Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979

503.Mektup

503. MEKTUP

MEVZUU: Hakiki imanla marifet arasındaki fark sualine cevap.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz. bu mektubu, Mevlâna Tahir Bedahşi'ye yazmıştır.

***

Allah'a hamd olsun; onun Resulüne dahi salâtlar. Sizlere de dualarımı bildiririm.

***

Malum olsun ki,

Şeyh Secadil ile gönderilen pek aziz kardeşimin mektubu ulâştı.

Sübhan Allah'a hamd olsun. Bilhassa selâmet ve afiyetiniz üzerine.

O mektuba, müteaddid sualler derc edilmiş. Onların cevabını, hatıra geldiği kadar yazdık. Bu cevabı, tam teveccühle okumak yerinde olur.

***

BİRİNCİ SUAL Sormuşsun ki:

-Marifetle hakiki iman arasında ne fark vardır?

Bunun cevabı şudur:

-Marifet, imandan başkadır. Fars dilinde, marifet için şu tabir kullanılır:

ŞINAHTEN (tanımak, bilmek, anlamak)...

İman için dahi, şu tabir kullanılır:

-GİREVİDEN (inanmak, meyletmek, yönelmek, tabi olmak)...

Çok kere, anlatılan manada marifet hasıl olur; amma iman hasıl olmaz.

Ehl-i kitabı görmez misin, Resulullah (sav) Efendimize karşı marifetleri vardı. Onun peygamber olduğunu da bilirlerdi. Bu manayı Allahu Teala şöyle anlattı:

"Onu tanırlar; tıpkı kendi çocuklarını tanıdıktan gibi..."(2/146)

Lâkin, inat sebebi ile, kendilerinde tasdik husule gelmediğinden; iman tahakkuk etmedi.

Sonra marifet dahi, iman misali iki kısma ayrılmıştır. Şöyle ki:

a) Marifetin sureti, imanın sureti gibidir.

b) Marifetin hakikati imanın hakikati gibidir.

İmanın sureti odur ki; Sübhan Hak, şefkatinin ve merhametinin kemalinden, şeriatta uhrevi necat için onu yeterli kılmıştır. Bu dahi, nefs-i emmarenin inkârı ve temerrüdü olmasına rağmen, kalbin tasdikidir.

Marifetin sureti de odur ki, marifetin oluşu, o lâtife üzerine kısıtlıdır. Hem de, nefs-i emmarenin cehline rağmen. Marifetin hakikati ise, nefs-i emmarenin cibilli cehaletinden çıkıp kendisine marifet husulüdür.

İmanın hakikati ise, nefs-i emmare için tabii olan emmarelikten çıktıktan sonra, kendisine itminan ve marifet hasıl olması ile nefsin tasdikidir.

Burada şöyle bir soru sorulabilir:

-Şeriatta itibar edilen kalbi tasdik:

-GİREVİDEN (inanmak, meyletmek, yönelmek, tabi olmak...) manasıdır. Bu mana, o tasdikin aynı mıdır, yoksa bunun dışında bir başka şey midir? Şayet bunun ötesinde bir şey ise, o zaman iman için gerekir ki, üç parçada itibar edile:

a) ikrar,

b) Tasdik,

c) Gireviden...

Bu dahi, ulema katında mukarrar olanın hilâfınadır. Bazılarına göre, imandan sayılan amel dahi dördüncü parça olur.

Bunun için şu cevabı veririm:

-Gireviden...

Aynen tasdiktir. Zira tasdik, iz'andan ibaret o hükümdür ki, Fars dilinde ondan:

-Gireviden diye tabir edilir.

Burada, şöyle bir soru sorulabilir:

-Ehl-i kitap, Resulullah (sav) Efendimizi nübüvvet unvanı ile bildiklerine göre; zaruri olarak, onun peygamberliğine hükmetmiş olurlar. Kendilerine:

-Gireviden diye tabir edilen iz'an hasıl olur. Bu takdire göre hüküm, bu iz'anın aynıdır. Bu duruma göre, neden onlar için iman tahakkuk etmiyor? Hangi sebeple küfürden çıkamıyorlar?

Bunun için vereceğim cevap şudur:

-Onlar, Resulullah (sav) Efendimizi nübüvvet unvanı ile bildiler. Lâkin, kalblerinde, taassup ve inat sebebi ile iz'an hasıl olmadı ki; kendileri için onun nübüvvetine dair hüküm husule gele... Zira, çok kere marifet ve tasavvur hasıl olur; amma iz'an husule gelmez ki, tasdik bulunsun. İman dahi tahakkuk edip küfürden çıksınlar.

Bu fark çok dakiktir. Dinle ve vicdanına dön. İnat mevcut iken şöyle demek mümkündür:

-Allah'ın peygamberi şöyle şöyle yaptı...

Lâkin, şöyle demek mümkün değildir:

-O, Allah'ın peygamberidir.

Yani iz'an hasıl olmayınca...

Birinci surette, yalnız tasavvur ve meşhur marifete havale etmek vardır.

İkinci surette ise, iz'ana mebni tasdik vardır.

İz'an bulunmayınca, tasdikin bulunması nasıl tasavvur edilir? Kaldı ki, birinci surette, nübüvvet isbatı yoktur; fiil isbatı vardır. İkinci surette ise, nübüvvetin isbatı vardır; inad onunla olamaz. Bilhassa, iza'anın varlığı tasavvur edilince...

Faraza, tasdik ve hüküm, iz'an husule gelmeden olsa; tasavvurata ve tasdikin suretine dahil olur.

İz'an hasıl olmadıkça, tasdikin hakikati husule gelmez; iman dahi hasıl olmaz.

Bu mesele, kelâm ilminin en önemli meselelerindendir. Cidden dakiktir. O kadar ki, bunun hallinde, en ileri gelen alimler dahi aciz kalmışlardır. Zaruri olarak, bazıları, imana üçüncü bir rükün ekleyip ziyadeden:

-Gireviden manasını, tasdik üzerine getirmişlerdir.

-Gireviden manası için, tasdikin aynı olarak kail olanlar, bu manayı lâyık olduğu üzere halledememişlerdir. İcma olarak yetinip geçmişlerdir.

Bir ayet-i kerime meali:

"Allah'a hamd olsun ki, bizi buna hidayet eyledi. Allah bize hidayet etmeseydi, biz bulamazdık."(7/43)

***

Şunu da dinle:

-Allah'ın peygamberi ve bu peygamber misali, takyidi terkib ve tavsifi terkip; her ne kadar:

-O peygamberdir, hükmünü tazammun edip onu nübüvvet unvanı ile bilmeyi şümulüne almakta ise de; lâkin:

-O peygamberdir, manasında tasdik husulü, imanı müsbet hale getiren iz'ana bağlıdır.

-Zeyd'in kölesi şöyle yaptı,

-Salih bir adam şöyle hükmetti cümleleri, iz'ansız olarak da sahihtir. Kölelik unvanını bilmek, salâhiyet unvanı da her iki cümlede sabittir. Lâkin, bunlarda iz'an yoktur ki; kölelik ve salâhiyet için tasdik husule gelsin.

Şöyle bir soru sorulabilir:

-Nefsin iz'anı, kalbin iz'anından sonradır, demiştin ve:

-Nefsin iz'anı, hakiki imandır diye tabir etmiştin. Halbuki felsefeciler ve akılcılar, tasdik işinde, mutlak nefsin iz'anını almışlardır. Kalbin iz'anından kelâm etmemişlerdir.

Bu soruya şöyle derim:

-Akıl erbabı, bazı Itlaklarda:

-Nefs... demekten muradları ruhtur. Bazı itlıklarda ise, kalbi murad ederler.

Umumi manada, onların felsefi tetkikleri de, bir başka manaya yorulur ki, faydası yoktur. Onlar, bu meselede muattal ve acizdirler. Bunda onların hükmü, avam hükmü gibidir.

***

Bu işte tetkik sırası şimdi sofiyeye geldi.

Bunlar, har latifenin hükmüne girer; seyr ü sülük ile, bütün letaiften yükselirler.

Nefsi kalbden, ruhu da sırdan fark ederler. Hafi ile ahfa arasını ayırd ederler. Bilinmez; akılcılara, onların isimlerini bilmekten başka bir nasib hasıl olur mu olmaz mı?

Felsefeciler, nefs-i emmareyi büyük bir şey bilip onu mücerredler arasında saymışlardır. Kalb, ruh ismi dillerine gelmemiştir. Sırdan, hafiden ve ahfadan yana da bir alâmet belirmemiştir.

Allahu Teala'nın meleği vardır ki ehli ehline, yerli yerine ulaştırır.

***

Şu da, üstteki soruya bir başka cevap:

-Akıl erbabı, nefsin iz'anını, ancak âdet ve örf hükümlere bakarak anlatmışlardır. Zira, akıllarına yakın olan budur. Bizim kelâmımız ise, şer'i hükümlerin tasdikleri hakkındadır. Halbuki, nefsin buna bizzat inkârı vardır; iz'an nerede? Bu inkâr, öyle bir inkârdır ki, münkiri o hükümlerin sahibine düşmanlık etmeye kadar götürür.

Nefislerimizin ve kötü amellerimizin şerrinden Allah'a sığınırız.

Bir kudsi hadiste şöyle varid olmuştur:

"Nefsine düşman ol; zira o, bana düşmanlığa saplanmıştır."

Merhametliler merhametlisi, şefkatinin kemalinden ötürü; ilk hallerde nefsin iz'anını, nazara almadı. Necatı, kalbin iz'anına bağlı kıldı.

Şayet ikinci olarak; yüce Sübhan Hakkın sırf keremi ile nefsin iz'anı da müyesser ise bu, nurdur, sürürdür, velayet derecelerine vusuldür; iman hakikatinin dahi husulüdür.

***

Yazmışsınız ki:

-Bu Fakir'in anlayışına ve idrakine uygun bir cevap yazmanız yerinde olur. Ta ki, onu anlayabilmem mümkün ola...

Fakat ne yapabilirim; mesele cidden dakiktir. Onun halli dahi, dikkatsiz müşkildir. Hatta, hallin kendisi dahi dikkat ister. İbarenin ne 'günahı var? Yerinde olur ki, evvela bu anlatılanı düşünesiniz; bu gibi muammanın halli sualine cür'et etmeyesiniz.

"Beni levm etmeyiniz; (nefsinizi-kendinizi) levm ediniz."(14/22)

***

İKİNCİ SUAL şöyle sorulmuş:

-Zahidler ve abidler hakiki imanla müşerref olmuşlar mıdır, yoksa olmamışlar mıdır?

Bu sorunun cevabı şudur:

-Onlar mukarrebin mertebesine ulaşmışlardır. Nefisleri dahi itminana varmıştır. Böylece, hakiki iman mertebesine ulaşmışlardır.

***

ÜÇÜNCÜ SUAL şöyle sorulmuş:

-Menşei küfr-ü hakiki olan icmali marifet sahipleri için, nasıl mümkün olur ki; kendilerine:

-Urefa... (Arifler...) söylene...

Bunun için derim ki:

-Bu ibarenin manası lâyık olduğu biçimde anlaşılmıyor. İbreyi muğlak yazmaktasınız, başkalarına da engel olmaktasınız. Şayet maksadınız:

-Tarikat kâfirine, ARİF demek ne manadır? diye sormak ise, bunun cevabı şudur:

-Tariket kâfiri dahi, Sübhan Hakkı vahdaniyetle bilir. Başkasını dahi, mahiv ve yok olmuş bulur. Bu kimse de, irfan sahibidir; amma mutlak irfan sahbi değildir. Zira o, temyiz dairesinden çıkmıştır. Şayet temyiz dairesine döner ise, mutlak irfan sahibi olur; hakiki imanla müşerref olma şerefine dahi erer.

Vesselam...

***

 

Günün Sözü

"Allah’ı görüyor gibi ibâdet et. Nefsini ölülerden say. Mazlumların bedduâlarından sakın. Çünkü onlar kabûl olunur. (Hadîs-i Şerif—Muhtâru’l-Ehâdis)"
Telif Hakkı © 2024 Open Source Matters. Tüm Hakları Saklıdır.
Joomla!, GNU Genel Kamu Lisansı altında dağıtılan özgür bir yazılımdır.