10-YUNUS:

35-
2- Bilgi ve marifet açısından mesele şudur:

Ya Muhammed! De ki; sizin ortaklarınızdan hiç hakka hidayet edecek, yol gösterecek kimse var mı? Yani insanın hayrını, şerrini; faydasına ve zararına olan hususları ayırdedip tespit eden, işlerini nasıl düzenlemesi gerektiğini kendisine bildiren; hatalardan ve sapıklıklardan, yanlış düşüncelerden kurtararak, hakka ve doğruya yönlendirmek gibi en önemli ihtiyacını insana bildiren düşüncesinde ve işlerinde hakkın emrinin ne noktada olduğunu arayıp bulmasına yardım eden kimse var mıdır? Tanrı'lığın ilk ve en aşağı derecesiyle ilgili işlerden biri de herşeyden önce hakka ve doğruya irşad etmek, hak ile batılı ayırmak, neyin hak, neyin batıl olduğunu bildirmektir. Bunun için Tanrı arayışında ilk iş olan sebep araştırması ve yaratan ile yaratılanın durumunun gözönünde bulundurulmasıdır. Bu konuda dahi ilk hedef ve maksat hakka hidayet ve doğruya isabet meselesidir. O halde bir düşünülsün, Hak Teâlâ'dan başka tapınılan şeyler içinde, putlar gibi idraksiz ve şuursuz cisimler şöyle dursun "kim" denilebilecek cinsten akıllı varlıklar arasında bile kendiliğinden enfüs ile afakı birbirine uyumlu hale getirecek, hakka doğrudan doğruya hidayet edecek, herhangi bir kimseye, karşısında bulunan veya bulunacak olan bir vakıaya, ayniyle mevcut olan bir varlığa doğru teşhis koyduracak, "ben" ile "benlik dışı", ruh ile cisim, düşünce ile dışdünya, subje ile obje, bilen ile bilinen, akıl ile makul arasındaki bağlantıları, ilişki ve bütünlüğü, ilim ve isabeti kurup gerçekleştirecek, "bu böyledir" veya "değildir" diye doğru hüküm verdirecek, başka bir deyişle dış dünyadaki olayları vicdanda, vicdandaki olayları vicdan ve enfüs dışında tecelli ettirip de birbirinden ayrı özelliklere sahip olan bu iki ayrı âlemin üstünde birliğe hakim olabilecek kim vardır? Tabii ki, hiç!... Gerek enfüs, gerek afak yaratılmışın hepsi hak tarafından, hakkiyle ve hak olarak yaratılmış, her biri bir başka yönden hakka mazhar kılınmış olmakla beraber, hiçbiri hakkın zatı ve kendisi olmadığından, kendi zatında zatın kemalini haiz değildir, eksiktir. Bunlarda; hakkın vecihleri çeşitli, bilgi ve tanıma sonradan olma (hadis) ve izafi, düşünen subje objeden ayrı, Hakk'ın hakikatının bilinmesi akıl ve idrakin üstünde, akıllar çaresiz, fikirler değişik; objelerin çoğu nefs-i natıkadan, şuur ve idrakten âri, nüfus-ı natıka kendi mahiyetini ve mukadderatını bile anlayıp kavramaktan aciz; hakkın hükmü ise duygu ve düşüncenin ötesindeki bir tecelli, bir kıvılcımıdır. Binaenaleyh, Allah'dan başka herkesin ve herşeyin kendi kendine hakka hidayet edebileceğini sanmak bir çelişkidir. Akıllar bilginin, mantığın ve hakkın hükmünün yapıcısı ve yaratıcısı değildir, sadece anlayıcısı ve kabul edicisidir. Felsefe tarihine biraz aşina olanlar bilirler ki, felsefe ekollerinin en esaslı farkı, bilgi meselesinin bu noktasında başlar. Birbirine tıpatıp çakışması mümkün olmayan zihin olgusu ile dış varlıkların, yani subje ile objenin karşılıklı olarak aralarında nasıl olup da bir uyum meydana geliyor ve bu iki ayrı olgunun birliğinden birleşmesinden bilgi ve doğru hüküm doğuyor? Bu nasıl oluyor da mümkün oluyor? Nefis denilen içsel benlik, kendi dışına uzanıp da nasıl afakileşiyor? Ve nasıl oluyor da dış dünyadaki bir gerçeği keşf ve idrak edip ona sarılıyor? Akıl ve ilim oluyor? "Ben" denilen özü gözardı ederek şu şöyledir demek çelişki değil midir? Benim bende olan akıl ve bilgimin, bende olmayan bir bilinene uyum sağlayıp onunla bütünleşmesi ile ikinin birliği nasıl ve ne hakla iddia olunabilir? "Ben" ve "ben dışı" aynı şeydir, ya da "ben dışı" da "ben"dir demek çelişkiden başka nedir? O halde "ben" denilen nefsin, kendi özüne ve şekline, kendi izlenim ve eğilimlerine, dış dünyada gerçeklik değeri verip kendinden geçmesi, olayın gerçek delilini bulmak imkânı olmayan indî ve zoraki bir hükümden ibaret olmaz mı? Son devir Alman filozoflarından Kant'ın da bahsettiği gibi, tabii bir bakış açısından ele alındığı zaman bu sual her zaman için geçerlidir. Ve bu noktadan filozoflar başlıca üç kısma ayrılmışlardır:

Bir kısmı bu suâli, çözümü olmayan bir sual kabul ederek, işi gerçek diye birşeyin bulunmadığına ve onun bilinemezliğine hükmetme noktasına kadar götürmüşlerdir ki, bunlar Sofistler ve başka bir tabirle Husbuiyyedirler. Kimi "yok" inadında ısrarlı olan İnadiyye, kimi ilim ve fenne gerçekte hiçbir kıymet vermeyip, bütün bilgileri indî ve enfüsi bir hadise, bir spekülasyon sayan İndiyye, kimi de tamamen bilinmezliğe inanan Lâedriye'dir. Bunlar İngiliz filozofu David Hiyum'dan itibaren son çağlardaki felsefe akımlarında da görülmeye başlamışlar, bilgi meselesinde şüpheciliği yeniden gündeme getirmişlerdir: "Septik" yani, reybiyye ve şüpheci ünvanını almışlardır. Fakat sualin önemiyle beraber bunlardan her hangi birinin iddiası kabul edilmek gerekirse, aynı zamanda en azından bir tek hakikat bilinmiş, mesela hiçbir şeyin bilinemiyeceği kesinlik kazanmış olurdu. Herşeyde şüphenin kendisinin bir gerçek ve hakikat olduğu anlaşılmış ve kabul edilmiş olacağından bunların hepsi, gerekçe diye öne sürdükleri çelişki silahıyla kendi kendilerini de nakz ve iptal etmişler, mutlak olarak genelde bir hakikatın ve bilginin varlığını ispata sebep olmuşlardır.

Bundan dolayı diğer bir kısım filozoflar galat ve hata ne kadar çok olursa olsun, bazı hallerde insan düşüncesinin gerçeğe ve doğruya yönelmesi ve ulaşması söz konusu olduğundan, bunun nasıl mümkün olabildiğinin açıklanamamasından dolayı mutlak olarak gerçeği inkâra kalkışmak başlıbaşına haksızlıktan ibaret bir sapıklık ve nankörlük olur. Gerçeğin çeşitli yönlerden tecellisine ve ilimle fennin bunca keşiflerine ve gelişmelerine rağmen, bilginin değerini inkâr etmek ve hakikatı bilmenin imkânsızlığını iddia etmek safsatadır, diyerek söz konusu sualin halli için çaba göstermişlerdir. Bunlar da ikaniyye ve ihtibariyye diye iki kısma ayrılmışlardır. (Bu felsefi mezhepler hakkında ayrıntılı bilgi için "Mezahip ve Metalib" adındaki terceme eserimize bakınız). Fakat bunların çoğu, vahdeti bulmak, çelişkilerden kurtulmak için Hakk'ın zatını; enfüs ile afakın, ezhan ile a'yanın, ruh ile maddenin, şekil ile suretin, velhasıl bütün tabiat varlıklarının üstünde ele alacak yerde tabiat sevdasından vazgeçmeyerek, ya enfüse veya afaka irca etmeye çalıştıklarından dolayı çelişkiden çıkamamış, ifrat veya tefritten kurtulamamışlardır. Kimi maddeyi surete irca ederek "ben dışı"nı "ben"de yok etmek ve Hakk'ın kaynağını nefis yapmak isteyip, "enelhak" davasına kadar varmış, kimi de sureti maddeye, enfüsü afaka irca ederek "ben"i "bendışı"nda yok ederek, gerçeğin ve bilginin kaynağını, ilimsiz temellerde aramaya kadar gitmişlerdir. Böylelikle bilenle bilinenin birliğini sağladık zannetmişlerdir ki, önceki görüş genellikle ikaniyye'nin, ikincisi de Maddeci Tedribiyye'nindir. Hakkı yalnızca nefse irca ile "ben"i hakkın zatı saymanın, hasılı İndiyyeci'lik şirkine düşmekle ya nefislerin (kişilerin) sayısı kadar ilâh farzetmeye veya manevi anlamda "idealist panteizm"e, yani her iki halde de nefse tapmaya götürür. Başka bir deyişle aklı tanrılaştırmaya ve akıl sahiplerini tanrısız bırakmaya müncer olur. Akıl, duygudaki aydınlık gibi, düşünceyi dışarıya, benliği benlik dışına bağlayan bir bağ halinde olup tamamen şahsi de olmadığından, ikani ekoldeki filozoflar, bunu hakkın hükmünün faili ve ilmin kaynağı saymak saplantısına düşmüşler: Nefsin afakileşmesini akıl yoluyla izah etmek için düşüncelerinin temelini akıl ile makul, nefs ile nefs ötesinin akılda birleşmesi görüşü üzerine kurmuşlar. Bilgi ile bilinenin ayrı ayrı şeyler olduğunu kabul etmekle beraber, özü açısından birleşik olduğunu ve binaenaleyh insan aklının mutlak anlamda ve tam olarak ikan-ı külliye, yani Hakk'ın zatını idrak etmeye yetkili bulunduğunu zannedecek derecede ifrata varmışlarsa da aklın her hükmünde hakikate ve doğruya isabetle karar veremeyip hatalara düştüğü de sözkonusudur. Ayrıca, mantıkın yaratıcısı da akıl olmayıp, bilakis hükümde hakikate ve doğruya isabetle karar verebilmek ve bilimsel keşifler yapabilmek için aklın, mantık v.s. gibi bir takım kural ve ilkelere, bilimselliğin gerektirdiği diğer şartlara uymak, hatta onlara zorunlu olarak bağlı kalmak durumunda olduğu ve faaliyetlerinde ilkeye bağlılık ihtiyacından büsbütün müstağni kalmadığı düşünülünce, akli yakînlerin esasını teşkil eden bedihi ilkelerle ilgili hükümlerinde bile aklın mucit ve fail durumunda olmayıp, Hak tarafından verilen bir bilgi aracı olduğu, yani bilgiyi algılayan ve kabullenen bir kabul edici olduğu, bilinen tabiri ile Hakk'ın hitabını anlamak için bir alet ve araçtan ibaret bulunduğu anlaşılmaktadır. Nitekim akılların asırlarca yanına bile yanaşamadığı bir hakikatın, olay niteliğindeki şehadetiyle derhal anlaşılıp doğrulanabildiği münakaşa götürmeyecek şekilde sabit olmuştur. Bundan dolayı Tedrip ve tecrübeciler, insan bilgisinin kaynağını, hakikate ve doğruya ulaşmanın temelini soyut akıldan ziyade benlik dışından gelen denemelerde aramak gerektiğinde ısrar eylemektedir.

Gerçekten de bilgi ve aklî hüküm, dış gerçeklerden ve olgulardan haberdar değilse, onlarla ilişkili bulunmuyorsa, içgözlemlerin ve bedahetlerin bile doğruluğu tasdik olunamaz, ilim ve yakîn Hak tarafından nereye verilmişse orada bulunur. Verilmeyen yerde bulunmaz. Sırf aklî çabalarla hakikate ulaşmak mümkün olmaz. Bu suretle yukardaki sual, yani hakikate ulaşmanın ve hidayete ermenin yolu ile ilgili olan sual, hakkiyle cevaplandırılmış, daha doğrusu böyle bir suale artık gerek kalmamış olur. Ve hak hükmünü veren tecrübî bilgi, gelişigüzel izlenimler gibi tek taraflı bir takım basit etkilemelerden ibaret olmayıp, mesele en az üçboyut üzerine dayalı olduğundan, kişinin kendinde yansıyan bir olgunun karşısındaki bir gerçeğe yansımasıyla vicdanındaki tecrübeye erişmesi, mesela, en basit bir misalle, şu bir güldür deyip koklamak istediğinde isabet edebilmesi, aynı zamanda o konuda hatanın da mümkün olması, yalnızca ve bütünüyle benliğin yapısına irca edilmesi halinde çelişkiden başka bir sonuç elde edilmez. Kişisel düşünce, iç gözlem kişinin ruhsal özellikleri olarak kabul edilsin. Ancak dış olay ve olguların olduğu gibi ve bütünüyle dış dünyadan edinilen algıların da kişiliğin özüne irca edilmesi katıksız bir çelişki ve tam bir indiyyecilik olur. Bunun için Tedribiyye filozoflarından bir kısmı, İkanilerin afakı enfüse ircalarına karşılık, enfüsü afaka, ruhu cisme, sureti maddeye irca etmeye kalkışmışlar, ruhsal olayları fizik olgularda, ilim ve marifetin kaynağını ilimsiz ilkelerde, Hakk'ın zatını maddede arama sevdasına düşmüşlerdir ki, bu da akıl sahipleri üzerinde şuursuz maddeyi ilâhlaştırmak, puta tapmak demektir. Madde ve cisimlerin birliği ve bütünlüğü (panteist fizik) üzerinde dolaşan mezhepler de bu cinstendir. Meseleyi ruhun cisme, cismin ruha, maddenin enerjiye, enerjinin maddeye dönüşmesi şeklinde açıklamaya kalkışmak da daha üstün bir yaratıcının etkisine ve dönüştürmesine dayandırılmadıkça sebepsiz ve anlamsız bir olayı düşünmüş olmak çelişkisinden başka birşey olmadığı gibi bilgi ile varlığın birbirinden farklılığı ve birşey bilinmekle onun varlığında bir değişiklik olmasının gerekmediği gerçeği açısından da durum kesinlikle tutarsız bir görüştür.

Velhasıl hangi açıdan ele alınırsa alınsın ilim ve marifet ve hakikatın elde edilmesi açısından, yani mesele bütünüyle bir bilgi meselesi olarak ele alındığı takdirde dahi enfüs ve afaktan hiçbirinin sırf kendi özellikleriyle açıklanamaz bir mesele olduğu ve konunun birinden biri üzerine dayandırılmasının mümkün olmadığı, hangisine istinad ettirilirse ettirilsin çelişkiden kurtulamayacağı müşkül bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır. Ortak özellikleri yaratılmışlık olan varlıklardan hiçbirinin, kendi kendine kimseyi hakka hidayet etmesi ihtimali yoktur. Gerçi enfüste ve afakta Hakk'ın varlığına delalet eden âyetler ve düşünenler için belgeler, melekler ve peygamberler ve bunlar aracılığıyla hidayet büsbütün yok değildir, fakat bunların hiç biri "Herşeye şahid olan" Allah tarafından hidayet almadıkça kendi kendine ne hidayet edebilir, ne de hidayeti bulabilir. Müşrikler ne derse desinler, ya Muhammed sen, De ki, Allah, hakka hidayet eder. Halk arasında mevcut olan yanlış ve dalalin çokluğuna karşılık hakikate ve doğruya yol bulmak da görülen bir gerçektir. Bu da ancak Allah'ın hidayetidir. Biraz yukarıda "Görmenin ve işitmenin mülkiyeti kimindir?" sorusu ile de işaret edildiği üzere, görmeye ve işitmeye, akıllara ve idraklere, enfüse ve afaka hakim olan O, enfüsü de afakı da kendi varlığından haberdar edip de hakkın hükmüne erdiren ve erdirecek olan ya da yine O'dur.

O halde hakka hidayet eden kimse mi uyulmaya, (yani mabud tanınmaya) daha layıktır, yoksa hidayet olunmadıkça asla kendiliğinden hidayeti bulamayacak olan kimse mi? Yani hak meselesinden haberdar bile olmayan akılsız şeyler şöyle dursun, akıl bile Allah hidayet etmedikçe kendiliğinden bir ilim keşfedemeyeceği, kendi kendine hakkı ve doğruyu bulamayacağı bir gerçek iken, mabudluk tek başına ve mutlak olarak hâdi olan Allah Teâlâ'dan başka kimin hakkı olabilir? Bakınız bu ifadede ne veciz bir icaz vardır: "Men" tabiri ile akıllı varlıklar tahsis edilerek anlatılmıştır. Böylece gerek putlar gibi hissiz ve akılsız, gerekse his sahibi olduğu halde aklı olmayan canlıların hiç kale alınmayacağı dolaylı olarak ihtar edilmiş olmaktadır. Ayrıca "Ancak hidayete erdirilmiş olan müstesna." ifadesi ile de önceki sualdeki hidayetten murad bizzat ve bilfiil hidayet olduğuna işaret buyurulmuştur. Melekler, peygamberler, ve doğru yolda olan ilim sahipleri, hakka hidayet edemez mi tarzındaki bir gizli sualin cevabı da verilmiş ve bunlardan hiçbirine ibadet olunamayacağı da böylece anlatılmıştır. Bununla biraz sonra gelecek olan "Allah kendine bir oğul edindi, dediler." meselesine de bir hazırlık yapılmıştır. kelimesi "yehtedi"nin idgamlısıdır.

İmdi neyiniz var? Allah'dan başka şeylerin arkasına düşüp tapınmaya ne hakkınız var? Noluyor size? Yazıklar olsun size! Nasıl hüküm veriyorsunuz? O yanlış ve batıl inançlara nasıl saplanıyor da putlardan şefaat umuyor, yardım bekliyorsunuz? Yahut siz nasıl hüküm verir, hakim olabilirsiniz? Hala anlamıyor musunuz? Allah'dan ve Allah'ın hidayetinden sarf-ı nazarla siz şu şöyle, bu böyle diye nasıl hüküm verir, nasıl hakka ve doğruya yol bulabilirsiniz? Ve hatta kendi nefsiniz hakkında "ben benim", "ben varım" diye nasıl hükmedip de kendi varlığınızı tanıyabilirsiniz!... "Vardır" veya "yoktur" cinsinden doğru hüküm, bir tek bilgi, bir nefsin dışındaki karşılığına inkâr veya ispat ile bir kerecik olsun doğru hüküm verebilmesi; zihin ile dış varlıkların, fizik varlıkların üstünde Hak Teâlâ'nın varlığına ve birliğine, hakimiyet hakkına ve ilahlığına yeterli belge ve delil değil midir? O olmasa ruhların ve akılların maddi varlıklar üzerinde hakim olabilecek nesi vardır? İsabetli olmayan hatalı hükümlere hüküm mü denilir? Ve aklı olan haktan başka bir gaye mi gözetir?

Geri Dön
Anasayfaya dön Konulara dön
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri