlerinin tefsirine bkz.) Yani kıyamet gününe kadar değil,
Allah katında bilinen vakte kadar ki "Sûr'a üflenince, Allah'ın
diledikleri hariç olmak üzere, göklerde ve yerde ne varsa hepsi düşüp
ölecektir." (Zümer, 39/68) âyeti ile açıklanan ilk üfürüş günüdür.
Ahmed b.
Kays'tan nakledilmiştir ki: "O, Medine'ye vardım demiş, maksadım
emirü'l-müminin Ömer (r.a) idi. Bir de vardığımda büyük bir cemaat
toplanmış, orada Ka'bû'l-Ahbâr insanlara vaaz ediyor ve şöyle diyordu:
"Âdem
Aleyhisselâm'a ölüm emri geldiği zaman 'Ya Rabbi! Düşmanım
İblis, beni
ölmüş bir durumda görünce kendisi kıyamet gününe kadar mühlet verilmiş
olmakla sevinecek, başıma gelene gülecek' dedi. Ona şöyle cevap
verildi: 'Ey Âdem! Sen cennete geri gideceksin, o lanetlenmiş İblis ise
öncekilerin ve sonrakilerin sayısı kadar ölüm acısını tatmak için
beklemeye bırakılacak. 'Sonra Âdem, Hz. Azrail'e, 'Ona ölümü nasıl
tattıracaksın? Niteliğini anlat.' dedi. Azrail onun ölümünü anlattı.
Âdem: 'Ya Rabbi, yeter!' dedi. Bunun üzerine insanlar, heyecana
geldiler de Ka'b'e 'Ey Ebu İshâk! O nasıl?' dediler. Ka'b, açıklama
yapmaktan çekindi, insanlar ısrar ettiler. Bunun üzerine Ka'b dedi ki:
'Yüce Allah, ilk üfürüşten sonra Hz. Azrail'e diyecek ki: 'Sana yedi
gök ve yedi yer halkının kuvvetini verdim ve bu gün sana bütün öfke ve
gazab kisvesini giydirdim. Öfke ve hücumunla in o taşlanmış İblis'e.
Artık ona ölüm acısını tattır. İnsan ve cinlerden önce ve sonra gelmiş
geçmişlerin acılarının kat katını kapsayacak şekilde, bütün acıları ve
hastalıkları ona yüklet. Beraberinde öfke ve kinle dolgun yetmiş bin
cehennem bekçisini, her biri ile de cehennem zincirlerinden,
tomruklarından zincirler ve tomruklar bulunsun. Cehennem, kancalarından
yetmiş bin kanca ile o lanetlenmişin, kokmuş canını çekip çıkarın.
Mâlik'i de (Cehennemdeki meleklerin başkanı) çağır. Cehennemlerin
kapılarını açsın.' Bunun üzerine Hz. Azrail öyle bir şekilde inecek ki
ona göklerin ve yerlerin halkı baksa dehşetinden derhal ölürlerdi.
Azrail, inecek İblis'e varıp, 'Dur, ey pis! Artık sana ölümü
tattıracağım, çok ömür sürdün, Allah'a yakın nice kimseleri sapıttın.
İşte bu o bilinen vakittir.' diyecek. Mel'ûn doğuya kaçacak, bakacak
Hz. Azrail gözlerinin önüde, batıya kaçacak yine gözlerinin önünde,
denizlere dalacak, denizler onu kabul etmeyecek, kısacası yerin her
tarafına kaçacak, sığınacak kurtulacak hiçbir sığınak bulamayacak,
sonra dünyanın ortasında, Hz. Âdem'in mezarı yanında duracak veya
doğudan batıya, batıdan doğuya topraklarda sürünerek en son Âdem
Aleyhisselâm'ın cennetten atılınca indiği yere varınca yer, bir kor
gibi olacak, zebâniler kancaları takıp didikleyecekler de
didikleyecekler. "Allah'ın dilediği zamana kadar" can çekişme ve
işkence içinde kalacak. O böyle can çekiştirirken Âdem ve Havva'ya da,
'Kalkınız, düşmanınız ölümü nasıl tadıyor, bakınız' denecek.
Kalkacaklar, onun çektiği işkencenin şiddetine bakacaklar da 'Ya Rabbi!
Bize nimetini tamamladın' diyecekler."
39-O bilinen
vakte kadar mühlet müsadesini alan İblis Ya Rabbi! dedi, beni azdırmana
karşılık yemin ederim ki veya azgınlığıma hükmetmen sebebi ile; yani
Allah katından kovulmuş, iyilik ve rahmetten uzaklaştırılmış bir melûn,
böyle bir mühlet müsaadesini elde edince şımarır da onu azgınlığa bir
teşvik vasıtası olarak kabul eder. Böyle şımartman hakkı için veya
çamurdan yaratılanı küçümseyip secde etmediğimden dolayı benim azgın
âsi olduğuma hükmetmenden dolayı mutlaka ben, yeryüzünde onlara süsleme
yapacağım. Yani maddelerini bahane ederek o kuru çamuru, o kokar
balçığı, onlar için süsleyip insanlığın esas yükselmesine vesile olan
ruhtan daha hoş, daha süslenmiş, daha kıymetli göstereceğim. Ve mutlaka
hepsini azdıracağım.
40- Ancak
içlerinden ihlaslı kulların müstesna, yani yalnız tâatin için seçilmiş,
lekesiz özel kulların aldanmazlar. Başlangıçta insanlığın maddesine
bakarak mutlaka aşağılığına hükmeden ve onlara zorbalık edebileceğini
söyleyen İblis'in, burada bu istisnası (ayırması), şüphe yok ki
Allah'ın söyletmesi olan bir itiraftır. Onun için:
41- Allah
Teâlâ buyurdu işte bu dediğin, sahiplerini istisna ederek
azıtamayacağını itiraf ettiğin o ihlâs ve tevhîd bir cadde, bir
kanundur ki bana aitttir. Yani bana varır, yahut ben kefilim
dosdoğrudur. Yahut; işte benim üstüme aldığım dosdoğru yol, hak kanunu
şudur:
42- Şüphesiz
kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin yoktur. Yani ne sözlü olarak
onları susturacak bir delilin, ne fiilî olarak sataşacak ve kullanacak
güç ve hakimiyetin yoktur. Ancak sana uyan azgınlar müstesnâ, yani
ancak bunları sürükleyebilirsin. Fakat o da senin hakimiyetin ile
değil, onların iradelerini kötüye kullanarak sana uymaları, arkana
düşmeleri dolayısıyladır. Yoksa ihlâslı kullara hakimiyet kuramadığın
gibi, diğerlerine de hakimiyet kuramazsın. Çünkü sonunda "Zaten benim
size karşı bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi inkâra çağırdım; siz de
benim davetime hemen koştunuz. O halde beni yermeyin, kendinizi yerin."
(İbrahim, 14/22) diyeceğin İbrahim Sûresi'nde açıklanmıştır.
43- Muhakkak
cehehnem, onların hepsine vaad olunan yerdir. O İblis, ona tabi olan
azgınların kendilerine uyulanlarla beraber hepsine vaad edilen
yerleridir.
44- Onun, o
cehennemin yedi kapısı vardır. Yani gireceklerin çokluğundan dolayı
yedi giriş kapısı veyahut azgınlığın çeşit ve derecelerine göre, önce
Cehennem, sonra Lezzâ, sonra Hutame, sonra Sa'îr, sonra Sekar, sonra
Cehîm, sonra Hâviye isminde yedi tabakası vardır. Her kapı için,
onlardan (o azgınlardan) bir grup ayrılmıştır. Ebu's-Suûd Tefsiri'nde
deniliyor k: "Muhtemelen yedi kapı ile sınırlanması, helak eden
şeylerin beş duyu ile hissedilen şeylerle şehvet ve öfke kuvvetlerini
gereğine mahsus olmasındandır." Bununla beraber bunda diğer bir ihtimal
vardır ki, şeriat dili açısından akla daha uygundur. Çünkü cehennem
kapılarının yedi olması ile cennet kapılarının sekiz olması arasında
apaçık bir ilişki vardır. Bundan dolayı denebilir ki, bu kapıların
mükellef organlarla ilgili olması düşünülür.
Bilindiği
gibi insanın mükellef organları sekiz tanedir: Kalb, dil, kulak, göz,
el, ayak, ağız, cinsel organ. Bunların yedisi açık, birisi gizlidir ki,
o da kalbdir. Doğrudan doğruya Allah'a bakan kalp kapısı açık olursa,
bu sekiz organın her biri Allah'ın emri üzere hareket ederek cennete
birer giriş kapısı olabilir. Ve bu şekilde cennete sekiz kapıdan
girilir. Fakat içte ruh körlenmiş, kalb kapısı kapanmış bulunursa
dıştaki yedi organın her biri cehenneme açılmış birer giriş kapısı
olurlar. İşte cennet kapıları sekiz olduğu halde, cehennem kapılarının
her birine ayrılmış bir grup olmak üzere yedi olması, Allah daha iyi
bilir ki bu hikmetten dolayıdır. "Ve ona ruhumdan üflediğim zaman..."
(Hıcr, 15/29) ifadesinin şerefine nail olmakla iman ve marifet kapısı
olan kalb, cehenneme kapalıdır. Ondan yalnız cennete girilir, Allah'a
erişilir. Kalbi açık olan kimse şeytana uymaz, Allah'ı inkâr etmekten
ve O'na isyan etmekten sakınır. Onun için:
45-48-
Şüphesiz takva sahipleri, şeytana uymaktan sakınan, küfr ve isyandan
korunanlar cennnetlerde ve pınar başlarında yerleşeceklerdir. Ey takva
sahipleri! Oraya emniyet ve tam selametle giriniz! Yani ey insanlar, ey
Muhammed ümmeti! İblis'e tabi olmaktan sakınınız, Allah'ın koruması
altında, tevhid ve İslâm dinine, Allah'ın Resulüne uyunuz, kalbinizden
kin ve hileyi çıkarıp takva sahibi olunuz da, takva sahiplerinin yeri
olan o cennetlere ve pınarlara emniyetler içinde, güle güle, selâmetle
giriniz. O cennetler ve pınarlar her yönden korunmuş, güvenli ve
sağlıklı bir selamet yurdudur. Ona dışardan tecavüz olunamayacağı gibi,
biz onların, O cennetler ve pınarlardaki takva sahiplerinin
göğüslerindeki ilişikleri ve kinleri söküp attık. Cennet ehlinin
gönüllerinde kin ve hile kalmaz, fena niyet ve kin durmaz. Yani İslâm
takvasının şiârından birisi de kin tutmamaktır. Allah takvalı kalblerde
kin bırakmaz. Geçmişte kin varsa onu siler. Çünkü Hz. Ali'den
nakledilmiştir ki, o şöyle demiş: "Ümit ederim ki Osman ve Talha ve
Zübeyr ile ben bunlardan olayım". "Allah onların hepsinden razı olsun."
Öyle ki hepsi kardeşler olarak karşılıklı tahtlar, karşılıklı köşkler
üzerinde muhabbet ederler. Yani hiçbiri diğerine sırtını dönmeksizin
yüz yüze sevişe sevişe yaşarlar. Orada onlara hiçbir yorgunluk gelmez.
Her ne isterlerse zahmetsiz, sıkıntısız hemen meydana gelir hem onlar,
oradan çıkarılmayacaklardır. Sonsuza kadar orada ebedî kalacaklardır.
49-50-Bunları
geçmişten bazı örneklerle açıklamak üzere:
51-78- Eyke,
Leyke gibi sık, birbirine karışmış ağaç demektir. Eyke halkı da Medyen
halkı gibi Hz. Şuâyb (a.s.)ın gönderildiği bir kavimdir ki, yerleri
ağaçlık olduğundan bu isim ile adlandırılmıştır. Rivâyete göre ağaçları
Günlük ağacı imiş.
79-80-
"Onlardan intikam aldık" (Şuâra Sûresinde ki "O gölge gününün azabı
kendilerini yakalayıverdi" âyetinin tefsirine bkz: 26/189) Gerçekten
ikisi de, yani Lût kavminin Südumu harabesi ile Eyke veyahut Eyke ile
Medyen açık yolda, göz önündedirler. Daha önce andolsun ki Hıcr halkı,
yani Hıcr denilen yerde helak olan Semûd kavmi Allah'ın gönderdiği
peygamberleri, yani Salih (a.s)'ı ve dolayısıyla bütün peygamberleri
yalanlamışlardı.
81-83- Biz
onlara mucizelerimizi de vermiştik. O peygamberlerle mucizeler de
göstermiştik. Ne varki, onlar mucizelerden yüz çeviriyorlardı.
Bakmıyorlar, aldırmıyorlardı ve dağlardan evler yontuyorlardı. Böyle
sanatkar ve kuvvetli idiler. Böylece emniyet içinde bulunduklarını
söylüyorlardı. Sanatlarına, kuvvetlerine, evlerinin, kalelerinin
sağlamlığına güveniyor, bunları yıkılmaz, kendilerini azab ve yok
olmaktan korur sanıyorlardı. Derken bir sabah kendilerini o çığlık
hemen yakaladı, azabın vaad olunduğu dördüncü günün sabahı tepelerinde
patlayan yok etme çığlığı ki, onu bir deprem takip etmişti. ( Hûd, 61-68. âyetlerinin tefsirine bkz.)
84- Öteden
beri kazandıkları şeyler kendilerini kurtarmadı. O güvendikleri
sanatlar, kuvvetler, uğraşıp kazandıkları servetler, yaptıkları evler,
kaleler hiçbir şeye yaramadı.
Fakat
çabalama ve kazanma, faydalı olmalıydı değil mi? Neden faydalı olmadı?
denilecek olursa:
85- Biz
gökleri, yeri ve aralarındaki varlıkları ancak hak ile yarattık. Batıl
ve boş yere değil, haksızlıkla da değil, Hak Teâlâ tarafından yerli
yerinde yaratılmıştır.
Hepsi adalet
ve hak ile ayaktadır ve özel haklara sahiptir. Ve bütün bu hakların
korunması Allah Teâlâ'nın hakkıdır. Onun için hak ve hukuk tanımayan,
hakkın âyetlerini inkâr eden haksızların yok edilmesi ve onlara hak
ettikleri cezayı vermek ile sorumlu tutulması bütün kâinatın genel
hukukunun gereklerinden bir hak ve hakkı iptal etmek için harcanan
kazançların hakkı da bâtıl ve heder olmasıdır.
Ve kıyamet
mutlaka kopacaktır. Seni yalanlayanların Allah o vakit cezalarını
verecektir. Ey Hak Peygamberi bundan dolayı sen şimdi onlara güzel
muamele et, güzel bir şekilde onlardan yüz çevir, onlara aldırma,
cezalarında acele etmeyip eziyetlerine sabrederek yumuşaklıkla muamele
et.
86- Şüphesiz
ki senin Rabbin tek yaratıcıdır. Seni ve onları ve diğer varlıkları
yaratan ve çok yaratıcı olan ve mutlaka yaratıcılık yalnız kendisinin
hakkı bulunan bir yaratıcıdır ki, daha neler yaratır neler! Hem tek
Alîm (bilen)dir. Senin ve onların ve bütün yaratıkların durumlarını her
yönüyle bilir. Aranızda meydana gelen şeylerden hiçbiri ona gizli
değildir. Bundan dolayı her hususta O'na güvenmek, işleri onun hükmüne
havale etmek gerekir. O biliyorken bu gün güzel muamele etmek, senin
için kılıçtan daha uygun, daha hayırlıdır.
87- Andolsun
ki biz sana namazlarda tekrarlanan yedi âyeti ve o büyük Kur'ân'ı
verdik. nın veya ın çoğulu olan "mesânî" kelimesi çok anlamlı, çok
kapsamlı bir kelimedir. Ki tesniye ve istisnâ maddesi olan den de, den
de türemiş olabilir. Bu örneklerden bükülmek, kıvrılmak veya katlanmak
veya tekrar edilmek suretiyle ikilenen veya diğer bir şeyin eklenmesi
ile takviye veya çeşitlendirilen herhangi bir şeye denilir ki, ikişer,
ikili, tekrarlanan, bükülü, pekiştirilmiş, sağlamlaştırılmış, çifteli,
büklüm, büklümlü, büklüm yeri, kat, katlı, kıvrım, kıvrımlı, kıvrak,
cilveli mânâlarına gelir. Bu şekilde herhangi bir şeyin güçlerine
katlarına, kıvrımlarına denildiği gibi, hayvanın dizlerine ve
dirseklerine ve bir vâdinin büküntülerine, dönemeçlerine aynı şekilde
müsikide ikinci tele veya çifte tellilere denir. Bağış ve iyiliği
tekrar etmek, demektir. İbnü Cerir'in, İbnü Abbas'tan yaptığı bir nakle
göre mesânîde istisna edilen mânâsı da vardır. Çünkü istisnâ da
"seny"den türemiştir. Bükülmüş ipe veya ipliğe mim harfinin üstünü veya
esresi ile denildiği gibi, tekrarlama ve yineleme mânâsı itibariyle
çoşku ve terennüme veya ikişerli mânâsı ile mesnevî dediğimiz nazma da
denilir.
Bir de
"isnâ" dan mimin ötresi ile nın çoğulu olabilir ki, övgünün karar
bulduğu yer demek olur. Sonra "Allah sözlerin en güzeli olan Kur'ân'ı,
âyetleri birbirine benzeyen, karşılıklı hükümleri zikreden bir kitap
olarak indirmiştir. O Kur'ân'dan, Rablerinden korkanların derileri
ürperir. Sonra derileri ve kalbleri de Allah'ın zikrine karşı yumuşar."
(Zümer, 39/23) buyurulduğu üzere, Kur'ân'a da mesanî denilmiştir.
(Kur'ân'a bu ismin verilmesinin sebebi için o âyetin tefsirine bkz.)
Şimdi bu
âyetteki den anlaşılan mânâ: "Kendisine mesâni denilen şeyler cinsinden
büyük benzersiz yedi şey" demektir. Bu ise mücmeldir. Kendisinden
kasdedileni belirlemek ayrıca delile muhtaçtır. Atıf, değişiklik
gerektirdiğine göre, âyetin zahirinden anlaşılan bu yedi âyetin
Kur'ân'dan başka olarak düşünülmesi lazım gelecek gibi görünür. Aslında
bunun Kur'ân'dan başka olarak Hz. Muhammed'in yüce özelliklerinden olan
yedi mucizeye işâret olması ihtimali yok değildir. Fakat bu şekilde bir
tefsirle ilgili hiçbir rivayet gelmemiştir. Bütün rivayetler bunun yine
Kur'ân'da aranması gerektiğini göstermektedir. Şöyle ki:
İbnü Ömer,
Mücahid ve İbnü Cübeyr'den bu yedinin, "Seb'-i tıvâl" denilen yedi sûre
olduğu rivayet edilmiştir..
Fakat bu
sûre, Mekke'de inmiş, "Seb'-i tıvâle" (yedi uzun sûre) ise Medine'de
indiğinden dolayı buna ilişilmiştir. Bazıları bu rivayetten yalnız bu
âyetin Medine'de inmiş olması ihtimalini çıkarmak istemiş ise de zayıf
bir rivayettir. Bazıları, bu yediden maksat "yedi Hâ mîm" dir demiş,
bazıları da bu yedi, Kur'ân'da indirilmiş olan mânâlardır ki; emir,
yasak, müjde ve uyarı, ata sözleri, nimetlerin sayımı ve ümmetlerle
ilgili haberlerdir. Çünkü: "Kur'ân yedi harf (lehçe) üzerine
indirildi." hadisi şerifinden de maksadın bu mânâlar olduğu
söylenmiştir.
Fakat Hz.
Ömer, Hz. Ali, İbnü Mesud, İbnü Abbas, Hasan, Ebu'l-Âli'ye, İbnü Ebi
Melik'e, "Ubeyd b.Umeyr ve bir cemaat demişlerdir ki, bu yedi " =
fâtiha" âyetleridir. Übeyy b. Ka'b, Ebû Hüreyre, Ebû Sa'îd b. Mu'allâ'
rivayetleri ile Resul-i Ekrem (s.a.v) den: "Ümmü'l- Kur'ân (fâtiha), o
tekrarlanan yedi âyettir. Ve bana verilen yüce Kur'ân'dır." hadisi
şerifi de vardır ki, Ebû Sa'id ve Ebu Hüreyre'nin rivayet ettikleri
hadisler Sahih-i Buharî'de de zikredilmiştir. Bundan dolayı den
maksadın, Ümmü'l-Kur'ân olan Fâtiha Sûresi olduğu ve bundan dolayı
Fâtiha'nın ismini aldığı ve yüce Kur'ân'ın, bunun bir tefsiri olduğu bu
hadislerle anlaşılmıştır. Demek ki de yalnız bir kısmı mânâsına değil,
aynı zamanda beyaniyye (açıklama) mânâsınadır.
Mesânîden
yedi mesânî demektir. Yani Fâtiha'yı oluşturan yedi âyet, mesânîden,
Kur'ân'dan olduğu gibi başlı başına yedi mesânîdir. Ve bundan dolayı
bütün Kur'ân'ın bir niteliği olan mesânî mânâsı bunda ayrı bir şekilde
katlanmıştır.
Her namazın
her rekatında okunan, zammı sûre ile katlanan Kur'ân'ın her hatminde,
duaların başında ve sonunda tekrar edilen, "nûn", "mim" fasılaları ile
nağme (ahenk) üzerine akan, her âyeti çifte bir anlamı kapsayan ve
toplamında dünya ve ahirette kulların en büyük maksatlarını göstermekle
Allah Teâlâ'ya hamd ve senâ hakikatinde toplanan ümmü'l-Kur'ân,
gerçekten her senâya layık, öyle tekrarlanan ve istisna edilen büyük
bir nimettir ki, ancak Hz. Muhammed gerçeğinin ulaşabildiği seçkin
özelliklerdendir.
Görülüyor ki
"sana tekrarlanan yedi âyeti ve yüce Kur'ân'ı indirdik" buyurulmayıp
"verdik" buyurulmuştur. Çünkü maksat yalnız yüce nazm (âyetler) değil,
ondaki gerçekler ve istenen şeylerin de gerçekten bağışlanmış olduğunu
açıklamaktır. Düşünmeli ki, o ne büyük nimet ve ne büyük mutluluktur!
88-89- Sakın
o kâfirlerden birkaç çiftini, birtakımlarını zevklendirdiğimiz dünya
malına göz dikme! Bunlar ne kadar zevkli ve faydalı görünürse görünsün,
o tekrarlanan yedi âyet, o yüce Kur'ân nimetinin yanında hiçtir. Çünkü
o "Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolu (olup)
gazaba uğramışların ve sapmışların yolu değil" dir.(Fâtîha, 1/7) Bunlar
ise sapıklık ve gazabdan kurtulmayan, sonu kötü aldatan dünya malıdır.
Onun için onlara göz dikme, imrenme, kıskanma ve onlara üzülme, yani
iman etmediklerinden ve o mallarla müslüman fakirlere ve dine hizmet
etmediklerinden dolayı üzülme ve müminlere (merhamet) kanatlarını
indir. Tam bir alçak gönüllülük ve şefkat ile himayene al ve de ki
şüphesiz ki ben apaçık bir uyarıcıyım. Allah'ın azabından korkutmakla
görevlendirilmiş hak ve hakikati açıklayan, o fasih (düzgün konuşan) ve
beliğ, tanınan uyarıcıyım.
90-91-
Nitekim biz Kur'ân'ı kısımlara ayıranlara, yani Kur'ân'ı parça parça
etmek isteyen taksimcilere (azab) indirmiştik. "Kendilerine kitap
verdiğimiz kimseler, sana indirilene (Kur'ân'a) sevinirler. Fakat
gruplardan onun bir kısmını inkâr eden de vardır." (Ra'd, 13/36) mânâsı
gereğince hoşlarına giden bir kısmına inanıp, bir kısmını da inkar
etmek şeklinde Kur'ân'ı parça parça etmek isteyen ve değişik kısımlara
ayrılmış bulunan yahudiler ve hıristiyanlara önce indirilmiş olan
kitaplarda böyle bir uyarıcı geleceği haber verilmişti. Onlar ise
Allah'tan kokmuyor, kısım kısım olmuş Kur'ân'ı parçalamak istiyorlar.
92-93-İşte
ey Muhammed! Sen bütün bunlara onun apaçık uyarıcı olduğunu söyle
Rabbine yemin olsun ki elbette ve elbette onların hepsine soracağız,
gerek böyle parça parça ayıranlara ve gerek kâfirlerin gruplarının
hepsini bütün yaptıklarından sorumlu tutacağız.
"Küfrettiklerinden"
buyurulmayıp da gerek kalble ilgili, gerek bedenle ilgili, gerek söz ve
gerek fiil ve gerek terk gibi bütün işleri kapsar şekilde,
"Yaptıklarından" buyurulması ne büyük ve müthiş bir uyarı olduğundan
gaflet edilmemelidir. Kur'ân'ın bütün birliğiyle hepsine iman ve itikat
iddia edip de amele gelince, gönlüne göre bölüşme ve ayırmaya
kalkışanlar da bu dehşetli uyarının altına girmiş oluyorlar.
94- Sen,
sana emrolunanını tebliğ et, çatlatırcasına veya baş ağrıtırcasına tam
ısrar ile ve hiçbir şeyden çekinmeyerek emrolunduğunu açıkça beyan et
ve vazifeni yerine getir.
Ve
müşriklerden yüz çevir. Sözlerine kulak verme, yaptıklarına aldırma,
kendilerine önem verme.
95- Şüphesiz
ki biz alay edenlere karşı sana yeteriz.
96-97-
Onlar, Allah ile beraber başka bir ilâh edinirler. Yakında
bileceklerdir. Görülüyor ki burada bu fasılasının tekrarlanmasıyla
sûrenin sonundan baş kısmına tam bir dönüş yapılmıştır. Yani yakında
belâlarını bulup, ne büyük cinayet yaptıklarını anlayacaklar ve o
vakit, "ah! keşke biz de müslüman olaydık" diye yanıp yakılacaklar.
Andolsun ki
biz biliriz onların sözlerinden gerçekten senin göğsün daralır, için
sıkılır; O şirk kelimeleri, Kur'ân'a dil uzatılması, Peygamberlikle
alay edilmesi, şüphesiz canını sıkar, bunalırsın.
98-O halde
hemen Rabbine hamd ile tesbih et. Yani küfür sözlerine canı sıkılmak da
Rabbinin bir manevî temizlik terbiyesi, şükretmeye değer bir nimetidir.
Sıkıldın mı hemen Rabbine hamdederek ona tesbih et ve onu ulula, için
açılır ve bunun şükür alâmeti olmak üzere de secde edenlerden ol, yani
namaz kıl, genişlersin
99- Ve
rabbine ibadet et, bu tarz üzere Rabbine ibadet etmeye devam et. Sana
ölüm gelinceye kadar. Yani her canlı için meydana gelmesi kesin olan
ölüm gelip de Rabbine kavuşuncaya kadar.
Bilindiği
gibi "Yakîn" kelimesi gibi masdar ve sıfat olur. Masdar olduğu takdirde
bir şeyi gerçeğe uygun, doğru inanç ile şüphesiz olarak kesin bir
şekilde bilmek demektir. (Bakara, 2/4. âyetin tefsirine bkz.)
Sıfat olduğu
takdirde ise aynı şekilde ilmin veya mefûl mânâsına gelen "fe'îl"
olarak bilinen şeyin sıfatı olur. Fakat bu âyetteki "El-yakîn"den
maksadın kesin ilim olmadığı açıktır. Çünkü bu durumda Hz. Peygamberimizin
kesin bilgisi yokmuş da gelecekmiş gibi varsaymak gerekir. Böyle bir
varsayımın yanlışlığı ise ortadadır. Şu halde buradaki "yakîn"i bazı
imansızların yaptığı gibi "kesin bilgi" mânâsına, yorumlamak bir küfür
olur. Onun için bütün tefsirciler buradaki in bilinen mânâsına, yani
henüz meydana gelmemiş, fakat meydana gelmesi kesinlikle belli olan, o
kesin olarak inanılan şey demek olduğunda görüş birliğindedirler. Ancak
başındaki Lâm-ı ahd (bilinen bir şeye delalet eden tarif edatı) ile, o
bilinen inanılan şeyden maksadın ne olduğu hakkında iki rivayet vardır.
Bir görüşe göre bu yakînden maksat, vaad edilen yardımdır, denilmiş.
Gerçekten Hz. Peygamberimiz'e, Allah'ın yardımı kesinlikle vaad edilmiş ve
"Rabbine yemin olsun ki, onların hepsine soracağız." (Hıcr, 15/92)
buyurulduğu üzere sözün gelişi de bunu bildirir. Ancak bu şekilde
kastedilen mâna düşürülmek veya maksat, hedefin içine konulmak veyahut
gaye için diğer bir hükmün gözetilmesi gerekir ki, bunlar, açıkça
anlaşılan mânâya aykırı görünürler.
Tefsircilerin
çoğu ise bu "yakîn" den maksadın ölüm olduğunu nakletmektedirler. Çünkü
ölüm, her canlı için, en fazla kesin olarak inanılan bir şeydir.
Yükümlülük sınırının sonudur. Şüphe yok ki burada ölümün, açıkça
zikredilmeyerek "yakîn" deyimi ile anlatılması çok anlamlıdır. Sözün
gelişi Hz. Muhammed'i teselli yerinde söylendiği için bunda ölüm açıkça
söylenmediği gibi Peygamberin vefatı en yüksek bir hayat gayesi ile
anlatılmış, yani Bakara, 2/4) sırrına erişenler için "Allah'ın huzuruna
çıkmak", "Allah'ın huzuruna dönmek" emrine kesinlikle inanıldığı için,
Hz. Peygamberimizin vefatı, Allah'ın huzuruna çıkmanın, hakka'l-yakîn
(bizzat kesinlikle gerçekleşmesi) demek olduğuna işaret edilmiştir.
Özetle
herkes için kesin olarak inanılan ve seni Rabbine hakka'l-yakin
kavuşturacak olan ölümden bile çekinmeyerek yaşadığın müddetçe Rabbine
ibadet ve kullukta devam etmekle "Sana emredileni, kafaları
çatlatırcasına anlat" emrini yerine getir.
Hıcr Sûresi
burada biterken bakınız Nahl Sûresi bu sonucu nasıl
mükemmel bir
başlangıçla takip edecektir.
Anasayfaya dön | Konulara dön |
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri |